Kilometrelerce uzaktaki bir takımı tutmak kimilerine samimi gelmeyebilir. Çoğu kez Cavaliers ile ilgili şeyler yazarken, birinci çoğul yerine üçüncü çoğul çekimli zamirler, edatlar ve sıfatlar kullanmam gerektiğine dair telkinde bulunan arkadaşlarım oldu. Ancak bu arkadaşların çoğu, hayatımda en çok lisanslı ürününü satın aldığım spor takımının Cleveland Cavaliers olduğunu bilmez ki bir atkı haricinde lisanssız ürün hiç satın almadım. Bu noktaya nasıl geldiğimle ilgili makul bir açıklamam yok; NBA’i çok seviyorum, elimden geldiğince çok maç izlemeye çalışıyorum ve bu durumda bir takımı da tutmak zorundayım.1
İnsanın desteklediği takımı hep en üstte görmek istemesinden daha doğal bir şey yoktur; ancak o takımı yeterince seviyorsanız, her hâl ve şartta kendinize ilgilenecek bir şeyler çıkartırsınız. Bu, draft edilmiş bir yıldız adayı da olabilir, İstanbul deplasmanında hiçbir şey oynanmadan alınan 1 puan da, İstanbul deplasmanında 5 yeseniz de rakip tribünün sesini bastırmak da… 8 Temmuz 2010, pekç ok Cavaliers taraftarı için hayatlarının en kötü üç beş gününden biri olarak tanımlanıyor olabilir, bazıları artık Heat’i tutmaya başlamış, bazıları herhangi bir takımı tutmayı bırakmış olabilir. Benim içinse günlerden biri, sadece. “Lebron’lar gider, Michael’lar gelir, baki olan Cleveland Cavaliers’tir” şeklinde içi bomboş bir şey demeye çalışmıyorum.
8 Temmuz 2010 güzel bir devrin sonuydu, peki o devir nasıl başlamıştı? Lise kariyeri boyunca 3462 sayı atarak New Jersey rekorunu kıran ve halihazırda elinde tutan, lise son sınıfta maç başına 42.5 sayı ortalaması tutturan, halefi olması beklenen Allen Iverson’un maçını izlemeye geldiği Dajuan Wagner’i elbette hatırlayanlarınız vardır. İşte, o Wagner 2002-2003 sezonunun aşağı yukarı yarısını kaçırmasa ya da 29-53’lük bir sezondan sonra, bir önceki Sixers macerasında iki sezonda toplam 42 galibiyeti ancak bulabilen John Lucas’la sezona başlanmasa hiç başlamayacak bir devirdi belki de, Lebron Cleveland’da devri. Bu tip dilek-şart kipiyle biten tonlarca önerme sunulabilir, zaten o yüzdendir ki sivrizekâlı bir işgüzara gün doğmuş ve bıyık ile teyze kelimelerini içeren o meşhur söz ortaya çıkmıştır.
Dilek-şartlıları sevmediyseniz, şuna ne dersiniz? 1990 ile 2003 arasında, kaç draft lotaryasından, bir önceki sezonu son sırada tamamlamış takım 1. sıradan draft yapma hakkıyla ayrıldı? Sıfır, ki 2003 draft’ının lotaryasında Cavaliers ile birlikte Denver Nuggets’ın da 1000’de 225 şansı vardı. Demek istediğim; Lebron James, benim için 11 Mayıs 2010’da, kimilerine göre serinin en önemli maçında, 40 küsur dakikada 14’te 3 ile şut atan, sadece 15 sayı 6 ribaunt ile maçı tamamlayan ve daha da önemlisi fark açılırken en beter ergenden daha çok tribe giren ve kariyerinin, o zamana kadarki en büyük eleştirisini aldığı bu maçtan sonra, serinin bittiği Boston’daki altıncı maçta topu tek başına domine edip 27 sayı 19 ribaunt 10 asistle tamamlayan eski Cavaliers kısa forvetidir.2 Üstelik, hiçbir gerçek Cavaliers taraftarının aklından çıkmayacak bu iki maçlık sekansın üzerine mum dikmeyi uygun görmüş ve de South Beach’e gitmiştir.
Geçen seneki Sacramento Kings ayarındaki bir takımdan bile, arkasına teneke bağlanıp yollanan J.J. Hickson’dan vazgeçilebilip Amare Stoudemire alınabilse ya da zamanında Wally Szczerbiak’ın devasa kontratını takas etmek yerine 7 sayı 3 ribauntluk katkısına tamah edilmese, ayrılmayacaktı belki de Lebron. Ama nasıl bu dilek-şartlılar olsa ayrılmayacaktıysa, daha yukarıdaki dilek-şartlılardan biri olsa bu kez de hiç gelmeyecekti Lebron. Bu noktadan sonra tek yapılması gereken Wolfmother’ın aynı isimdeki albümünü alıp, 10. şarkıyı birkaç kere dinlemekti. Andrew Stockdale açık açık anlatıyordu yapılması gerekeni: “Say goodbye to your sorrow / And hello to tomorrow / Well I hear the fiddlers call / Say that love is here for all.” Detroit doğumlu iş adamı Dan Gilbert’ın Wolfmother diye bir grubun varlığından bile haberi olduğunu hiç zannetmemekle beraber, Comic Sans’ı ne kadar çok sevdiğini hepimiz biliyoruz. Dan Gilbert demişken, Cleveland’ın onun doğup büyüdüğü yerle arasında 272 km var, benimkiyle arasında 8516 km var. Çok da fark yok, anlayacağınız.
Neyse, Lebron kardeşime daha nice yüzükler, nice kupalar diliyor ve günümüze geliyorum. Bu yazla ilgili üç adet kaydadeğer gündem maddesi var Cavaliers’in: Birincisi, tabii ki Kyrie Irving’in sağlık durumu. Duke’taki tek sezonunda sadece 11 maça çıkan, yine NBA’deki ilk sezonunda 15 maç kaçıran Kyrie’nin elinin kırıldığı haberi geldiğinde yürekler ağza geldi; ancak son günlerde gelen olumlu haberlerle rahatladık. Kyrie’nin hazırlık kampına yetişmesi bekleniyor. İlk sezonunda çok olumlu sinyaller verdi Kyrie, draft öncesindeki Chris Paul benzetmelerinin altını doldurdu. Saha görüşü ve doğru kararları verme açısından CP3’nin çok gerisinde olsa da henüz 20 yaşında olduğunu unutmamak lazım. Öte yandan, selefinden çok daha etkili şut attığını da belirtmek lazım, çizginin gerisinden.
İkinci önemli mevzu, tabii ki drafttan gelen oyuncularla alâkalı. Geçen draftta 1. sırayı güzelim Cleveland’ımıza kazandıran Dan Gilbert’ın veledi bu kez sihrini konuşturamadı ve 4. sıradan Dion Waiters alındı. Dion Waiters’ı hiç izlemedim, hakkında atıp tutacak değilim ki zaten Can Birand anlatmış, benim geldiğim yerde hocanın lafının üstüne laf söylenmez. Bir diğer hoca Byron Scott ise durumdan memnun, Anthony Davis’ten sonraki en iyi oyuncuyu seçtiklerini ve Waiters’ı ilk izlediğinde onda Wade esintileri gördüğünü söyledi ki kendisinin nasıl bir goygoycu olduğunu az çok bildiğimizden bu laflara şaşıramıyoruz. Can hocamın yazısının son cümleleri, draft öncesi Michael Kidd-Gilchrist’e kafaca kitlenmem ve yaz liginde pek iç açmayan performansları canımı sıkıyor. Ancak, yaz ligi maçlarını zerre dikkate almamak gerektiğine işaret eden tonlarca örnek mevcut ve Waiters’ın fazla kilolarını verdiği bildiriliyor ki Byron Scott’ın hazırlık kampları meşhurdur, dolayısıyla vücudunun formuyla ilgili bir sıkıntı yaşanmaz diye düşünüyorum. 17. sıradan Mavs’in seçip bize paketlediği Tyler Zeller ise bilumum “beyaz uzun” önyargılarına neden olmakla beraber, üniversitenin dört senesini de layıkıyla tamamlamış, son senesini neredeyse double double ortalamalarıyla bitirmiş bir kardeşimiz. Kenardan gelip 15-20 dakika adam gibi oynasın yani, nedir ya…
Son mühim mevzu da hâlâ bitirilemeyen Alonzo Gee işi. Yazın başlangıcıyla beraber hem koç Scott, hem de genel menajer Chris Grant kesinlikle takımda tutulacak nidalarıyla kaba etinin fezaya çıkmasına sebep oldular, şimdi ise imzayı attıramıyorlar. Öte yandan CJ Miles ile imzalandıktan sonra, önümüzdeki birkaç sezon, en iyi ihtimalle ucundan playoff kovalayacak bir takımın, her ne kadar “istatistik kağıdına yansımayan” şeyleri iyi yapan, savunması can yakan bir oyuncu olsa da Alonzo Gee’ye haddinden uzun ve yüklü bir kontrat vermesi de salaklık olacaktır. Ancak Gee’ye başka takımlardan gelen tatmin edici bir teklif yok gibi gözüküyor şimdilik, dolayısıyla hazırlık kampının ilk günlerinde orta yol bulunacaktır. Lafı geçmişken bu yaz takıma katılan diğer isimler, Jon Leuer, Kelenna Azubuike ve Michael Eric (¿whothefuck?), yani başka bir deyişle kaydadeğer biri katılmadı takıma, üsttekilerden gayrı.
Bu yazın modası üç süperstar formülü haliyle, Heat’in arkasından Knicks ve Nets takip etmeye çalıştı; fakat şimdilik emellerine ulaşamayacak gibi gözüküyorlar. Öte yandan batı yakasının son iki finalisti, neredeyse sadece draftten topladıklarıyla geldiler o noktaya. Gregg Popovich gibi bir koç bulmak ya da Tim Duncan gibi bir adamı salonun ortasına dikmek kırk yılda bir olacak şeyler; ancak birbirleriyle oynayarak büyüyecek, gelişecek bir çekirdek yakalamışken “Thunder” hayalleri kurmak için doğru zaman gelmiş gibi gözüküyor. Bu kadar çok sayıda gencin bundan üç beş sene sonra üst düzey bir takımın önemli parçaları haline gelmesini beklemek, sözlük anlamıyla hayalcilik; ancak ütopya olmadığını Thunder gösteriyor. Gençlerimizin hiçbirisiyle oturup bir iki kadeh içme fırsatı bulamadım; ancak geçmişlerini incelediğimde, doğdukları mahallelere, okudukları okullara bakınca ve şu ana kadar basketbol sahasında yaptıklarını gözlemleyince aklı başında, “iyi” çocuklar olduklarını tahmin ediyorum.
Scott Brooks çok eleştirilen bir abim, ben de çok matah bir koç olmadığını düşünüyorum. Ancak, en azından oyuncularının yoluna çıkmadığını, bazen dozu kaçırsa da ipleri takımına yararlı şekilde saldığını görmek lazım. Teknik konularda yanlış kararlar veriyor olabilir ya da teorik eksikleri dahi olabilir; fakat mental açıdan, Thunder takımına doğru “fit” olduğunu düşünüyorum. Byron Scott ise bambaşka bir koç Brooks’a göre, teknik açıdan bir karşılaştırma yapamayacağım; fakat Brooks’un aksine Byron Scott kontrolü elinde tutmayı seven, oyuncularıyla tartışmaktan, hatta onları basın önünde eleştirmekten çekinmeyen bir koç. Cavaliers’ta göreve başladığı, rekorları alt üst ettiğimiz3 ve 19-63 ile biten 2010-11 sezonundaki rahat ve güleç tavırlarından anladığım kadarıyla, kredisi yüksek yönetim katında. Koçluk kariyerini başarılı olarak addedebiliriz,4 ek olarak çok önemli gardları çalıştırdı ve NBA eşrafının önemli figürlerinden biri.
Bir önceki genç yetenek macerası amacına ulaşmadı. Tarihe geçecek bir oyuncunun etrafına eğreti düzenler kurulmaya çalışıldı ve adı üstünde eğretiliğinden ıskalandı amaçlar, sonu bol gözyaşıyla doldu, kalpler kırıldı. Bu seferki, daha oturaklı bir senaryo. Filmin sonunu görüp göremeyeceğimizi anlayacağımız ve hatta sona ulaşabileceksek, onunla ilgili ufak tüyolar bulacağımız sezonlar olacak önümüzdeki iki üç sezon. Tek istediğim, ciddi sakatlık olmasın ve bu genç kadro birbiriyle yeterince oynama fırsatı bulsun. İşin sonunun nereye varacağını görmek için yeterince zamanımız olacak.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane