Hayatta en değer verdiğim şey düzenli uykudur. Gece 12, sabah 8. Vazgeçemem. Kimileri sadece aptallar sekiz saat uyur der, kimileri lisede annesiyle kavga ettikten ve cama elini vurduktan sonra Da Vinci’ye özenip “4 saatte bir yarım saat uyuyacaksın” iddiası peşinde koşar. Ama ben yemem, bunlar pek de umurumda değil. Keyfime bakarım. O yüzden de tahmin edebileceğiniz gibi sabah 3’te kalkıp canlı izlediğim maç sayısı oldukça az. Pazar akşamı ikramları dışında bütün canlı maç izleme girişimlerim devre arasında hazin bir uyuklama öyküsüyle sona ermiştir. Birkaç play-off/final eşleşmesi (ve eskiden sabah 5’te başlayan Avustralya GP’leri) hatırına uykumu feda ettiğimi hatırlıyorum. Lâkin bunların sayısı da iki elin parmaklarını geçmez.
Benim için NBA izlemek demek okul sonrası seyredilen öğleden sonra tekrarları demektir. Çantanı bir kenara fırlatırsın, klasik eşofmanlarını çekersin ve ekran başına oturursun. Kimin maçı olduğu, iyi mi kötü mü olduğu, kimin anlattığı veya sonucu falan pek de önemli değildir. Televizyonda o an NBA vardır ve o açılır. Yüksek profilli bir maça denk gelmek için şanslı olmanız gerekir. Zira, şimdi geriye dönüp bakınca aklıma hep Kings’in umut vaat etmeyen ama herkesin umut beslediği kadroları geliyor. Karşısında da aynı pespayelikte başka bir takım. Devrenin sonlarına doğru ikinci beşler sahaya çıkıyor. Gerisi toptan şuur kaybı. Potaya sıkışan tuğlalar, topu kendi ayağına çarptırıp kaybeden üçüncü oyun kurucular, kaçan boş turnikeler, Scalabrine tezahüratları, Luke Ridnour’un takımı oynatma çabaları… Okul sonrası sıradan bir akşam üstüne yakışacak önemsizlikte oynanan birkaç dakika basketbol.
Zoran Planinic NBA’de 3 sene, 1584 dakika forma giymiş. Ben bu 11.2 saniyeyi hatırlıyorum.
Chuck Klosterman da NBA’in bu yanını daha fazla sevenlerden. Geçtiğimiz sezon başında basketbolu caz’a benzettiği yazısında benzer bir şeyden söz etmişti:
“Bir NBA maçında ortalama olarak 150 pozisyon oynanır ve yaklaşık 135’i pek de büyük bir önem arz etmez. Bazen Kings-Pacers maçının ikinci çeyreğini seyredersin, bazen ise bütünüyle kaçırırsın. Bu, bir tane bile kelimeye vakıf olmadan koca bir paragrafta göz gezdirmek gibidir. Bu, sanıyorum, bir eleştiri…”
Bu -benimki- NBA TV’nin yayın politikasına yapılmış bir eleştiri değil. Tam aksine, bir hatırlatma. Hepimiz NBA’de birden fazla kötü takım olduğunu, her takımın bir sezonda 82 maç yaptığını ve toplamda 1230 maçın oynandığını biliyoruz. Ama ne tesadüf ki kötü takımların sıklıkla birbiri ile oynadığını unutuyoruz. Belki farkında değiliz ama Bobcats ve Raptors gerçekten bir salona gidip maç yapıyor. Koçlarının onlar için çizdiği bazı setleri oynamaya çalışıyor, zaman zaman mola alıyorlar. Ve sonra ikinci beşler sahne alıyor. League Pass hayatımıza girdiğinden beri o kadar dikkat kesilmiyoruz belki ama bunlar gerçekten yaşanıyor. Ve NBA’in sandığımızdan daha büyük bir parçasını oluşturuyor.
Türkiye’de internet yayıncılığının ve League Pass’in bir bilinmez olduğu zamanlarda bu tekrar maçlarını izleyerek öğrendim NBA’i. Bir sezonda takip ettiğim en keyifli takım olan (neden-bu-kadar-iyi-olduklarını-bilmiyoruz) ‘04-’05 Sonics’ini bu yolla izledim. En iyi maçlar listesinde tepelere yazacağım ‘06 Playoff’ları Cavaliers – Wizards 6. maçını1 da tekrarlardan izlemiştim.
Hepsini çok iyi hatırlıyorum ve hiç unutmayacağım. Ancak aynı zamanda Matt Bonner’ı, Jason Kapono’yu, Rockets’in sakatlıklar esnasında 10 günlük kontratlarla takıma yığdığı D-League oyuncularını, Sasha Pavlovic’i, İki Brian’ı, 100 sayı aşılınca yayılan sevinç dalgasını, saçma ve önemsiz son saniye basketlerini, bozulan şut saatlerini, kimsenin ne yapıldığını bilmediği hücumları ve iz bırakmadan geçip gitmiş her şeyi hatırlıyorum ve özlüyorum.
League Pass bir şeyleri bitirdi galiba.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane