Daha sonra sanal ortamda bir virüs gibi yayılacak ‘McKayla Maroney memnuniyetsizliği’ üzerine karaladığım şu denemede sözünü etmiştim. Kuşkusuz ki gördüğümüz her şey, her zaman bizimledir ve asla kaybolmaz. Bununla beraber, bir deneyimi belleğimizde çağırdığımızda o klasörün kapak fotoğrafı olmaya muktedir bazı özel anların diğerlerinden sıyrılması kaçınılmazdır. Sandra Izbaşa’nın gülümsemesiyle karşılaştığım an mesela. Öyle masalsı gelmişti ki, kapak fotoğrafı için erken bir favoriydi. Félix Sánchez’in hikayesinin ilham vericiliği ise inkar edilebilir bir şey değildi. Dahası Superman kariyerinin başından beri favori atletlerimden biriydi, fakat her nasılsa o gün için beni öylesine çarpmamıştı.
Bu bir kitap sayesinde değişecekti.1 Aslında temelde bir düzenin var olduğunu hissettiren sonsuz sayıdaki kesişmelerden, yalnızca bir tanesiydi. Ama bazen böyle olur. Postanede paketin düğümünü çözerken hissedebilirsin ancak onu kağıda saranın ellerini.
Félix’in hikayesi geldiği kültür göz önüne alındığında şaşırtıcı bir başlangıca sahip değil. ABD’deki -ve özel olarak New York’taki- her Dominik göçmeni ailenin karşılaştığı basmakalıp algıdan sıyrılmaları için pek bir sebep yok. Erkeklerinin çekici ama belalı, kadınlarının aşırı koruyucu ve gururlu olması beklenen, daimi olarak kötü talihle savaşan geniş aileler. Fakat kaderin onun için keskin bir dönüş alması, annesi Marisol’ün babasını terk ederek ülkenin batısına, San Diego’ya, göçüyle gerçekleşir. Bu komünite erkekleri için adeta bir yazgı halini almış uyuşturucu satıcılığından kurtulabilmesi için zorunlu olan bir kırılma.2
San Diego’da daha küçük bir göçmen mahallesinde, daha dingin bir hayata adım attıklarında ise tek odağı beyzbol haline gelir. Yani bu Karayip ülkesi erkeklerinin yegane ‘yırtma’ yolu olarak gördükleri spor. Manny Ramirez, Albert Pujols ve David Ortiz… Beyzbolun olayını bir türlü idrak edememiş benim gibi birisine bile tanıdık gelen isimler. Bugün Santo Domingo’daki çocukların odalarında, niçin bu adamların posterlerinin asılı olduğunu anlamak zor değil.
Bu sırada Félix’in San Diego sınırları içinde sürekli yer değiştiren annesi, farkında olmadan oğlu adına döngüyü ikinci kez kırar. Okulunun en iyi beyzbolcularından biri olarak kabul görmüşken yine mahalle değiştirirler ve yeni lisesinde kendini kanıtlamak için fırsat bulamaz. Zira geldiğinde sezonun yarısı geçilmiş durumdadır ve Félix seçmeler için sonbaharı beklemek zorundadır. Bu yüzden dümeni en iyi arkadaşının etkisiyle güreşe kırar. Birkaç ay sonra ise bu kez, koçu ona yeni numaralar öğretmeye çalışırken, bileğini kırar. Beyzbol seçmelerini kaçırması için yeterli olacak bir başka büyülü kırılma… Bu şartlarda okulun atletizm koçundan gelen teklife karşı koyması mümkün değildir: “Anlaşılan kolun bu durumdayken yapacak bir şeyin yok. Gel benimle çalış. Bir yeteneğin varsa keşfederiz, yoksa da en azından formunu korumuş olursun.”
Beyzbol takımının en hızlısı olduğunu biliyordur ve kendisinden fazla şüphe etmez. İlk olarak bayrak takımı için yapılan bir seçmeye katılır. Onun dışında herkesin ayağında tenis ayakkabısı vardır, o yüzden kazanmakta pek güçlük çekeceğini düşünmez. 13.01 koşar, açık ara sonuncu gelir… O sırada okulda karşı cinsten 13.00 koşabilen bir All-Star olması işleri yalnızca daha da kötüye götürür.
Bundan sonrası onunki gibi ailelerden çıkan çocuklar için bir başka basmakalıba uyacak şekilde gelişir. O gün dalga malzemesi olduğu işte mükemmelleşmek için beyzbolu kafasından siler ve benzersiz bir adanmışlık ortaya koyar. USC tarafından istihdam edilmesine rağmen akademik gereklilikleri sağlayamadığı için JUCO’da geçirilen iki ‘kayıp’ sene, nihayet hayalindeki kampüse geldiğinde karşılaşılan aksi ihtiyar koç ve ona kendisini ispat etme çabasındayken yaşanan bir aptalca sakatlık daha… Birçoklarını spordan uzaklaştırmaya yetecek bu olumsuzluklar, bahse konu olan böyle bir adanmışlıksa ancak hikayemiz için lezzetli birer çeşni olabiliyor. Lisedeki koçunun Michael Jordan yerine ilk beş başlattığı Leroy Smith’le ilgili muhabbetler gibi.3
USC’de hayal kırıklıklarıyla geçen ilk senesinin ardından Félix çabasının somut karşılıklarını almaya başlar. UCLA-USC rekabetinin atletizmdeki izdüşümü olan yıl sonu düellolarında, 23 yıllık bir rekoru tarihe gömerek kazandırdığı şampiyonlukla geç de olsa bir kampüs efsanesi halini alır. 2000’de Sydney’deki oyunlar için ABD seçmelerinde yarışır. Ancak en iyi olanın en sık tökezlediği kategorilerden birinde, o da kötü bir gününde yakalanır ve altıncı gelerek Olimpiyat vizesi alamaz. Félix’i geçenler arasında ileride dişli rakiplerinden biri olacak Angelo Taylor da vardır ve Sydney’de Amerikan bayrağını dalgalandıran da o olacaktır.
Bir hafta içinde Félix’in adı basında bir kez daha yankı bulur. ABD’de doğup büyüyen ve ulusal bir kolejin efsanesi olan Félix, Dominik Cumhuriyeti adına yarışma kararını açıklar. Félix’teki bu ani ‘köklere dönüş’ dürtüsünü kimse samimi bulmaz. İspanyolca’yı tuhaf bir gringo aksanıyla konuşuyordur ve New York’taki göçmen mahallesinden ayrıldıktan sonra annesi dışında bir Dominikli ile karşılaştığı bile şüphelidir. Félix ise kendisini bir Dominikli gibi hissettiğini ve en başından beri ülkesi için yarışmak istediğini söyler. 1999’da bir azınlık gazetesine verdiği röportajı, kendisini savunmak için kullanır. O röportajda Santo Domingo’da ülke atletizmiyle ilgili birilerine ulaşmak için çırpındığını fakat bu alanda çalışan hiçbir birimin izini bulamadığını söylemektedir. Muhabir röportajdan sonra ‘belki işine yarayacak birilerine ulaşabilirim’ der ve Los Angeles Dodgers için yetenek avcılığı yapan Manny Mota ile irtibata geçer. Mota’dan gelen haber gecikince Félix şansını ABD seçmelerinde dener.
O günün şüphecileri bu hikayeye şimdi nihayet inanıyor mu, emin değilim.4 Fakat Sydney’de yeni pasaportuyla da pek formda gözükmeyen Félix finale kalamaz. Bu başarısızlığı o tuhaf mutluluk duygusuyla karşılayanları 2001-2004 arasında yepyeni bir Félix beklemektedir: El Super Félix! Üst üste 43 yarış boyunca finiş çizgisini ilk sırada geçer ve her defasında zafer fotoğrafında aynı kırmızı bileklik göze çarpar. Atina’da ise yarı finalden çıkamayan bu kez Taylor olur. Bu durdurulamaz atlet karşısında bir şansı olduğuna kimse inanmıyordur da zaten. Félix finalde hiç ardına bakmadan, ülke tarihinin ilk altın madalyasına koşar ve kırmızı bilekliğin gizemi nihayet çözülür: Dört yıl önce iç burukluğuyla terk ettiği Olimpiyat köyünden almıştır bilekliği. O yarı finalde hissettiklerinin inatçı bir hatırası olup, her yarış öncesi onu motive etmesi için.
Atina’dan sonra bilekliği hayır amaçlı bir müzayede için IAAF’e teslim eder5 ve takiben çıktığı ilk yarışı sakatlanarak yarıda bırakır. Bu sakatlığın etkisinden uzunca bir süre kurtulamayacaktır. Her Dominiklinin hayatının bir bölümünde yaşadığı aydınlanmayı yaşar: Belli ki zafa görevini yerine getirmiş, meydanı yeniden fukúya bırakmıştır.
“The Brief Wondrous Life of Oscar Wao” tıpkı Félix gibi Dominik Cumhuriyeti’nde doğan ve New York çevrelerinde (New Jersey’de) büyüyen Junot Diaz’ın 2007’de yayınlanan ilk romanı. 2008’de Pulitzer Ödülü kazanıyor, buralarda Everest Yayınları çeviriyor.6 Diaz’ın eli kulağında olan öykü kitabının haberini alınca, romanı raftaki yerinde bir kez daha ziyaret ediyorum. Tanrısal anlatıcı Yunior prologda, bu romanın nasıl da bir aileye hükmeden kötü şansı savuşturması ümidiyle yazıldığından bahsederken ister istemez 6 Ağustos gecesine dönüyorum…
Bu kötü şansın adı fukú ve ilk olarak Afrika’dan, esirlerin çığlıklarında taşınarak geldiğini söylüyorlar. Kökeni veya adı ne olursa olsun, fukú dünyaya ilk olarak Avrupalıların Hispaniola Adası’na ayak basmasıyla yayılıyor ve bu ebedi bokluk içinde yaşamaya başlıyoruz. Santo Domingo lanetin sıfırıncı kilometresi, Dominikliler de ne yaparlarsa yapsınlar fukúnun çocukları. Bunu batıl görüp inanmamayı seçenler var ama neye yarar, fukú size her zaman inanır.
Santo Domingo’da herkesin bir fukú hikayesi var. Yunior geniş ailesinden saymaya başlıyor… Cibao’da on iki kız çocuk babası bir amca, eski bir aşığının onu erkek çocuk sahibi olmaması için lanetlediğine inanıyor. Fukú! Bir hasmının cenazesinde güldüğü için sonsuza kadar mutluluğa ulaşamayacağına inanan bir teyze. Fukú! Eli kanlı diktatör Rafael “El Jefe” Trujillo’nun, ona ihanet eden halkı diaspora ile cezalandırdığına inanan bir dede. Fukú!
ABD desteğiyle ülkeyi, suikastına değin, 31 yıl boyunca yöneten El Jefe’nin fukú ile iş birliği ise daha girift bir ilişkiye işaret ediyor.7 Trujillo’nun onun hizmetkarı/ajanı mı, yoksa efendisi/müdürü mü olduğunu kimse bilemiyor. Ama ikisinin arasının epey sıkı olduğunda anlaşıyorlar. Trujillo yönetimindeki Dominik Cumhuriyeti tablosu, yeni bir metafora ihtiyaç duymayacak kadar güçlü bir şekilde resmedebiliyor aslında fukúyu. Fakat birçoklarına göre fukúnun gücü, bundan çok daha fazlasını yapmaya muktedir. Örneğin Trujillo’ya bulaşan birinin ailesini yedinci göbeğe kadar esir alacağına inanılan lanet, diktatörün gücünün kaynağı iken aynı zamanda -teamülen- suikastı için yeşil ışık yakan kişi de olan John F. Kennedy ve ailesinin meşum kaderinin de arkasında. Buna inanmıyorsanız, Lyndon B. Johnson zamanında ‘demokratikleştirme’ süreci kapsamında Santo Domingo’da konuşlanan Amerikan birliklerinin hemen ardından Vietnam’da yaşadıklarını nasıl açıklayacaksınız? “İnsanlarımızdan bu adaletsiz savaş için küçük bir geri ödeme” diyor Yunior. Fukú!
Gördüğünüz üzere yeri geliyor, halkın fukú ile olan münasebetindeki bu muğlaklık geçmişin romantize edilmesiyle noktalanıyor. Fakat ana fikir şu ki, fukú sonunda adamını indirir. Bazen bunu yıldırım hızıyla yapmaz, tersine sabırla çalışır. Bugün yediğiniz karides, yarın sizi öldürecek krampa dönüşür. Hedefini alt etmek için en umulmadık zamanı seçer.
Örneğin dünyanın diğer ucunda, Pekin’de, Olimpiyat altınınızı korumak için uyandığınız bir sabah. Evet, fukúnun Félix’i ziyaret için ajandasında işaretlediği sabah buydu. Zihnini birkaç saat sonra koşulacak seçme seansı için hazırlamaya çalışırken, milli takım yetkilileri odasına gelirler. La abuela ha fallecido esta noche. Anneanneni dün gece kaybettik. Félix piste çıkar, esen rüzgar tanıdık değildir. O anda olduğu yer dışında herhangi bir yerde olmayı ister. Atletler sıralanıp da hakemlerden ‘hazır’ emri geldiğinde Félix elini kaldırır. Sonradan söylediğine göre, o an için arkasına bile bakmadan gitmeyi hiç olmadığı kadar çok arzulamıştır. Yapamaz ve en iyi derecesinden tam 5 saniye daha kötü koşarak 25 atlet arasında 22. sırayı alır, elenir.
Derecesinden çok sonra haberdar olacaktır. Zaten eski formundan uzakta geçirdiği son dört yılın üzerine, tenis ayakkabısı ile koşanların arkasından 13.01 ile sonuncu geldiği güne geri dönmüş gibidir. “Sonsuza kadar burada olmayacağımı biliyorum. Er geç birisi gelecek ve onun karşısında elimden gelen hiçbir şey olmayacak. Benden çok daha hızlı olacaklar, bu kadar basit. O gün geldiğinde, sessizce köşeme çekileceğim.” Atina’daki bu sözlerini unutma vaktidir, abuela için kariyeri bitmeden bir madalya daha alacağına dair söz verir.
Londra’da yarışanlar içinde Félix’in de yer alması, olayı belli bir uzaklıktan takip edenler için yalnızca güzel bir detaydı. 35 yaşının eşiğinde hala en üst düzeyde hedeflerini koruyan ve kendini bunun için hazır tutan şampiyon bir sporcu, Olympian dediklerinden. Aynı zamanda son dönemde onlarsız yapamadığı gözlükleriyle, kolundaki Superman dövmesiyle tanıdık bir yüz… Yarı finalde serisini rahat biçimde kazandı, lakin çoğunluğun tepkisi hala “Helal olsun ama adama, bu yaşta sporunu eksik etmiyor” noktasında duruyordu.8 Havuzda tartışmaya yer bırakmayacak düzeyde ağır basan bir şampiyon adayı yoktu ama ortalama bir takipçi olarak finalin katılımcılarına göz attığımda, rasyonel düşünce favorinin 2012’nin açık ara en formda atleti gözüken Javier Culson olduğunu işaret ediyordu.
Culson komşu sayılırdı, bir başka Karayip ülkesi Porto Riko’dan geliyordu ve açılış töreninde ülkenin bayrağını da taşımıştı. Onlar da ülkenin kör talihini fufus adında başka bir lanetle açıklıyorlardı. Britanya rejisi bunların hiçbirisiyle ilgilenmiyordu tabii, kameranın odağında yalnızca ve yalnızca son dünya şampiyonu unvanını taşıyan madalya ümidi Dai Greene vardı. Plan değiştiğinde bir anlığına, formasına tutuşturulmuş isim etiketine özel bir ilgi gösteren Félix’i gördük ve pek bir anlam veremedik. Yarışa herkesten hızlı bir tempoyla başladı ancak 400 metre engellinin, hiçbir zaman saf bir hız kategorisi olmadığını bilecek kadar tecrübesi vardı. 110 metredeki felsefenin aksine, her yeni engele tüm gücünle depar atmak yapacağın en mantıksız şey olurdu. 200 metre geçildiğinde duruşundaki metaneti kaybetmemiş görünüyordu, ancak yarış ortaya gelmişti ve yakın girilecek finişte 26-28 yaş aralığındaki Culson-Tinsley-Greene üçlüsünün sprintleriyle yeniden favori olacakları açıktı.
“Muhtemelen fazla güçlü çıktım. 10. engeli geçtiğimde ciddi olarak yorulmuştum. Engeli geçtikten sonra ilk üç ya da dört adım boyunca hedefi tamamen bırakıp, adeta birisinin beni geçmesini beklemeye koyuluyordum. Fakat yeni engele 10-15 metre kadar yaklaştığımda özgüvenim yeniden tavan yapıyordu.”
Son engeli aştıktan sonra ise bu kaygıya kapılmadı, hatta akıllara kazınacak bir poz vermek için özel bir zaman yaratabilecek kadar rahattı. Ülkesinde bile 34 yaşındaki Félix’in madalya şansından bahseden kimse yoktu, artık adından önce süper sıfatını zikredenler de nadiren bulunuyordu. O zafer adımlarını kameralara doğru dilini çıkararak koştu. Seçtiği yalın fakat aynı zamanda maksadını dosdoğru açık eden bir jestti.
Sonrasında ise -kendi sözleriyle- işler çığırından çıktı ve duyguların onu esir almasına izin verdi. İsim etiketinin arkasına tutuşturduğu fotoğrafı çıkardı, dizleri üstüne çöktü ve onunla konuşmaya başladı. Dominik Cumhuriyeti adına yarışmayı seçtiğinde onu eleştirenlerin sıklıkla söylediği gibi, ana dilini kötü bir aksanla konuşuyordu ve Santo Domingo’ya yılda birkaç kez kısa süreli tatiller için gidiyordu. Ama orada her zaman, ona nereden geldiğini yeniden anımsatan ve hayatın onu olduğu kişiden bir başkasına dönüştürmemesini güvence altına alan anneannesini buluyordu. O tatillerden birinde çektirdikleri bir fotoğraftı yerde duran.
Ertesi gün madalya töreni için yeniden stadyuma girdiklerinde Félix bir sürü sebepten, delicesine alkışlanmayı hak ediyordu. 400 metre ve daha altındaki mesafelerde altın madalya kazanan en yaşlı atlet olarak tarihe geçmişti. Sadece patlayıcı bir güçle koşmayı değil, engeller arasını alırken uygulanan teknikte mükemmelleşmenizi de gerektiren bir dalda, engeli aşarken kaçamayacağınız en ufak temasın bile temponuzu değiştirip her şeyi mahvetmeye yetebileceği kadar toleranstan uzak bir dalda başarmıştı bunu. Hem de bundan sekiz yıl önce Atina’da altın alırken yaptığı dereceyi aynen koruyarak. Ve açıkçası finiş çizgisinin ötesindeki tüm o dramaya rağmen, o gün itibarıyla öncelikli olarak işin bu boyutuyla ilgileniyordum.
Seremoni için yerlerini aldılar ve Félix kürsüye yönelirken bir anda yağmur başladı. Londra’da görülmediği zaman endişeye sevk eden bir doğa olayı, bir yaz yağmuru sadece öyle değil mi? Félix’e göre öyle değildi ve basın toplantısında yutkunarak bunun anneannesinin sevinç gözyaşları olduğunu, onunla gurur duyduğunu hissedebildiğini söyledi. Birincilik kürsüsünde ona eşlik etmek için koyverdiği gözyaşları da böylelikle açıklanmış oluyordu.
Oscar her zaman tuhaf bir çocuk olmuştu. Küçük yaşlarda ayırdına vardıkları doğal cazibeleriyle, sokaklarda caka satmaya başlayan Dominikli gençlerden değildi. Odasına kapanıp vaktini bilgisayar oyunlarıyla geçiriyordu, FRP kitaplarının hayal dünyasını istilasına zevkle izin veriyordu. Bu hayallere bazen çeşitli kızlar da sızıyordu. Gerçek hayatta ona ancak tiksinme ve acımayla bakan kızlar. Komik saçları, kalın çerçeveli gözlükleri, aşırı kilolarıyla sonunda göçmen mahallesindeki berberi ziyaret etmeye karar verdiğinde onu Dominikli olduğuna inandıramamıştı bile. Annesi bu durumdan dolayı endişeye kapılmıştı, sürekli odasına girip bağırıyordu: “Yavrum dışarı çık, diğer çocuklarla birlikte oyna. Neden normal çocuklar gibi olamıyorsun?”
Her yaz kız kardeşiyle birlikte Santo Domingo’ya gönderildiklerinde ise, Nena Inca’nın himayesi altında bir anlamda dokunulmazlık kazanırdı. Arka odaya kapanmasına ses çıkarmazdı, ‘dünyaya karış’ demezdi. Her iki torunu için de fazlasıyla koruyucuydu. Aslında onlar öz torunları da değildi. Oscar’ın annesinin ebeveynleri Trujillo diktasından kaçmadan evvel, kızlarını La Inca’ya emanet etmişlerdi. Çocukları neden böyle serbest bıraktığını ‘bu aile kötü talihten yeterince çekti’ diyerek açıklardı. Hayta kuzenleri gelip Oscar’ı sorduklarında “Çocuğun çalıştığını görmüyor musunuz” diye püskürürdü. “Ne yapıyor ki” diye üste çıkmaya çalışırlardı, “Bir dahi olmaya çalışıyor” derdi. Oscar yeni J.R.R. Tolkien olma planını devreye sokarken, kurtarılmış bölgesini de bulmuştu.
Aslında bunun yerine kendi çocukluğuma referans verebilirdim. Anneannemin evinin benim için nasıl güvenli bir sığınak vazifesi gördüğünden, hatta zaman zaman birinci adresim haline geldiğinden söz edebilirdim. Bugün olduğum kişi haline gelmemi nasıl da ona borçlu olduğumu da vurgulamadan geçmezdim pek tabii ki. “Anneanne çocuğu olmayanlar bilemez” diyebilir, o sırada hisli biçimde uzaklara baktığımı belli ederdim. Yalan söylemiş de sayılmazdım. Fakat Félix’in hikayesi bunun için fazla değerli.
Zafa.
Söz etmiştim, Yunior bu romanın, konu aldığı ailenin kaderi için bir zafa hizmeti görmesini umarak başlıyor anlatmaya. Pratikte bir karşı büyü veya bir nazarlık… Ülke basketbolundan örnek verelim. John Calipari fukú ise, Al Horford da zafa mesela.
Santo Domingo’da en az her şeyi fukú ile açıklayanlar kadar, hayatı 24 saatlik bir zafa halinde yaşayanlara da rastlayabiliyorsunuz. Lanetin gücü ne kadar yüceltilirse yüceltilsin, doğru zamanda en az onun kadar kudretli olabileceğine inanılan güvenli bir liman zafa. Ona hükmetmekse en az fukúya hükmetmek kadar zor ve ancak Trujillo gibilerinin harcı…
Diaz olur da bir gün Santo Domingo’dan çıkmış cesur kadınların hikayesini anlatmak için bir başka tuhaf erkek çocuğuna ihtiyaç duyarsa, tek yapması gereken ülkesinin en çok satan gazetesinin 7 Ağustos 2012 tarihli sayısını bulup manşetlerdeki zafa efendisine bakmak olacaktır.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane