16 Aralık Cumartesi öğle saatlerinde düşen bir haber –kuşkusuz herkesi ilgilendirmeyen, evrensellikten olabildiğince uzak bir haber– Almanya 1. Ligi BBL’de ilk 12 hafta sonunda 4 galibiyetle 14. sırada yer alan Science City Jena’nın, 35 yaşındaki koçu Björn Harmsen’le sözleşme uzattığını bildiriyor. Yeni sözleşme bir buçuk ya da üç buçuk senelik değil. Ucu açık bir sözleşme.
“Harmsen burada dilediğince kalabilir,” diyor kulüp başkanı Lars Eberlein. “Bunun profesyonel spor dünyasında sık rastlanmayan bir şey olduğunun farkındayım. Ama Science City ailesinin tüm bileşenlerinin onayını alarak bu karara vardık, bu yola Björn’le devam etmemiz gerektiğinden hiç kimsenin şüphesi yoktu.”
Ömür boyu kontratla ödüllendirilen Harmsen henüz 35 yaşında, ancak bu, “üniversite şehri” Jena’nın üst düzey takım sporlarındaki yegâne temsilcisi olan kulüpte başantrenör olarak geçirdiği ikinci dönem. Bir başka basketbol-delisi-üniversite-şehri Göttingen’de doğup büyümüş, spor merakına fazla direnmeden teslim olmuş ve eğitimine Jena’da bulunan Sportgymnasium’da1 devam etmeye karar vermiş. Abitur yaptıktan sonra Bamberg’e “eli yüzü düzgün” bir bölüm okuma niyetiyle gidip orada karşılaştığı çocuklara basketbol dersi vermeye başlamış ve o dönemde milli takımla birlikte Brose Baskets’i de çalıştırmakta olan Dirk Bauermann’ın dikkatini çeken bir altyapı antrenörüne dönüşmüş. Bunu yalnızca bir yıl içinde başarmış, ne ki 2004-05 sezonu sonunda Bamberg’in ve Bauermann’ın sunduğu olanaklara omuz silkip evine, yani Jena’ya dönmüş. Burada ikinci ligde mücadele eden şehrin takımında (o zamanki ismiyle POM baskets Jena) bir iş bulması fazla uzun sürmemiş; Koç Frank Menz onu önce altyapı oyuncularını çalıştırmakla görevlendirse de, karşısındaki Nordik isimli gencin bununla yetinmeyeceğini çok geçmeden fark etmiş. Sezon sonunda Menz ve en güvenilir asistanı Harmsen, 2. Bundesliga’nın Güney Konferansı’ndan birinci kümeye yükselme biletini son dönemeçte kaybetmişler… Sırada önlerine geçen de tanıdık bir takım olmuş: ratiopharm Ulm. Bir sene sonra Bauermann’dan A2 milli takımını çalıştırma teklifi alan Menz, Jena’daki görevini 24 yaşındaki asistanına devretmeyi önerdiğinde kulüp başkanı Lars Eberlein değilmiş. Ama her ne olduysa, bu öneriye karşı çıkan olmamış. Ve sahne değişmiş. Yeni ismiyle Science City Jena, 2007-08 sezonuna bir BBL takımı olarak giriş yapmış.
Sahne bir kez daha değişiyor. 2017’nin ilk günlerinde Will Clyburn ile buluşuyoruz – “özel” bir söyleşi için, sözleştiğimiz üzere Volkswagen Arena’da. Clyburn, kendisiyle röportaj yapmak üzere olan gazeteciler için tehlikeli bir oyuncu sınıfına giriyor. Hayatı üzerine derin düşüncelere dalmak gibi bir âdeti olmayan, yaşadıklarını olabildiğince basitleştiren ve yaşadıklarıyla (ve onları yaşama biçimindeki basitlikle) sonuna kadar barışık biri. Kendi yaşamından soyutlanmışa benzeyen bir forvet. Söyleşinin farklı bölümlerinde söylediklerini yan yana getirdiğimizde şunun gibi bir cümle ortaya çıkabiliyor: “Hayatını kazanmaya çalışan genç bir babayım, şu ana dek bunu yapmanın bir yolunu bulacak kadar şanslıydım.”
Kariyerinin loş detaylarına indiğinizde size eşlik etmeye yanaşmıyor. Bunun utangaç bir kişilikten kaynaklandığı gibi yanlış bir düşünceye kapılabilirsiniz. Hayır, ona basketbol macerasının izi sürülebilen ilk durağı olan iki yıllık okuldaki, Marshalltown Community College’daki koçundan bahsettiğimde hissettiği şey, içten ve sahih bir şaşkınlık. Size yardımcı olmuyor, çünkü gerçekten de birinin bu bilgiyi hangi açıdan ilginç bulacağına akıl erdiremiyor.
“Hayır, her şey bundan ibaret değil,” diye bağırmak istiyorsunuz, “bir muhasebeciyle röportaj yapmıyorum. Çok uluslu bir şirketin ürün geliştirme departmanında da değilim.” Bununla birlikte, sohbete başlayalı daha üç dakika olmamışken, size kendini sevdirmiş oluyor. En büyük tehlike de işte burada başlıyor. Onu müthiş-kendiyle-barışıklığından daha fazla alıkoymak istemiyorsunuz. Sorulmamış sorularla dolu kâğıdı cebinize koyup, Clyburn’ü özgür bırakıyorsunuz.
Clyburn’ün en büyük şanslarından birinin, tekrar ve tekrar, oyunundaki bilmeceyi çözebilecek kadar mahir koçlarla karşılaşması olduğu düşünülebilir. Bir koçun bakış açısından, Clyburn takımınıza elit düzeyde bazı kabiliyetlerinin yanında dikkate değer kusurlarla birlikte geliyor. Onu sahada özgür bırakmak için görev tanımını doğru yapmalı ve bu gedikleri itinayla gizlemelisiniz. Ama bu yeterli olmayabilir, Clyburn’ün bilmecesi sizi evvela sezon planınızı ciddi biçimde gözden geçirmeye sevk edebilir. Fred Hoiberg, Thorsten Leibenath ve David Blatt, bu bilmeceyi çözebileceğinden kuşku duymayacağınız isimler. Utah’ta karşılaştığı Jim Boylen ve İstanbul’a gelmeden önce birlikte çalıştığı Dan Shamir2 de birkaç kutuyu dolduruyor ama sohbetimiz daha ziyade bir önceki cümledeki üç büyükusta üzerinden ilerliyor.
Clyburn’ün en çok saygı beslediği koçun Blatt olduğunu sezebiliyorsunuz. Kariyeri için en çok minnet duyduğu, neredeyse somut bir biçimde borçlu olduğunu hissettiği koç Fred Hoiberg. Marshalltown’da geçirdiği iki senede N, B, A harflerinin en haddini-aşmış-rüyalarına bile giremeyeceğini itiraf ediyor. Oradan ayrıldıktan altı yıl sonra, İstanbul’da saygın bir Euroleague takımının formasını giyiyor ve karşısındaki uykusunu alamamış adam ona NBA hayallerini soruyor. Eğer böyle bir şey varsa. Cevaptan bağımsız olarak, bu altı yıllık pencerede en tesirli kırılmayı “The Mayor” gerçekleştirmiş… Leibenath’ı konumlandırdığı yeri tarif etmek ise daha güç. Onun Blatt kadar özel bir deha olduğunu düşündüğünü sanmıyorum; hücumdaki yenilikçi metotlarını akla yatkın bulmakla birlikte, Ulm’de oynattığı basketbolu “Hoiball” felsefesi ile aynı cümle içinde geçirmekten özellikle kaçınıyor gibi. Ama onu (hemen şimdi) basketbol kariyerinin herhangi bir durağına, belirli bir koçun yanına ışınlayabileceğimi söyleseydim, eminim ki Almanya’ya, Leibenath’ın BBU ’01 tesislerindeki antrenman sahasına geri dönmeyi isterdi.
Thorsten’in takımında oynamanın ne kadar eğlenceli olduğunu yaşamadan bilemezsiniz. Her şeyi bir tür oyuna çeviriyor. Az önce antrenmanlar hakkında söylediklerimi hatırlıyor musun? Thorsten işte bunu değiştirebilen bir koç, parkedeki her anından keyif almanı sağlıyor. Buna antrenmanlar da dâhil! Onunla çalışırken hiçbir oyuncu, “Yine mi bunu yapacağız? Bıktım artık, mesleğimden nefret ediyorum!” diyemez.3
Mevsim nihayet bahara dönüyor, şimdi Ulm’deyiz. Değerli arkadaşım Robert Jerzy, Socrates Magazin’in bahar sayılarından biri için ratiopharm Ulm’ün rekor sezonunu inceleyecek. Yola Berlin’den çıkıyor; Frankfurt’u, Stuttgart’ı geçiyor ve artık Frankfurt ya da Stuttgart gibi şehirlere rastlayamayacağı kadar güneye iniyor. Gitmek istediği yerde, Thorsten Leibenath’ın bürosunda.
Maçlarda siyah takımı, turuncu kravatı ve Hababam Sınıfı Ahmet ile Başbakan Brad Stevens arasında bir yerde duran “temiz” görünümüyle zihnimize kazınmış Leibenath’tan farklı birini tarif ediyor sanki. Robert’i kazağı ve kot pantolonuyla karşılıyor. Gün içinde normalde hiç yalnız kalmadığını ama röportaj saati için bir istisna yarattığını söylüyor: “Buradayken sürekli insanlarla temasta olmaya çalışıyorum, kendini çevresinden soyutlayan biri değilim. Biz antrenörlere kalsa, bütün gün evde çalışmayı tercih ederdik. Böylesi daha basit olurdu. En nihayetinde, maç planını yapmak için sadece bir bilgisayara ve videolarımıza ihtiyaç duyarız. Sonra da bunları oyuncularla birlikte uygulamaya çalışırız. Ama bana göre mesai, oyuncularınızla yaptığınız antrenmanların dışına taşmasını isteyeceğiniz bir şey olmalı. Burada karşımda oturan kişi pazarlama ekibinden biri olabilir, iletişim ekibinden biri olabilir ya da altyapı antrenörlerimizden biri olabilir. Ama şu anda altyapı antrenörlerimizin hepsi parke üzerinde. Biraz önce onları 15 yaşında bir oyuncu hakkında konuşurken duydum, asistan koçumuz yanlarına yaklaştı ve elemanı yarın bireysel antrenmana gelmeye ikna etmelerini söyledi. Tam da istediğim gibi.”
ratiopharm Ulm, geçtiğimiz sezon BBL’deki ilk 27 maçında mağlubiyet yüzü görmedi ve ülke basketbol tarihinin en beklenmedik rekorlarından birine imza attı. Brose deplasmanında kazandıktan hemen bir maç sonra iç sahada Bayern’e yenilmeleri, tanık oldukları mucizenin boyut atlamasını ve kusursuz bir sezona dönüşmesini ümit eden basketbolseverleri ve dergilerindeki röportajın daha fazla yankı bulmasını ümit eden editörleri hayal kırıklığına uğrattı. Leibenath ve aldığı cazip tekliflere rağmen dokuz sezondur Ulm forması giyen Kaptan Per Günther ise bu muhabbet nihayet kapandığı için kaybetmelerine neredeyse sevinmişlerdi. Takım böylece play-off öncesinde yeniden daha ciddi meselelere odaklanabilirdi. Golden State Warriors’ın önceki sezon yaşadığına benzer bir şeyi tecrübe etmek istemezlerdi.
Sonunda tam olarak bunu tecrübe ettiler. Hatta 73 galibiyetli Warriors’ın aksine onlar finali de göremeyeceklerdi. Yarı finalde Brose Baskets, Bayern München ya da ALBA Berlin gibi devlere değil, iç sahada acı verici bir beşinci maç mağlubiyetinin ardından, EWE Baskets Oldenburg’a elendiler. Normal sezondaki keskinliklerini kaybettiklerini daha çeyrek final aşamasında, 93 bin nüfuslu Ludwigsburg’un4 sözde devlerine, MHP Riesen’e iki maç verdiklerinde göstermişlerdi.
Leibenath ve Günther bunu pek fazla dert edermişe benzemiyorlar. Günther birkaç sene önce verdiği bir mülakatta, NBA’deki yüzük avcılarıyla empati kuramadığını ve Ulm’deki şeyin bir parçası olmanın kendisi için şampiyonluktan daha değerli olduğunu söylemişti: “Ulm’de şampiyon olmadan da hayatta kalabiliriz.” Robert ile söyleşisi sırasında tonunu biraz değiştiriyor; 2013’teki kupa finalinde yaşadıklarını, hayatının maçını oynadıktan sonra ikincilikle yetinmenin hayal kırıklığını henüz atlatamadığını söylüyor. Kariyerinin ufak çaplı bir “Vizekusen”5 hikâyesi gibi göründüğünü düşünmeye başladığını itiraf ediyor.
Oyun kurucusunun bu benzetmesi, Leverkusen’de doğup büyüyen Leibenath’ın hoşuna gitmeyebilir. Basketbol kariyerine başladığı Bayer Giants Leverkusen, o dönemlerde yenilmez bir güç olsa da… Socrates Magazin’deki söyleşisinde o günlerde Dirk Bauermann’a öykündüğünü, başarılı bir koçun, takımında her şeyin kitabına uygun yapıldığından emin olması gerektiğini düşündüğünü anlatıyor: “Zamanla işin sırrının, kendi tabiatına uygun hareket etmekte yattığını anladım. Ve bazen otoriteden feragat etmenin daha değerli olduğunu fark edip, o eski katı yaklaşımımdan kurtuldum. Burada oyuncuların kendilerini özgür hissetmesine çok önem veriyoruz. Kısa seyahatlere iki katlı bir otobüsle gidiyoruz. Birinci kata koçların inmesi yasak. Oyuncular diledikleri gibi konuşabilsinler diye. Her konuda.”
Şu anda kulüp çalıştırmayan eski bir Euroleague koçu, Türkiye’nin zirve adayı takımlarına göre daha düşük yıllık bütçeleri olan ratiopharm Ulm benzeri projelerde risk almanın daha kolay olduğunu ve bu risklerin daha çabuk ödüle dönüştüğünü ama asla kalıcı olamayacağını söylüyor. Birkaç hafta sonra dergide yer vermek için Mithat Demirel ile görüştüğümüzde, daha önce Brose ve şimdi Ulm gibi kulüplerin bu “Moneyball” gömleğini iyi taşıdıklarını ama transfer döneminde ne kadar güçlü ve agresif olduklarını düşününce, bu tevazuyu biraz yersiz bulduğunu ifade ediyor. Hakikat, bu ikisinin arasında bir yerde duruyor olmalı. Belki de durmuyordur, hareket halindedir; Leibenath’ın otobüsünün birinci kat koridorlarında salınıyordur.
Yolu o koridordan geçen isimler arasında Clyburn de var, BBL’den sonra Türkiye kariyerine de sansasyon yapan bir takımla başlayan ve sezonu 10/10 ile açan Raymar Morgan da. Geçtiğimiz sene rakip boyalı alanı top güllesi gibi aşındırarak 27 maçlık galibiyet serisinde başrol oynayan Morgan’ın, Günther’le birlikte en büyük yardımcısı ise oyunun iki tarafını da harika oynayan bir başka mavi yakalı Hoiball mezunuydu: Chris Babb. Babb 2016 yazında aldığı tekliflere rağmen, Avrupa’daki ikinci profesyonel sezonuna da Ulm’de başlamaya karar vermişti. Sezonun en önemli hikâyelerinden birini yazan Braydon Hobbs, Ulm-Bayern istikametini takip eden oyunculardan sonuncusu olmayı seçti ve karanlık tarafa geçiş yaptı. Tıpkı BBL için yeterli olup olmadığı tartışılan eski usul bir oyuncu etiketiyle adım attığı Ulm’de temayüz eden sevimli dev John Bryant’ın bir zamanlar yaptığı gibi… Kolejde radarın hayli altında uçan ve bir anda Avrupa’da üst düzey takımların kadrolarında yer almalarını hayretle karşıladığınız Pierria Henry, Augustine Rubit gibi oyuncuların özgeçmişinde belli bir turunculuğa rastladığınızda sır perdesi kalkıyor. West Virginia kariyerinin son maçında çapraz bağlarını yırtan Da’Sean Butler da hayatının bir ağıt nesnesine dönüşmesine izin vermeyeceğini bu şehirde gösterdi ve şimdi aynı takımla üçüncü sezonunu geçiriyor. Başbakan’ın Butler günlerindeki favori öğrencilerinden Matt Howard’ı da geniş listeye ekleyelim, burada gayet verimli bir sezon geçirmişti… Potansiyellerini gerçekleştiremedikleri için eleştiri altında oldukları dönemlerde buraya gelip kariyerlerini doğru yola sokan Robin Benzing ve Daniel Theis’ın durumlarını ise farklı bir yazıya konu etmek gerek. Bir de yolunu gençlik yıllarında böyle bir yere düşüremediği için pişmanlık duyan Tim Ohlbrecht gibi örnekler var.
Leibenath kadro istikrarını çok önemsiyor olsa da, BBL finalleriyle noktalanan her iki sezonda da (2011-12 ve 2015-16) sil baştan kadrolarla yola çıkmak durumunda kalmıştı. Socrates Magazin’deki röportajında buna da değiniyor: “Sadakatin bazı finansal sınırları var. Eğer kadroda tutmayı istediğimiz bir oyuncuya, başka bir kulüp tarafından bizde kazanacağının yüzde 10 fazlası önerilirse, oyuncunun sadakat göstereceğinden en ufak bir şüphe duymayız. Yüzde 15 ya da 20’den söz ediyorsak, yine oyuncunun çok büyük ihtimalle takımda kalacağını varsayarız ve planımızı buna göre yaparız. Çünkü burada onu kollayacağımızı, saha içinde ya da dışında hiçbir şeyi dert etmesi gerekmeyeceğini bilir; başarılı bir takımın parçası olacak, uluslararası podyumda kendini gösterebilecek, play-off deneyimi yaşayacak ve coşkun kalabalıklar önünde, müthiş bir salonda en sevdiği işi yapacaktır. Antrenman salonuna geldiğinde, elinde kamçıyla bekleyen bir antrenör ekibi görmeyeceğini bilecektir… Peki, şimdi rakip takımın teklifini biraz daha artıralım, yüzde 50 diyelim. Bu noktada artık oyuncunun teklifi yok saymasını bekleyemeyiz. O kadar da romantik değiliz…”
2011 yazında ratiopharm Ulm’den teklif almadan önce Leibenath, BBL’de yeni bir şans bulmasının hayli zor göründüğünün farkındaydı. Dört yıl önce, İskoçya’da geçen tuhaf bir sezonun ardından, asistan koç olarak bıraktığı Gießen’e başantrenör olarak dönmüş; takımı kümede tutmasının karşılığında sözleşmesi iki yıl daha uzatılmış ama o Gießen’de kalmak yerine, Chris Fleming’in Brose Baskets’e geçişi sonrası boşalan Artland Dragons koltuğuna atlamayı seçilmişti. Quakenbrück’te işler istediği gibi gitmedi, ligin en çok yatırım yapan kulüplerinden biriyle iki yıl üst üste play-off dışında kalması felaket olarak yorumlandı. İtibar açısından başladığı yere gerilediğini hissediyor ve ikinci lig kulüplerinin ağzını yokluyordu.
O sırada Thomas Stoll’den bir telefon aldı. 2001 yılında “Ulmer Basketball” projesini başlatan iki isimden biri olan Dr. Stoll, halen Ulm adına sportif kararları veren kişi konumunda.6 Ve Leibenath’ı takımın başına getirmelerinin, verdikleri en iyi karar olduğundan emin görünüyor: “Her şeyden önce kafa dengi birini arıyorduk. Bu da tıpkı bizim gibi ‘kafadan çatlak’ biri demek. Leibenath böyle bir koç olduğunu kanıtladı, üstelik bu projeye olan katkıları sportif meselelerle sınırlı kalmadı. Koçun bürosu zaman içinde kulübün mutfağına, teamül dışı önerilerin sunulduğu bir laboratuvara dönüştü. Burada cesur denemeler yapmaktan övünç duyan insanlar topladık.”
2011’in yaz aylarında ratiopharm Ulm aynı zamanda kulübün isim sponsorunun desteğiyle inşa ettiği yeni salona geçiş yapmaya hazırlanıyordu. Onuncu yıl kutlamaları, yeni bir koç ve yeni bir salon… Kulüpteki ikinci dönemi açmak için daha iyi bir zamanlama olamazdı. O sezon finale giden yolda tüm maçlar kapalı gişe oynanacak, ortalama seyirci sayısı da %91,6 gibi bir artış gösterecekti. 2011’den bu yana altyapı faaliyetlerine de hız veren ve kulübün oyuncu havuzunu katladıkça katlayan ratiopharm Ulm, geçtiğimiz yıl ikinci kümeye yükselen bir pilot takıma da sahip. OrangeAcademy ismiyle takdis edilen bu takımın başında 38 yaşında bir Fin görüyoruz. Stoll ve Oettel’ın esas “çılgın” projesi ise, Ulm halkının bağışlarıyla inşa edilmesi planlanan OrangeCampus adlı herkese açık basketbol kompleksi. Bu kompleksle birlikte, şehirdeki lisanslı basketbolcu sayısının ilk planda 400’den 1000’e çıkarılması hedefleniyor.
(…) Teslim etmek gerekir ki ılıman iklimler, şiirden çok toplumsal hayata elverişlidir. İklim ne sert ne ılımansa, gökyüzünden tehlike de iyilik de beklemeden yaşamak mümkünse, ancak hayatın maddi çıkarlarıyla uğraşılır. (…) Her bakımdan ılıman olan Güney Almanya, zihinsel faaliyetler kadar çalışma faaliyetleri için de son derece zararlı, tekdüze bir esenlik halindedir. Bu sakin ve verimli ülke halkının en şiddetli isteği hep böyle yaşamayı sürdürmektir. Fakat yalnız bu arzuyla ne yapılabilir ki? Bu istek, insanı memnun etmeye yeten şeyin korunmasına bile yetmez.7
Ulm’den çıkıp biraz kuzeye seğirtelim, başlangıç noktamızdaki haberin adresi olan Jena’ya doğru. Madame de Staël’in 19. yüzyılın başlarında Paris’e gönderdiği, “hiç de Fransız olmamakla” suçlanan eserinin müsveddelerinden bir çentik atmış olarak.
Jena’nın şehir hafızasında turuncu topun yerini saptamak için daha çetrefil bir tarih okumasına girişmek gerekiyor. İlk olarak da politbüronun, 1969 yılında, Doğu Almanya’ya madalya getirme ihtimali düşük gözüken sporlardan desteğin çekilmesi yönünde verdiği karara uğramalısınız. Bu kararla birlikte amatör düzeye düşürülen sporlar arasında basketbol da vardı. Zira basketbolda Sovyetler ya da Amerikalılardan madalya çalmak neredeyse imkânsızdı. Her şehir için bir ya da iki odak sporu belirlendi, Jena’nın payına ise güreş ve eskrim düştü. Günün birinde basketboldan para kazanmayı ümit eden ve bunun için haftada beş gün antrenman yapan gençler, meşum 1969 kararıyla birlikte bu oyunu ancak üniversite sınırlarında oynayabilecek hale gelmişlerdi. Burada da haftada üç antrenmana çıksalar kendilerini şanslı sayıyorlardı.
O günlerde parkelerdeki geleceğinin elinden alındığını hissedenler arasında, şu anda Science City Jena altyapısının başında bulunan 54 yaşındaki Wolfgang Meier de vardı. Bu kararın yetenekli bir basketbolcu adayından kazara bir matematik öğretmenine dönüştürdüğü Meier, altmışlı yıllarda Batı Almanya ile başa baş mücadele edebilen Doğu basketbolunun beş altı yıl içindeki çöküşüne Jena’da tanıklık edecekti. Üniversitelerinde birer spor akademisi bulunduran Leipzig, Magdeburg ve Berlin, basketbol faaliyetlerinin izinin sürülebildiği yegâne şehirler olmuştu. Jena’daki her üç basketbolcudan ikisi bu şehirlere giderken, Meier gibi kalmayı tercih edenler basketbolu bir kıvılcım olarak bile olsa muhafaza etmeye çalışıyorlardı.
Tam da politbüro bu kararı aldığı sırada, Batı Almanya’da Münih 1972 için etraflı bir çalışmaya girişen Basketbol Federasyonu (DBB) ülkenin her köşesini didik didik arayarak Olimpik basketbolcular keşfediyordu. Anton Kartak ve (1962’de, tahmin edeceğiniz sebeplerle, Türkiye’den Almanya’ya göç eden) Yakovos Bilek gözetimindeki bu tetkikler sonucunda dört yıl içinde sıfırdan 50 kişilik bir Olimpik havuz meydana getirilmiş ve bu havuz, Münih kadrosuna 10 oyuncu vermişti. Takip eden yirmi yılda da Batı-Doğu arasındaki uçurum genişleyecek, Jena gibi istisnalar dışında Doğu şehirlerinde basketbol ateşini korumak mümkün olmayacaktı.
Peki Jena bunu nasıl becerdi? Anlaşılan, Meier ve duvarın yıkılmasından sonra şehre geri dönen antrenör arkadaşları el ele verip, 1996’da açılan Sportgymnasium Jena’da basketbolu merkezî bir konuma taşımışlardı. 2016’da ikinci kez BBL seviyesine yükselen Science City Jena’nın kadrosunda altyapıdan yetişmiş dokuz oyuncu olduğu hemen fark ediliyor.8 Bugün takımın başındaki genç mesih-koç da yolculuğunun ilk adımlarını Sportgymnasium Jena’da atmış.
Gerçek bir atılım yapmak için memleketten ayrılmayı beklemiş olsa da, Johannes Voigtmann şehir halkının en büyük gurur kaynaklarından.9 Rotası Hollanda ve Yunanistan’dan geçen ve zaman zaman A milli takım radarına giren 15 yıllık bir kariyerin ardından Jena’ya geri döndüğü 2015-16 sezonunda takımın BBL’e yükselmesine öncülük eden ve bu başarıdan iki hafta sonra emekli olan Guido Grünheid ise Jena basketbolunun gerçek kahramanı.
Diğer yandan, Jena’nın yükselme sezonunda ya da sonrasında bir araya getirdiği kadrolar, ilham verici olmaktan çok uzak. BBL’in üç büyüklerinde bir ömür geçirmiş Immanuel McElroy (37), Julius Jenkins (36), Derrick Allen (37) gibi Amerikalı veteranlarla birinci lig haritasında sağ kalmaya çalışan bir takım görüyoruz.10 Oyuncu takibi açısından baktığımızda, Ulm ile Jena arasındaki mesafeler daha da uzuyor.
Harmsen ile Leibenath’ın da birbirlerinin ruh ikizi olduğunu söyleyemeyiz. Gießen’de hayli başarısız birer sezon geçirmeleri dışında, hikâyelerinde bir ortaklık tespit etmek zor. Oylarınıza talip şıklığıyla Leibenath bir tarafta. Harmsen ve kimi zaman kazıttığı, kimi zaman Kloppvari bir “heavy metal” görüntüsüne bürüdüğü saçları diğer tarafta. Bürosundan hiç çıkmayan, “bir MacBook Pro, bir somun ekmek, bir tas su” şiarındaki Leibenath’a karşılık, Euroleague kulüplerine yaptığı hafta içi ziyaretleriyle haberlere konu olan Harmsen.11
Harmsen ve Jena’nın attıkları ömür boyu imza onları hastalıkta ve sağlıkta bir arada tutmaya yetecek mi, bu birliktelik yolun sonunda Leibenath ve Ulm gibi anlatmaya değer bir hikâyeye çıkacak mı, bunları kestiremiyorum. Almanya futbolunun son dönemde çıkardığı Julian Nagelsmann, Domenico Tedesco ve Hannes Wolf gibi fiyakalı çocukların, basketbol sahalarında gerçek bir karşılığı var mı, bu soruya da kesin bir cevabım yok. Yine de yıllar sonra bu sürgit sözleşmenin nerede durduğunu ve kıta basketbolu için olası etkilerini teşhis etmeye çalışmak eğlenceli olabilir.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane