Ulus Baker’in “Neden Godard’la uğraşıyoruz?” sorusuna verdiği ilk yanıt şudur: “Çünkü amaç ‘politika üstüne’ ya da ‘politika konulu’ film yapmak değil, politik filmi politik yapmak.”
Ama yazımızın konusunu Godard değil, iki Finlandiyalı adam oluşturduğu için, biz Baker’in bu sözleri Aki Kaurismäki için söylediğini varsayacağız. Zaten Godard ile Kaurismäki arasında da pek önemli farklar yok. Yalnızca Godard’ın daha çok burjuvaların öykülerini anlattığını söyleyebiliriz. Bunun da nedenini şöyle açıklar Godard: “Tanımadığım bir dekor içinde film yapamayacağım gibi, tanımadığım bir ortamı anlatmama da olanak yok. Burjuva öyküleri anlatan filmler yapmakla işe başlamamın nedeni de, burjuva kökenli olmamdır.”1
Yani burjuva hayranı bir züppe olduğundan değil, en iyi onları tanıdığı için burjuvaların öykülerini anlatmaya yönelir Godard. Bir başka söyleşisinde de şöyle der: “İnsanları birbirine karıştırmamalı. Birbirinden ayırmalı. Birinin çıkıp da farklı şeyleri, farklı ortamları birbirine karıştırmaya hakkı yoktur, karıştırmaya kalkacak olursa o ‘biri’ çok zor biri oluverir.”2
Sonrasında, “İşçiler mi?” diye sorar Godard, “Onlardan söz etmeyi çok isterim, ama ben onları yeteri kadar tanımıyorum” der. Fakat daha can alıcı bir soru daha sorar: “Peki, işçileri tanıyanlar, onlar hakkında film yapmak için ne bekliyor?”3
İşte Aki Kaurismäki, daha ilk uzun metraj filminde –bir rivayete göre Hitchcock’un ‘asla sinemaya uyarlanamaz’ dediği– Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sını çekmeye cesaret ederek, sinemaya ‘onlar’ hakkında film yapmak için girdiğini gösterir.
Kaurismäki bize, burjuvaların hayatlarının anlatıla anlatıla bitirilemediği ‘postmodern sanat dünyası’nın dışından bir yerlerden seslenir ve yoksulların sıradan hayatlarını anlatır. Ona dünya çapında ün kazandıran iki üçlemesi vardır: ‘Proletarya Üçlemesi’ (bilinen diğer adıyla ‘Tutunamayanlar Üçlemesi’) ve ülkesindeki işsizliği konu aldığı ‘Finlandiya Üçlemesi’.
Üstelik Kaurismäki’nin bunu Finlandiya’dan, yani bizim dünya üzerinde insan haklarına en çok saygı duyulan, işsizlere para ödeyecek kadar sosyal bir devletin ve üst düzey refahın olduğu bir yer olarak bildiğimiz topraklardan yapması onu daha değerli kılar. Ve belki de Kaurismäki için ironi burada başlar.
Çektiği hemen her filmle ülkesinin tüm imajını yerle bir eder. Bir cennetten değil, cennetteki gölgeler’den bahseder bize. Gölgede kalmış insanlardan ve hayatlardan bahseder.
Başka bir deyişle, Marx’ın o ünlü “Anlatılan senin hikayendir” deyişini filmlerine uyarlar. Hikayesini anlattığı insanları ezen, dışlayan ve bir kenara atan toplumun değerlerini de çoğu zaman sertçe, kendine özgü bir kara mizahla eleştirir. Filmlerinde çok az diyalog geçer, bunun yerine hemen her sahnede sözleri duruma cuk oturan şarkıları kullanır.4
Ve bu sahnelerin çoğunda Nietzsche’yi kıskandıracak bıyıklarıyla, yağlı uzun saçlarıyla ve ağzından neredeyse hiç düşürmediği sigarasıyla başlı başına bir karizmayla tanıştırır bizi: Matti Pellonpää.
Pellonpää bir kaybedendir; ama hakiki bir kaybeden. Üye olduğu bir kulübü falan yoktur. Hobi olarak değil bir yaşam biçimi olarak kaybeder. Altında pahalı bir motoru da yoktur, en fazla hurda bir arabası vardır. Ya da her gün başka bir kadınla da yatmaz. Ama her filminde mutlaka bir kadına aşık olur. Dahası, canlandırdığı karakterler aslında bir bakıma onun kendi hayatıdır. Evsiz yurtsuz, lokantalarda yatarak sürdürdüğü kendi bohem hayatı.
Kaurismäki’nin ilk uzun metraj filmi olduğunu söylediğimiz Rikos ja rangaistus’ta (1982) kasap Nikander olarak tanırız ilkin Pellonpää’yı. Daha sonra Kaurismäki’nin ‘Proletarya Üçlemesi’nin ilk filmi olan Varjoja paratiisissa’da (1986) bu sefer çöp toplarken, bir markette kasiyerlik yapan Ilona’ya aşık halde buluruz Nikander’i. Fakat Nikander çöp konteynırlarıyla evi arasında mekik dokuyan, katıldığı İngilizce kursları dışında hiçbir ‘sosyal aktivite’si olmayan, yalnız ve asosyal bir adamdır. Ilona ise sürekli iş değiştiren, iş dışındaysa hareketli bir hayatın ve sınıf atlamanın peşinde olan genç bir kadındır. Bu yüzden de Nikander’in onda ne bulduğunu anlayamaz. Çıktıkları bir akşam yemeğinde ısrarla kendisinden ne istediğini sorar ve sonunda Nikander’i sinirlendirir: “Hiç kimseden hiçbir şey istemiyorum. Ben Nikander’im. Eskiden kasaptım, şimdi çöpçüyüm. Dişlerim dökülüyor, midemde sorun var. Ama yaşamaya çalışıyorum. Sana söyleyecek başka sözüm yok. O yüzden, ne istediğimi sorma.”
Kaurismäki’nin bir başka filmi Ariel’de (1988) ise filmin ortalarında bir hapishanede çıkar karşımıza Matti Pellonpää. Canlandırdığı Mikkonen, dünyada adam öldürecek son insandır ve yıllardır cinayetten hapis yatıyordur. Koğuş arkadaşı Taisto ise hayat çok boktan deyip intihar eden madenci bir babanın madenci oğludur. Babası intihar edince, çalıştığı maden ocağı da kapanınca şehre iş bulmaya gelir; fakat yolda iki kişinin saldırısına uğrayıp gasp edilir. Daha sonra şehirde o iki kişiden birine tesadüfen rastlayınca adamdan zorla parasını almaya çalışırken polis tarafından yakalanıp tutuklanır. Bu arada tutuklanmadan önce çocuklu dul bir kadına da aşık olmuştur. Çok geçmeden zaten yıllardır hapis yatmaktan canına tak eden Mikkonen’le beraber hapisten kaçış planı yapmaya başlarlar. Buradan itibaren Mikkonen, arkadaşı Taisto’nun sevdiği kadın ve çocuğuyla birlikte Ariel adlı bir gemiyle Meksika’ya kaçmasını sağlamaya çalışır. Hatta bunun için bir banka soygununa da girişir, ki kendisi aynı zamanda dünyada banka soyacak son insandır da.
Tartışmasız en absürd Kaurismäki filmi olan Leningrad Cowboys Go America’da (1989) ise Leningrad Cowboys adında, ilginç saçlarıyla dikkat çeken Finli bir rock grubunun dolandırıcı menajeri Vladimir’i canlandırır. Film, grubun eski bir küçük kulübenin içinde sanat işlerinden sorumlu bir Sovyet görevlisi olduğunu sandığımız bir adama Katyusha‘yı çalmasıyla başlar. Fakat görevli, Vladimir’e grubun berbat olduğunu söyler. “Amerika’ya gidin, orada her türlü saçmalığı yerler” der ve Vladimir’e New York’taki kuzeninin telefonunu ve adresini verir. New York’a ulaştıklarındaysa bir hayal kırıklığı daha yaşarlar: “Meksika’ya gidin. Kuzenim evleniyor. Düğünde çalacak bir gruba ihtiyaçları var.” Böylece Ariel’de arkadaşı Taisto’yu gönderdiği Meksika’ya, bir sonraki filminde çılgın bir rock grubunun menajeri olarak gitmeyi başarır Pellonpää.
Pellonpää’nın bir başka Kaurismäki filmiyse Pidä huivista kiinni, Tatjana’dır (1994). Bir yolculuk filmidir bu. Matti’nin canlandırdığı Reino karakteri votkaya, yol arkadaşı Valto’ysa kahveye bağımlıdır. İki kafadarın ortak yanlarıysa briyantinli birer rocksever olmalarıdır. Valto’nun konforlu arabasında gayet pratik ve taşınabilir bir kahve makinesiyle muhteşem bir plakçalar da vardır. Tek eksikleri kendilerine eşlik edecek iki kadındır. Onları da yol üzerinde mola verdikleri bir yerden bulurlar: Tallinn’e giden, biri Estonyalı diğeri Rus iki kadın. Siyah beyaz, her zamanki kısa diyalog ve güzel müzikleriyle yine tam bir kaybeden filmidir bu. Kaurismäki filmlerindeki Estonya’ya kaçış miti yine gerçekleşecektir. Bunun için de Reino’nun elindeki votka şişesini bırakıp Tatjana’ya tutunması gerekmektedir.
Pellonpää’nın en sağlam karakterlerinden biri de Kaurismäki’nin Henri Murger’ın Bohem Hayatından Sahneler adlı romanından uyarladığı Boheemielämää (1992) filmindeki Rodolfo karakteridir. Rodolfo, Paris’te kaçak olarak yaşayan Arnavut bir ressamdır ve filmin adından da anlaşılacağı gibi iflah olmaz bir bohemdir. Fakat hikayenin yürüyebilmesi için arkadaş olabileceği kafa dengi bir bohem daha bulması gerekmektedir. Bunun için bir lokantada oturmuş verdiği siparişin gelmesini beklerken, tesadüfe bakın ki içeriye hiç basılmayan kitapların yazarı Marcel Marx girer ve Rodolfo’nun masasına oturur.
Marcel garsona iki yarım balık sipariş eder. Rodolfo, bunun garip bir sipariş olduğunu söyler. Marcel’se bu yolla her zaman tam bir balıktan daha fazla balık yiyebildiğini söyleyerek duruma açıklık getirir. Ardından garson, daha önce sipariş veren Rodolfo’ya balığını getirir, Marcel kendi siparişini sorar, garson son balığın Rodolfo’ya sipariş edildiğini söyler. Ancak Rodolfo iyi bir bohem olduğu kadar iyi bir insandır da, Marcel’e balığını paylaşmayı teklif eder. Marcel, bunu ilk başta kabul etmek istemez. “Sizi yemeğinizden mahrum etmek istemem beyefendi” der. Rodolfo, “Yani beni iyi niyetimi göstermekten mi mahrum edeceksiniz?” diye karşılık verince Marcel teklifi kabul eder. Ve balığı ikiye bölerek, afiyetle mideye indirirler.
Bu sahnede biraz durursak kısa bir çözümleme yapabiliriz. Örneğin Kaurismäki’nin Marcel’e Marx soyadını vermesiyle, daha bilinen bir “Marx” olan Karl’ın bohemlere olan önyargısı üzerinden bir okuma yapılabilir. Balığını paylaşan Pellonpää aracılığıyla Kaurismäki pekala bize şunu diyor olabilir: Evet, bazı insanlar hayatlarındaki maddi zorluklarla başa çıkamayabilirler. Hatta ellerine üç beş kuruş para geçtiğinde bunu beceriksizce savurabilirler ya da bir yankesiciye de kaptırabilirler. Fakat bu, onların devrim düşmanı falan olduğunu göstermez. Bilakis, cebinde meteliği yokken, üstelik hiç tanımadığı bir adamla tabağındaki balığı paylaşma cömertliğini gösteren bir adam sizin dostunuzdur. Üstelik bu adam bir de Matti Pellonpää’ysa zaten dostunuzdur.
Dostumuz Matti Pellonpää, henüz 44 yaşındayken, 13 Temmuz 1995 günü geçirdiği bir kalp kriziyle hayatını kaybetti. Kim bilir, belki en azından filmlerinde bu kadar çok sigara içmeseydi, hala yaşıyor olabilirdi. Ve belki de yaşasaydı, Kaurismäki’nin son filmi Le Havre’da (2011), kitaplarının basılmamasından olsa gerek, yazmayı bırakıp ayakkabı boyacılığına başlayan eski dostu Marcel Marx’ın yanında görecektik onu.
Yukarıda saydığımız filmleri dışında, Aki Kaurismäki’nin Calamari Union (1985), Hamlet liikemaailmassa (1987) ve Leningrad Cowboys Meet Moses (1994) filmlerinde de rol almıştı Matti Pellonpää. Aki’nin abisi Mika Kaurismäki’nin filmlerinde de oynadı.5
Pellonpää ayrıca, Jim Jarmusch’un –müziklerini Tom Waits’in yaptığı– Night on Earth (1991) filminde de rol alarak uluslararası tanınırlığını artırır. Ama o her şeyden önce Aki Kaurismäki’nin baş kaybedenidir.
Bunun içindir ki, Mies vailla menneisyyttä’daki (2002) bar sahnesinde Aki’nin kamerası duvarda asılı duran Matti Pellonpää’nın portresine odaklanıp öylece kalır bir süre. Ve akıllara Jean Cocteau’nun Orphée’deki (1950) “Sinema yaklaşmakta olan ölümü kaydeder” deyişi gelir. Ne de olsa hayat uzun bir ölümdür. Ve neyse ki, dostumuz Matti Pellonpää çoktan ölmüştür.
(Bu yazı ilk olarak Mesele Dergisi’nin Eylül 2012’de yayımlanan 69. sayısında yer almıştır)
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane