Bu röportaj, Bert Cardullo tarafından 15 Kasım 2003 tarihinde Helsinki’deki Restaurant Elite’te yapıldı. Aki Kaurismäki çoğunlukla İngilizce konuştu. Bir şeyi Fince anlatması gerektiği yerlerde, Cardullo’nun aslen Fin olan eşi tarafından İngilizceye tercüme edildi. Yıllar sonra ise Kaurismäki Dostları Cemiyeti’nden Filiz Karaküçük, Yazıhane için Türkçeye çevirdi.
“Kaurismäki” isminin değişik bir tınısı var. Bu sizin gerçek isminiz mi, kuşaklardır ailenizde devam eden bir isim mi?
Ben bu isimle doğdum, evet. Ama dedem ismini Rusça bir şeyden bu isme çevirmiş. “Geyik tepesi” anlamına geliyor. Benim ailem haricinde Finlandiya’da kimsenin böyle bir soyadı yok. Şimdi bir de karım aldı bu soyadı. Son zamanlarda her filmimde köpeğim Tahti’ye de bir rol vermem için ısrar eden de karım. Artık gerçek sorulara geçebilir miyiz?
Peki. Kariyerinize bir film eleştirmeni olarak başladığınız doğru mu?
Evet, ama kötü bir film eleştirmeni olarak. Benim için bir şey ya bir başyapıttı ya da boktan bir işti. Eleştirmenlik böyle bir şey değil. İşin doğrusu, dürüst olmak ve kendini olmadığın bir şey gibi sunmamak – bunlar aynı zamanda iyi bir yönetmen olmak için de gereken şeyler.
Niçin film yapmaya başladınız?
Çünkü yapmak istedim. Film okulları beni almadı; fazla inatçıydım. Dolayısıyla ben de arşivlerden film izleyerek ve okuyarak öğrendim. Eğer çok okursan, sinema hakkında çok şey öğrenebilirsin.
İlk filmim için herhangi bir şey çekmeden önce bir arkadaşım ve onun kamerasıyla birlikte bir mezbahaya –ölü inekler salonuna– gittim. Tamamen sessizdi. Arkadaşım ne tür lenslerimiz olduğunu, kendi kamerasıyla alelade bir fotoğraf kamerası arasındaki farkları filan anlattı. Bir kere öğrenince, tamam, dedim, ama bu aramızda geçenleri kimseye anlatma! Böylece setlere gidip talimatlar vermeye başladım: “Kamerayı gönder! Bana bi’ 50 milimetrelik lazım!”
Sizin için film yapmak epeyce basit bir iş, değil mi?
Evet, tek ihtiyacınız olan, birkaç aktör ve bir de kamera. Onları biraz ortalıkta dolaştırıp konuşturmak ve kamerayı çalıştırmak gerekiyor. Hepsi bu. Bütün sihir kurguda. Benim ilgimi en çok cezbeden kısım da bu; o yüzden neredeyse her zaman yalnız başıma yapıyorum kurguyu – hakikaten yalnız başıma. Günlerce kendimi bir odaya kapatıyorum. En sevdiğim şey de müzik miksajını yapmak. Kafamda hep birtakım müzikler oluyor, sonra da kurgu odasına bir yığın plak taşıyorum.
Ben bu dijital ekipmanları değil, Steenbeck kurgu masasını kullanıyorum ki malzemeyi gerçekten idare edebileyim. Bugünlerde insanlar teknolojinin her türlü zihnî ve entelektüel sorunu çözdüğünü zannediyorlar, ama bu doğru değil. Her şey bir insanın hikâyesine dayanmak durumunda ve bunda teknolojinin bir dahli yok.
Leningrad Kovboyları’nın kendisi bir hikâye zaten. 1989’da siz onların filmini yapmadan önce bir müzik grubu muydular?
Evet. Leningrad Kovboyları Amerika’ya Gidin filmini çekmeden bir yıl kadar önce Cold Slippers olan isimlerini değiştirmişlerdi. Saçları ben onlarla çalışmadan önce de böyleydi. Onları görünce, bir şeyin yanlış olduğunu hissettim ama uzun bir zaman ne olduğunu bulamadım. Sonunda fark ettim ki ayakkabıları eksikti –cold slippers!– böylece sanki rüzgârlı bir günde uçuyorlarmış gibi görünmeyeceklerdi. Hâlâ beraber sahneye çıkıyorlar. Bir gün Leningrad Kovboyları’nın Ulysses’le buluştuğu bir epik çekmeyi düşünüyorum.
Görüntü yönetmeniniz Timo Salminen’le ilişkiniz nasıl?
Timo ışığı ayarlıyor, ben de resmi çerçeveliyorum. Ama tabii kendi kurgumu kendim yapıyorum, müziği seçiyorum; miksaj da benim gözetimimde oluyor.
Renk kullanımı konusunda ne dersiniz peki? Mesela 1999’da çektiğiniz ve klasik bir Finlandiya köylü dramasının yeniden çevrimi olan siyah-beyaz Juha filminizin aksine? Siz kendi versiyonunuzda ses bile kullanmaktan kaçınmıştınız!
Bana 50’lerin Hollywood filmlerini hatırlatan renklere bayılıyorum. Ama artık Technicolor yok, o yüzden aynı şeyi yapamıyorum. Ama tabii bazı filmlerin, mesela Victor Fleming’in Rüzgâr Gibi Geçti [1993] ya da Douglas Sirk’in Aşk Rüzgârları [1956] filmlerinin arka planda yaptıkları numaralar itibarıyla beni derinden etkiledikleri bir gerçek. Siyah-beyaz filmde bunu göstermek daha zordur. Bazen sete renk kartelası getiririm ki renkleri karşılaştırıp tatmin edici bir renk düzeni oluşturalım. Bazı hikâyeler renk ister, bazıları siyah-beyaz olur – arası olmaz. Ben bir gerçekçiyim, ama renkleri gerçeküstü ya da gerçeğe aykırı şekilde göstermekte maharetli olmanız gerekiyor. Dolayısıyla sanırım benim renkleri şiirsel bir şekilde kullanmaya çalıştığımı, toplumsal ya da politik bir eleştirmenden ziyade bir şaire yakın olduğumu söyleyebilirsiniz – mesela evsizlik üzerine bir film olan ama bu meseleyi alenen bildirici, açıklayıcı bir üslupla işlemeyen Geçmişi Olmayan Adam filminde olduğu gibi. Nihayetinde fikirler hakkında film yapılmaz; filmleri, hikâyeler ve o hikâyelerin içindeki insanlardan yola çıkarak yaparsınız.
Filmlerinizin oyuncularını kendiniz seçiyorsunuz, değil mi?
Elbette. Oyuncularımı vaktimin çoğunu geçirdiğim barlarda buluyorum. Gerçekten hepsi de profesyoneller ama insanlar, onların oynamalarına hiç izin vermediğimi söylüyorlar. Pek çoğu tiyatro kökenli ve orada onlara oyunculuğun bağırmak olduğu öğretiliyor. Benim oyuncularımla ilişkim hiç değişmedi. Repliklerini söylemelerini istediğim zaman parmağımı kaldırırım. Onlar da repliklerini söyler. Sonra ben de “Çok teşekkür ederim,” derim. Eğer daha fazla talimat istiyorlarsa, kapı her zaman orada.
Sizin oyunculuk kuramınızla Bertolt Brecht’inki arasında benzerlikler var mı?
Zannediyorum ki var. Şöyle ki, filmlerde aktörlerin “oynamaktan” ve kendilerini karakterleriyle fazlaca özdeşleştirmekten kaçınmaları gerektiğini düşünüyorum. Ben öğrenciyken Brecht tiyatrosuna çok ilgi gösteriliyordu ve onun dramatik ve aldatmaya dayalı tiyatroya karşı savunduğu epik ya da diyalektik tiyatro fikri muhtemelen beni etkiledi. Brecht’in aktörün kendini sadece karakterinden alıntı yapan bir anlatıcı gibi görmesi gerektiği fikrini seviyorum. Böylece seyirciler gördükleri şeyle duygusal olarak irtibat kurmak yerine entelektüel çıkarımlar yapmaya teşvik edilmiş oluyor.
Siz de Rainer Werner Fassbinder gibi hep belli bir grup oyuncuyla çalışıyorsunuz. Niçin?
Bunu gidip John Ford’a ve Howard Hawks’a sorun: Niye John Wayne adındaki o moronla bu kadar sık film çektiler? Niye, biliyor musunuz? Yürüyüşü yüzünden. Jean-Luc Godard bir seferinde kötü adamı oynadığı zaman Wayne’den ne kadar nefret ettiğini ve Çöl Aslanı [1956] filminin sonunda Natalie Wood’u kollarına aldığında ise onu ne kadar çok sevdiğinden söz etmişti. Her halükârda, yürüyüşü hep aynıydı onun. Yani zaten birlikte çalıştığın oyuncular işi kıvırıyorsa, niye yeni oyuncularla uğraşasın ki? Niçin iyi bir oyuncuyu sırf yeni bir film yapıyorsun diye değiştiresin?
Birden fazla tekrar yaptığınız oluyor mu?
Hayır. Genelde provayı çekiyorum, sonra da ilk kaydı çekiyormuş gibi yapıyorum. Şimdilerde gerçi ilk kaydı da çekecek imkânım oluyor ama her zaman provayı basıyorum. Çok tekrar yapmayı istemiyorum, çünkü bence her yeni tekrarda oyuncular tazeliklerinden bir şeyler kaybediyor. Bu yüzden çekimlerden önce diyalogları okumalarına bile izin vermem. Başkalarının yaptığı filmlerde oyunculuk izlemeyi seviyorum ama işte bana uygun değil bu. Bir kuralım daha var bu arada: Bağırarak oynamak yasak olduğu gibi, gülmek de yasak. Ve gayet resmî bir Fince kullanıyorum. Sokak Fincesiyle filmler yapmayı denedim ama olmadı. Eminim sen de kendi tecrübelerinden biliyorsundur, Finlandiya’da insanlar benim filmlerimdeki gibi bir titizlikle konuşmuyorlar.
Sizi en çok etkileyen yönetmenler panteonunda kimler en başta geliyor?
Başta Robert Bresson. Kibritçi Kız filmini, Bresson’u bir epik film yönetmeni gibi göstermek maksadıyla çektim. Sonra Godard – kendi film devrimini yapmış bir yönetmendir. İlk kez 19 yaşında Tokyo Twilight [1957] ile keşfettiğim Yasujiro Ozu da var tabii. Ozu’nun filmlerinde bana en çok dokunan, her şeyden önce onun insaniyeti, dürüstlüğü ve namusu. Bir anlamda, ben de kendi yaptığım işlerde gayet Japonumdur. Süslemesiz; çünkü sanatın temelinde eksiltme ve yalınlık vardır. Başlangıçta bir fikirden ya da bir öyküden yola çıkarsın ve nihayetinde onu hakikat olacak kadar çıplak bir hale getirene dek gitgide eksiltirsin. Ancak o zaman işin biter.
1930’lar Fransız sinemasının şiirsel gerçekçiliğine de ilgi duyduğunuzu biliyorum. Özellikle de Jean Vigo’ya…
Evet, son filmi L’Atalante [1934] gelmiş geçmiş en önemli filmlerden biridir. Bu filmi ilk defa 1970’lerin sonunda Helsinki’deki bir film kulübünde izlemiştim. L’Atalante ölmek üzere olduğunu bilen bir adam tarafından çekilmişti ve bu yüzden hayatı, bir daha tecrübe edemeyeceği olanca güzelliğiyle yansıtıyordu. Ben bilhassa karısının yok olmasıyla birlikte çılgına dönen genç kocanın nehre atlayıp su altında karısını aradığı sekans gibi sekanslar nedeniyle hayranım bu filme. Bu, resim sanatına çok yaklaşan bir sinema türü. Bunu 1920’lerin sonlarında çekmeyi nasıl başardılar cidden bilmiyorum, ama şiire hiç L’Atalante’taki bu gibi sahnelerde olduğu kadar yaklaşılamadı. Vigo’nun yeniden hayata dönüp bunun gibi daha çok film çekmesi karşılığında 300 tane Hollywood’lu yönetmeni feda ederdim. Gerçi bu da abartılı oldu, çünkü zaten Kaliforniya’da hakiki bir yönetmen yok.
Hollywood demişken…
Konuşmamayı tercih ederim ama bu konuda bir şeyler duymak istediğini biliyorum, o yüzden birkaç şey söyleyeyim. Filmlerimi yapmamın sebebi Hollywood’dur. Çünkü oradan nefret ediyorum. Hollywood’a ne giderim, ne de halihazırdaki işlerini izlemek için vaktimi çarçur ederim. Kötü bir film çekebilirim, ama Hollywood’un her gün bir yenisini eklediği o boktan filmlere benzeyen bir şey yapmayı reddediyorum. Eski Hollywood’u seviyorum. Ama modern Hollywood, öldüğünün farkında bile olmayan ölü bir çıngıraklı yılandan başka bir şey değil. Sürekli Hollywood’a havlayan bir köpek gibiyim belki ama Hollywood, sahip olduğu bu güçle gerçekten iyi filmler yapabilirdi. Onun yerine, altmış yaşındaki adamlar ergenlerin seviyesine hitap eden –ve de sıkıcı– bir şiddet üretiyorlar; aşırı tüketim sinemayı öldürüyor. İnsanlar evlerinde oturup kötü televizyon programlarını bedavadan izleyebileceklerken niçin dışarı çıkıp da bu kötü filmlere para ödesinler ki? İnsanların silahla (va daha başka şeylerle) katledildiği filmlere hiç saygı duymuyorum. Bir de buna eğlence diyorlar.
Bak, bir film her zaman bir ölçeğe dayanır. Sen sağa sola rastgele ateş açarsan ya da patlayıcılarla oynarsan, o zaman hiçbir şey yeterli gelmeyecektir. Eskiden bir tane katil vardı ve bu yetiyordu; şimdi sırf seyircinin ilgisini çekebilmek için 300 bin tane adam öldürmen gerekiyor. Diğer taraftan, eğer bir filmin ölçüsü minimalist ilkelere göre olursa, o zaman bir öksürük sesi bile dramatik bir şey olur. Öyle bir filmde esas karakterin ayağı kayar da bir hendeğe düşerse, seyirci daha o anda karaktere ne olacak diye endişelenir. Halbuki diğer filmlerde insanlar uçaklardan aşağı atılır da yara bile almadan kurtulurlar. Ama benim filmlerimde ve aslında bir şiddet sahnesiyle başlayan Geçmişi Olmayan Adam’da bu olmaz. Çünkü oradaki şiddet dürüsttür, yani neyse odur, hızlı ve çirkindir. Helsinki’de şiddet cazibeli bir şey değildir; isimsizdir. Eğer insanlar güzel görünen ve uzun uzun anlatılan bir şiddeti izlemek istiyorlarsa, hasta olmalılar.
Her halükârda benim işimi biliyorsun: Ben tek bir izleyicide derin bir etki bırakmayı, iki milyon seyircide yüzeysel bir etki bırakmaya tercih ederim. Hatta olur da bir filmim dünya çapında büyük bir seyirci kitlesi tarafından izlenirse, o zaman bu işi beceremediğimi anlarım. Nihayetinde ben orta seviyede bir yönetmenim, ama iyiye yakın ve belki de iyi denebilecek birkaç tane film yaparsam, o zaman bu filmler bir araya geldiğinde bir şey ifade edebilir.
“Orta seviye” bir yönetmen, ama orta sınıf değil?
Hayır. Gerçekten orta sınıfın aile problemleri üzerine film yapmak benim hiç ilgimi çekmiyor. Orta sınıf insanın hayatı benim için ilginç değil. Ama kaybedenler benim için ilginç; çünkü bizzat ben de orta sınıftan bir kaybedenim. 1970’lerde birkaç yılımı ben de aç ve evsiz geçirdim. O günlerde tek yoldaşım uyku tulumumdu. Ama o zamanlar durum farklıydı; otlakçı olarak yaşasan da sonra nihayet bir iş tutup topluma karışabilirdin, kabul görürdün. Bugün ise soğuklarda ölür gidersin.
Öyleyse sizin esas meseleniz Finlandiya işçi sınıfı oldu?
Evet. Görünmeyen insanlar ya da bazı eleştirmenlerin tabiriyle, çirkin insanlar. Ama düşününce, kim güzel ki? Ben pek çok Hollywood yıldızını çirkin buluyorum, hem de fena halde çirkin. O kadınların bir kısmını makyajsız görmek istemezdim. Rol yapmayı hiç ama hiç bilmeyen insanlar ve de çirkinler. O yüzden ben kendi çirkin insanlarımla devam edeceğim. Finlandiya’da sayıları her geçen gün daha da artıyor. Burada sigara içersen, yemek yiyemezsin ya da bir şişe bira içersen, yemek yiyemez ya da sigara içemezsin. Hiçbir işte çalışmamış koskoca bir kuşağı kaybetmeye başladık. Burada pek çok yirmi yaşlarında insan var ve daha şimdiden iş imkânından sonsuza dek yoksun kaldılar. Ama aynı zamanda hükümet emeklilik yaşını 70’e çıkarmaktan bahsediyor.
Çağdaş sinemaya geri dönelim. Kendinizinkilerden başka hangi filmleri seviyorsunuz?
Açıkçası artık öyle çok film izlemiyorum. Dürüst olmak gerekirse, orta budala bir filme rast gelmek için on beş tane dandik film izleyerek vaktimi harcamak istemiyorum. Gerçekten iyi filmleri daha önce yüzer kere izlemişimdir zaten. Gene de Bresson’un Mouchette’iyle [1967] kıyasladığım Dardenne Kardeşler’in Rosetta’sını [1999] sevmiştim. Ken Loach’un Riff-Raff’ını da [1991] hatırlıyorum. Bir de arkadaşlarım Idrissa Ouedraogo, Jim Jarmusch ve Abbas Kiyarüstemi’nin işlerini beğeniyorum.
İlginizi çeken Finlandiyalı genç yönetmenler de var mı?
Pek yok. Çok büyük Finlandiyalı yönetmenler oldu, ama hiçbir zaman aynı anda olmadı. Ben özellikle Teuvo Tulio ve Nyrki Tapiovaara’yı severim. Bu bir tür lanet gibi aslında: Çok uzun zamandır biri çıksın da beni geçsin diye bekliyorum, çünkü çok yaşlı ve yorgunum artık, ama kimse çıkmadı. O yüzden iş benim başıma kaldı. Gençler çok tembel.
Finlandiyalı ve diğer milletlerden genç yönetmenlerde eksik olan ne peki? Sinema endüstrisini saymazsak…
Tevazu. Her şeyden önce insanın kendini unutabilmesi gerekir. En baştan başla, yani hiçbir şey olduğun, yalnızca toz olduğun gerçeğinden. Sonra yüzlerce film izle ve bunu yaparken de tamamen sessiz ol. Daha sonra kendi kendine hiçbir şey olmadığını tekrar ederek ormanda bir başına yürü. Tüm bunlardan sonra odaklanmak gerekiyor işte. Yani bir yüz tane daha film izleyeceksin. Ancak o zaman çalışmaya başlayabilirsin.
Finlandiya kültürü hakkında genel düşünceniz nedir?
Bugüne kadar gördüklerim arasında en kuvvetlisi. Beni neredeyse öldürüyordu. Aynı zamanda dünyadaki en güzel kültür olduğunu da düşünüyorum. Fakat onun da sorunu, Avrupa kültürünün genel sorunuyla aynı; yani satıhta hâlâ Avrupa’nın en önemli kültürü olmaya devam eden Amerikan kültürü. Daha derin bir şekilde var olan her şeyi havasız bırakıyor, ayağının altında ezip geçiyor.
Amerika Birleşik Devletleri, İranlı yönetmen Abbas Kiyarüstemi’ye vize vermediği için 2002 New York Film Festivali’ni boykot ettiğinizi biliyorum. Yorumlarınızı alabilir miyim?
New York Film Festivali’ni boykot etmediğimi belirteyim. Bu festivali çok severim. Ben Birleşik Devletler hükümetini boykot ettim. Abbas’ın ABD’ye girmesine izin verilmediğini öğrendiğimde elimde biletimle havaalanında bekliyordum ve dedim ki, tamam, eğer Amerikan hükümeti İranlı bir yönetmeni istemiyorsa, o zaman Finlandiyalı bir yönetmeni de istemeyecektir. Ben de istenmediğim yere gitmem.
Sizin bir açıklama yapıp Amerikan dış politikasını kınadığınızı ve savunma bakanı Donald Rumsfeld’i sizinle birlikte Finlandiya’da mantar toplamaya çağırdığınızı duyunca kahkahayla güldüm. Beri yandan, rock’n’roll’a, eski kovboy filmlerine ve 60 model Amerikan arabalarına olan düşkünlüğünüzü düşünürsek, Amerikan emperyalizminden ve bilhassa Amerika’nın bugün (kimilerine göre) petrol için Ortadoğu’da boy göstermesinden sızlanıyor olmanızda da bir çelişki var sanki.
Evet ama benim sevdiğim Amerika, Franklin Roosevelt’in Amerika’sı. George Bush denen palyaçonun, yanında yardakçısı Tony Blair’le yönettiği Amerika değil. Çünkü bu deliler iktidarda olduğu sürece pek bir ümidimiz olduğunu sanmıyorum. Açıkçası o palyaço ve yardakçısının dünyanın sonunu getireceğini düşünüyorum. Elveda.
Daha az tartışmalı bir konuya geçelim. Finler hakkında seyircinin şöyle bir tasavvuru var, hatta belki uluslararası bir tasavvur: Finler ketum, yalnız ve –kuzey rüzgârlarının da tesiriyle– uyuşuk bir sessizlikte donup kalmış bir halk. Finlandiya’da böyle çok insan var mı? Mesela Kibritçi Kız’daki Iris gibi?
Ülke böyle insanlarla dolup taşıyor. Ben de derinlerde böyle biriyim, arkadaşlarım da böyle. Fin bir karakterin ikram ettiği içkiyi kabul etme sakın.
Kibritçi Kız’da ölen Iris’in aksine, Ariel’de ve diğer birkaç filminizde karakterlerinizin kaçmasına izin veriyorsunuz. Niye Iris’e de aynı imkânı tanımadınız?
Ben Finlandiya’da kalırken karakterlerimin buradan gitmesini izlemekten sıkıldım. O yüzden Kibritçi Kız’da ana karakterim kaldı ve bu kez de ben gittim; yılın yarısını üzüm yetiştirerek, şarap yapıp içerek geçirdiğim Güney Avrupa’ya, Portekiz’e gittim. Bu, Finlandiya’yı sevmediğim anlamına gelmiyor. Vatanınızı sevseniz dahi küçük bir tatilden kimseye zarar gelmez.
Eğer benim zannettiğim gibi sahiden kendinizi çoğunlukla keyifsiz hissediyorsanız, Geçmişi Olmayan Adam gibi filmlerinizde neden şatafatsız fakat ısrarlı bir şekilde iyimser olmayı sürdüren bir damar var?
Açıkçası benim dünyanın gidişatı hakkında giderek kötümserleşmeme paralel olarak, filmlerimin de gitgide iyimserleşmesi gerektiği kanaatindeyim. En azından ben böyle düşünüyorum. Hayat dayanılmayacak kadar acıklı ve kimse için ümit yok. O yüzden şimdi mutlu sonlara içelim. Ve hiç değilse gülerek ölelim.
Bert Cardullo, In Search of Cinema: Writings on International Film Art’ın (2004) yazarı ve Jean Renoir: Interviews (2005) kitabının editörü. İstanbul’daki Fatih Üniversitesi’nde drama ve film üzerine dersler veriyor.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane