Pedro Almodovar, “İspanyol Sineması” denilen şeyin dünya ölçeğinde bir itibar kazanmasını sağlayan iki üç kişiden biriydi. “İtibar” lafı ile Almodovar’ı aynı cümle içinde kullanmak bile komik ama olan şey tam da bu maalesef. İlk dönem Almodovar filmlerini bilenler ve sevenler Almodovar’ın son 15 yıldaki “usta” yönetmen haline epey şaşırıyorlardır sanırım. Ama ne kadar şaşırırsak şaşıralım, Almodovar gerçekten de son 15 yılın en usta Avrupalı yönetmeni olarak kabul görüyor. Bizim memlekette bile “Almodovar” denince akabinde kimi saygı ve sevgi ifadeleri telaffuz ediliyor. Bu ne zaman ve nasıl oldu bilmiyorum. Ama Almodovar da bundan pek şikayetçi değil gibi görünüyor. 10 yıl kadar önce Cannes Film Festivali’nde jüri başkanı olan Sean Penn’e “Seni hangi sanatsal kriterlere göre başkan yaptılar hiç anlamadım?” diye laf soktuğunda anlamıştık bu “usta” yönetmen lafzının Almodovar’ı da büyülediğini.
Yaşadığımız dünya tuhaf. O yüzden bu duruma da bakıp şaşırmaktan başka bir şey yapamıyorum. Peki, bu Almodovar durumlarına neden bu kadar şaşırıyorum? Çok basit; çünkü onun ilk dönem sinemasını biliyor ve epey eğlenceli buluyorum. Neredeyse anarşist diyebileceğimiz bir tavırla başladığı yönetmenlik anlayışından sonra ortaya böylesi “sanatsal” bir kişiliğin çıkması yukarıda belirttiğim şaşırma durumlarına gark ediyor beni.
Bir de şöyle bir şey var; Almodovar’ın son 10 yılda yaptığı filmlerin neredeyse hepsi şu veya bu şekilde kötü filmler. Yani ne zaman ki Almodovar “usta” yönetmen klasmanına yükseldi filmleri de aynı hızda seviye kaybına uğradı. Annem Hakkında Her Şey (Todo sobre mi madre) ve Konuş Onunla (Hable con ella) sonrasında çektiği neredeyse tüm filmler Almodovar’ın eski güzelliklerini özleten yapımlar oldular.
Peki, neydi bu ilk dönem Almodovar Sineması dediğimiz şey? Özetle; bayağı denebilecek bir mizah anlayışı, rengârenk ve popüler deyimle “kitsch” bir estetik ve bolca şamata. Mesela ilk Almodovar filmi Pepi, Luci, Bom ve Diğer Kızlar’a (Pepi, Luci, Bom y otras chicas del montón) uzandığımızda bambaşka bir Almodovar çıkar karşımıza. Gönüllüler ve Almodovar’ın birkaç arkadaşıyla hafta sonları çekilen bu debut filmde bir polisin tecavüzüne uğrayan Pepi’nin maceralarına tanık oluruz. Pepi, tecavüze uğramaktan ziyade bekâretinin gitmesinden dolayı çok kızgındır. Zira bekâretini yüklü miktarda bir paraya satmak üzeredir ve yaşanan bu tecavüz olayı her şeyi berbat etmiştir. Pepi de polisten intikam almak için bir punk grubunun elemanları olan arkadaşlarına polisi dövdürür. Ama dövülen kişi polisin ikiz kardeşidir. Bunun üzerine intikam duygusu dinmeyen Pepi polisin karısı Luci’ye yaklaşır ve arkadaşı Bom sayesinde Luci’nin en güzel lezbiyen duygularını harekete geçirmeye çalışır ve sonunda amacına ulaşarak bir anlamda polisten intikamını almış olur.
Underground sinemanın babaları diyebileceğimiz John Waters ve Andy Warhol’den epeyi etkilenmiş gözüken Almodovar kendine özgü temaların ilk nüvelerini de bu filmle birlikte vermeye başlar: Kitsch estetik, “edepsiz” bir mizah ve ileride sinemasının karakteristiğine dönüşecek olan; saplantı.
Bu ilk filmin ardından Almodovar aynı damar üzerinden ilerleyerek ikinci filmini çekti: İhtiras Labirenti (Laberinto de pasiones). Bu filmde Pepi Luci Bom’dan farklı olarak belirli bir yapı kurmaya çalıştı. İlk filmin dağınık hali onu eğlenceli kılsa da, ortaya sinemasal anlamda tatmin edici bir sonuç çıkarmamıştı. İhtiras Labirenti’nde ise elindeki malzemeyi tutan Almodovar, dramatik yapıyı da güçlendirme çabasına girmişti. Tam bir başarıya ulaşmasa da bu girişim ileride “Almodovar Sineması” dediğimiz şeyin ilk emarelerini ortaya koymayı başaracaktı. Yine ilk filmde olduğu gibi ilginç ve bir o kadar saçma bir konudan yola çıkan Almodovar, bir nemfoman olan Sexilia, babası tahttan zorla indirilince Madrid’e kaçan eşcinsel Arap prensi Rıza, Rıza’yı bulmak için Madrid yollarına düşen gizli eşcinsel İranlı şeriatçı Sadec (Antonio Banderas) ve sürekli babası tarafından tecavüze uğrayan Queti’yi bir dizi tuhaf olay sonucu bir araya getirir. Filmin arkasında çalan ve bizzat Almodovar tarafından seslendirilen punk şarkılar filmin hızını artırırken sonunda elimizde iyi değilse de epey eğlenceli bir film kalır.
Üçüncü film Karanlık Alışkanlıklar (Entre tinieblas) ise Almodovar’ın yavaş yavaş komedi ile melodramı harmanlama çabasının ön plana çıktığı bir filmdi. Bu defa lezbiyen ve uyuşturucu bağımlısı rahibeler üzerinden kurduğu dramatik yapıya melodramı da ekleme çabasına girmişti Almodovar. Karanlık Alışkanlıklar bu kaynaştırma çabasının ilk filmi olduğu için çok kritik bir noktada duruyor. Zira Almodovar’ın bu komedi-dram ikilisini homojen kılacağı ve neredeyse kusursuz bir seviyeye çıkaracağı Arzunun Kanunu (La ley del deseo) öncesinde yapılmış ve bir anlamda bu başyapıtın ilk habercisi olmuştu.
Karanlık Alışkanlıklar’dan sonra Almodovar benzer denemeleri Matador ve Bunu Hak Edecek Ne Yaptım (¡¡Qué he hecho yo para merecer ésto?) ile de gerçekleştirdi. Özellikle Matador görsel anlamda stilize bir yapıya sahipti. Almodovar her filmiyle ileride sinemasının karakteristiği sayılacak durumları olgunlaştırıyordu. Matador’da karşımıza çıkan ve konunun da ana eksenini oluşturan tutku ile Bunu Hak Edecek Ne Yaptım’ın kitsch yapısı ilk dönem Almodovar filmlerin ucuz yapısının yavaş yavaş belirli bir biçim kazanmaya başladığının göstergeleriydi. Bu iki denemenin ardından ise gerçek başarı Arzunun Kanunu ile geldi.
Arzunun Kanunu, yukarıda bahsettiğim Almodovar temalarının hepsini bünyesinde barındıran bir güce sahipti. Hem mizahın hem de dramın dozajında olduğu ve bu durumların birbirini refüze etmediği Arzunun Kanunu ile birlikte 1986 öncesi Almodovar sinemasındaki o yırtık ve hafif yapı da toparlanmaya başlar. Aynı şekilde 1986 sonrası Almodovar sinemasının temel unsuru olan melodram da olgun haliyle ilk kez karşımıza çıkar.
Almodovar hiçbir filminde hem melodramın hem de mizahın dozajını Arzunun Kanunu’ndaki kadar iyi tutturamadı. Diğer Almodovar filmlerinde mutlaka bu iki kavramdan biri fazlasıyla ön plana çıkar. Mesela Annem Hakkında Her şey ya da Konuş Onunla’da mizahın dozu epeyi düşmüş melodram ön plana çıkmıştı. Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar (Mujeres al borde de un ataque de nervios) ya da Kika’da ise melodram ortadan kalkar ve bütün film sırtını Almodovar’ın mizah anlayışına yaslar.
Almodovar, Arzunun Kanunu’nu en sevdiği kavramlardan biri olan saplantı üzerine kurmuştu. Yarı otobiyografik sayılabilecek filmde iki erkek arasındaki güç ve tutkuya dayalı ilişkinin Rainer Werner Fassbinder filmlerini hatırlatan yapısı trajik finalinde bile Almodovar’ın mizahından kurtulamadı. Arzunun Kanunu aynı zamanda Almodovar’ın ilk dönem filmlerine bir vedasıydı. Çünkü bu filmden sonra Almodovar’ın engellenemez popülerleşmesi gerçekleşmiş ve özellikle Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar’dan sonra bu popülerleşme uluslararası seviyeye ulaşmıştı.
Mizah ve kitsch ucuzluk (Pepi Luci Bom ve İhtiras Labirenti), melodram, mizah ve kitsch estetiğin homojenleşmesi ve tüm bunların bir biçim kazanması (Bağla Beni, Sırrımın Çiçeği ve Arzunun Kanunu), melodramın artık başrolde olduğu, mainstream ve “klas” filmler (Yüksek Topuklar, Çıplak Ten, Annem Hakkında Her Şey, Konuş Onunla). Evet, Almodovar sinemasını bu kavramlar üzerinden kategorize edip son noktayı koyabilirdik ama maalesef bir de “Konuş Onunla sonrası kötü Almodovar Filmleri” başlığının olduğunu artık kabul etmemiz gerekiyor. Bizi eski Almodovar filmlerine şefkat duymaya sevk eden bu yeni filmlerde Almodovar fazlasıyla “yedim bitirdim ben bu işi, sanatçıyım ben sanatçı!” tavrıyla davranıyor.
Bir zamanlar Fassbinder’in ardından oluşacak boşluğu kimsenin dolduramayacağından bahsedilirdi. Hani olur da böyle bir şeyden bahsetmek durumunda kalınırsa da bu boşluğu doldurmaya muktedir olabilecek tek kişinin Almodovar olabileceği söylenirdi. Bu tip “doldurma” iddiaları da saçmalık ama eğer böyle bir durumdan bahsetmek zorunda kalsaydık Fassbinder’e yaklaşabilen yönetmenler içinde, François Ozon, João Pedro Rodrigues, Bruce LaBruce gibi isimlerin arasında Almodovar’dan bahsetmeye pek fırsat kalmazdı.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane