Amsterdam’ın ev sahipliğindeki 1928 Olimpiyat Oyunları, atletizm müsabakalarında ilk kez kadınlara da yer açıyordu. Böylelikle dört sene önce Paris’teki kadın katılımcı sayısı ikiye katlanmış olacaktı. Bunu Alice Milliat önderliğinde başarıyla düzenlenen Dünya Kadın Oyunları’na olumlu bir cevap olarak görenler de vardı. Kırmızı şapkasıyla Polonya adına yarışan Halina Konopacka, 31 Temmuz Salı günü 39.62’lik derecesiyle disk atma dalında altın madalyayı kazandı. İlk şiir kitabını yayımlamadan bir sene önce…
Kadın sporcular Amsterdam’da disk atmanın yanı sıra 100 m, 4X100 m ve 800 m koşu ve yüksek atlama dallarında yarıştılar. 800 metre yarışının bitimiyle birlikte sporcuların büyük bölümünün yarışı tamamlamakta zorlandıklarına dair haberler yayıldı ve bu mesafenin kadınlara uygun olmadığı dillendirilmeye başladı. Bugün bakıldığında finalde koşan dokuz atletin yedisinin dönemleri için gayet iyi dereceler yaptıkları görülüyor, ancak bu haberler nedeniyle kadınlar bir sonraki 800 metre startları için 32 yıl beklemek zorunda kaldılar.
Yirmi beş yıl sonra IOC’nin başında, kadınların olimpiyat katılımının sadece yüzme, tenis, buz pateni ve eskrim gibi “kadınlara uygun” sporlarla sınırlandırılması gerektiğini (“ama kesinlikle gülle atma değil”) düşünen Avery Brundage vardı. Bununla beraber kendisinin bu ilerici görüşlerinin, komite üyeleri arasında pek yaygın olmadığını da sözlerine ekliyordu. Sporcu olmak için yapılan fiziksel egzersizlerin, kadınların üreme kabiliyetlerini (ve onlara çocuk bakma, evi çekip çevirme gibi süper-güçler sağlayan gizemli “yaşamsal enerjiyi”) olumsuz etkilediğini öne süren “tıbbi” teoriler, daha dünya iki büyük savaşını görmezden önce bile çöpe atılmıştı ama anlaşılan o ki, Brundage’ın komitesine kimse haber vermemişti.
1953’te Brundage başkanlığındaki Mexico City toplantısında giderleri kısma yönündeki en popüler öneri, kadınların oyunların dışında bırakılması oldu. Aynı yıl, Muhammed Ali’den pek hoşlanmayan ödüllü bir The New York Times yazarı şöyle yazdı: “Kadın yapısına tamamıyla aykırı müsabakaların gerektirdiği grotesk eğilip bükülmelerin, kıvrılmaların sonucu olarak, su mermeri kaşlarının üzerine ter damlaları düşmüş bir kızın görüntüsünde hiçbir kadınsılık ya da büyüleyicilik yoktur. Bunu söylemek biraz hödükçe olacak ama kendine saygısı olan herhangi bir lise öğrencisi, şampiyon bir kadın sporcuyu alt edecek performanslar ortaya koyabilir. Antik Yunan’da Olimpiyatları icat edenler işlerini biliyorlarmış; küçük hanımları yarışmaktan alıkoymakla yetinmemişler, onları seyirci olarak dahi içeri almamışlar. Beni yanlış anlamayın, lütfen. Kadınlar muhteşemdir. Ancak bu nefis yaratıklar disk fırlatmaya yahut gülle atmaya başladıklarında – adam bir şeyler hissetmekten kendini alamıyor. Ve bunun adı aşk değil, Buster.”
Yeni yüzyılın olimpiyatları, “kadınlara eşit temsiliyet” vaatleriyle birlikte geldi. Nitekim Londra 2012’de kadınlar ilk defa tüm olimpik sporlarda yarışabildiler. Fakat IAAF ve IOC’nin el birliğiyle yürüttüğü cinsiyet testleri, ara sıra birtakım mahkemelerde tek tük sağduyu engeline takılıp ivme kaybediyor olsa da, spordaki varlığını tüm gücüyle sürdürüyor. İnsanlık dışı olduğuna kanaat getirilen kromozom testlerinden sonra, artık yeni ve politik doğrucu ismiyle “hiperandrojenizm testlerini” konuşuyoruz. Vücudundaki testosteron seviyesinin kadın sınırlarını aşıp erkek sınırlarına geçtiği belirlenen atletlerden, kadınlarla birlikte koşmak istiyorlarsa bu seviyeyi aşağı çekmeleri talep ediliyor. Vücudun ürettiği testosteronun –sentetik testosteronun aksine– rekabet anlamında bir avantaj yarattığını destekleyen hiçbir bulgu mevcut olmasa da,1 tüm genetik, sosyoloji ve endokrinoloji uzmanları kadınlığın, erkekliğin, interseksliğin bir parametreye indirgenemeyecek ölçüde kompleks bir oluş olduğunu hatırlatmaya çalışsa da, işte buradayız ve hep birlikte Hindistan’dan gelen bir kadının bedenine bakıyoruz. IAAF, onu isteği dışında jinekolojik testlere soktu, hormon seviyesini ölçtü, bir dizi komik psikolojik değerlendirmeden geçirdi. Birileri engel olmasaydı, daha önce birçok trans bireye yaptıkları gibi, onu da vücudu hakkında istemediği kararlar almak için köşeye sıkıştıracaklardı. Eminim ki şimdiden hatırı sayılır bir madalya adayı olsaydı, yan kulvarlardan, birlikte koştuğu kadınlardan öfke dolu bir ses yükselecekti. Tıpkı Caster Semenya hakkında fikri sorulduğunda “Ben yorum yapmayacağım, sadece dönün bir bakın” diyen ve birkaç yıl sonra WADA tarafından spordan ömür boyu men cezası alan Mariya Savinova gibi. Birçoklarımız, bu dürtülere yenilmemek için ne kadar şiddetle direnmiş olurlarsa olsunlar, kendilerini Savinova’nın çağrısına yanıt vermiş, ekranlarına düşen kadının görüntüsünü incelemeye başlamış halde bulacaklar. Onun kadın doğduğunu, kadın yaşadığını söylemesine hiç kulak asmadan, vücuduna bakacağız, göğüslerine bakacağız, uzuvlarındaki kasların uzunluğuna bakacağız, yüz ifadesine bakacağız ve nihayet taytına/şortuna bakacağız. KENDİ kararımızı vermek için… Elimizde olsa testosteron değerlerine de bakardık.
Ne diyorduk? Polonya’dan gelen Kırmızı Şapkalı Olimpiyatiçe, altın madalya aldıktan bir yıl sonra şiir kitabı yayımlamıştı. Daha sonra bazı şiirleri de “Genç Polonya” hareketinin yarı-mitolojik kahramanlarını sayfalarından kovup yeniden neo-romantizme ve sokakların kahramanlarına dönmeye çalışan Skamander grubunun dergisinde yayımlanacaktı. Disk atan kadınlar hakkında The New York Times’daki köşesinde sayıklayan dar kafalı spor yazarını muhtemelen hiç tanımadı. Santhi Soundarajan ise 2006 Asya Oyunları’ndaki gümüş madalyasıyla, toplumun dokunulmayacak derecede aşağı bir tabakasına (hatta gölgelerine de basmasanız iyi edersiniz) mensup görüldüğü Hindistan’da, ülkenin en hızlı kadınının o “dokunulmazların” ya da Dalitlerin içinden çıkabileceğini ispat etmişti. Ya da, ispat ettiğini sanmıştı. Ancak Soundarajan’ın hormon değerlerini ölçen birtakım erkekler, onun Hindistan’ın en hızlı kadını olamayacağına, hatta Hindistan’ın sıradan hızda bir kadını da olamayacağına hükmettiler. Şiir yazacağı yıllarını bu erkeklerle mücadeleye ayırdı ve sonunda, en azından on yıl sonra, birçok insan onu ilham verici bir şampiyon olarak görüyor.
Seksen yıl sonra Dutee Chand’in (alegorik) Wikipedia sayfasına bakanlar ne görecekler? Onun şiir yazmasına izin verecek miyiz?
Belki son bir kez Georges Perec’in W ülkesine uğrayabiliriz.
W’de çocukların rahme düşmesi, Atlantiyat denilen büyük bir şenlik vesilesidir.
W kadınları harem dairesinde tutulur ve çok sıkı gözetime tabidirler, ya kaçarlarsa korkusundan değil –uysallıkları ibret vericidir ve dış dünyayla ilgili düşünceleri daha ziyade korku doludur– onları erkeklerden korumak için. Nitekim, genellikle W Sporunun acımasız Yasalarının Atlantiyatlar dışında bıraktıkları arasında yer alan pek çok Atlet, bu tür davranışları cezalandıran ağır yaptırımlara rağmen, neredeyse her gün, kadınlar dairesine zorla girmeye ve yatakhanelere ulaşmaya kalkışırlar. W toplumunu yöneten özel görüş açısı, zaten burada da kendine özgün bir uygulama alanı bulur: Atlete verilen cezanın insafsızlığı, tutuklandığı sırada onu kadınlardan ayıran mesafeyle doğru orantılıdır: Harem dairesini çeviren elektrik verilmiş hattın dolaylarında yakalanırsa, derhal kurşuna dizilmek tehlikesiyle karşı karşıya kalır; nöbetçiler bölgesini geçmeyi başarırsa, birkaç haftalık hücre cezasıyla paçayı kurtarabilir; kale duvarını aşmayı becerirse, sadece basit bir dayak cezası alacaktır ve yatakhanelere ulaşma şansına sahip olursa –böyle bir şey hiç görülmemiştir ama teorik olarak imkansız değildir– ana Statta seyirci önünde kutlanacak ve onursal Casanova unvanını alacaktır, bu da onun bir sonraki Atlantiyata resmi olarak katılmasını sağlayacaktır.
Kadınların sayısı oldukça sınırlıdır. Nadiren beş yüzü geçer. Zaten gelenek erkek çocukların hepsinin yaşatılmasını gerektirir (doğuştan onları rekabete elverişsiz kılan herhangi bir kusurları olması durumu hariç; çünkü bilindiği gibi, pentatlon ve dekatlon yarışmalarında küçük bir fiziksel sakatlık çoğu zaman bir engelden ziyade bir koz olarak kabul edilir), ama beş kızdan sadece biri hayatta bırakılır.
On üç on dört yaşlarına kadar kızlar Gençler Evi’nde oğlanların hayatını paylaşır. Sonra oğlanlar köylere gönderilir, orada önce acemi, daha sonra Atlet olurlar, kızlar da harem dairesinin yolunu tutarlar. Gün boyunca kamu yararına işlerle uğraşırlar: formaların, eşofmanların ve sancakların dokunması, ayakkabı imalatı, tören kostümlerinin dikilmesi, çeşitli yemek ve temizlik görevleri; tabii ki, doğurmak üzere olmadıkları ya da birkaç ay süresince kundak çocuklarına bakmadıkları takdirde. Atlantiyatlar hariç, harem dairesinden asla çıkmazlar.
Atlantiyatlar aşağı yukarı her ay yapılır. O zaman ana Stada döllenebilir oldukları kabul edilen kadınlar getirilir, giysileri çıkarılan ve piste salınan kadınlar yapabildikleri kadar hızlı koşmaya başlarlar. Yarım tur önde olmalarına izin verildikten sonra en iyi W atletleri, yani her köyden her dalın en iyi ikisi, yani toplam olarak, yirmi iki dal ve dört köy olduğuna göre, yüz yetmiş altı erkek, peşlerine düşürülür. Genellikle pistte bir tur atmak koşucuların kadınlara yetişmelerine yeter ve çoğu zaman şeref tribünlerinin karşısında, ya kül zeminli pistte ya da çimin üzerinde, ırzlarına geçilir.2
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane