Eğer müziğe meraklıysanız hayatınız boyunca birçok yabancı ve yerli müzisyeni sahnede izlersiniz ama muhtemelen hiçbir şey Radiohead’i çıplak gözle izlemenin verdiği etkiyi yapmaz. Bu onları çok sevmenizle ya da ara sıra dinlemenizle de çok alâkalı değildir, onlardan nefret etmemeniz yeterlidir. Zira bir fiziksel deneyim olarak Radiohead’i oluşturan beş adamı izlemek ilginçtir. Size göre daha yüksek bir platformda duruşları, konser boyunca yaptıkları hareketler, enstrümanlarıyla kurdukları ve seyirciyle kuramadıkları ilişki…
Tanımlamaya çalışalım. Thom Yorke bütün gözlerin onun üzerinde olduğunu bilir ama aslında bunu bilmek istemediğini gösterir. Her şey ona bağlıdır, dikkatiniz de ilk birkaç dakika sadece onun üzerindedir. Birkaç adım gerisinde baterisinin arkasındaki Phil Selway, hareket alanının kısıtlı olması sebebiyle çok fazla öne çıkamaz. Ed O’Brien grubun tek yakışıklı üyesi olduğunun bilincindedir. Sahnede gerçekten ‘karizmatik’ olmaya çalışan tek isim de odur. İyi poz keser. Colin Greenwood ise zaten Colin Greenwood’dur, daha fazlası ya da azı değil. Lisede aynı sınıfta okuyup teneffüslerde kitaplar üzerine sohbet edebileceğiniz bir insanmış gibi durur.
Bir de bambaşka bir dünyada, herkesten ayrı bir yerdeymiş gibi duran Jonny Greenwood vardır. Sağında solunda duran aletlerle birlikte İngiliz müzisyen de seyircinin varlığından habersiz gibidir. Sürekli kablolarla uğraşması, gitar değiştirmesi, farklı enstrümanları kılıflarından çıkarması ve bu süreçte karşısında duran binlerce insana kulak asmaması onu grubun en ilginç üyesi yapar. Ona bakmak çoğu zaman sokakta rastladığınız bir inşaatı durup izlemekten farksızdır. Aslında Radiohead’e bakmak bunu düşündürür. Belki de tek fark, ustalara yaklaşıp fore kazık ya da radye temel üzerine sorular soramamanızdır. Sadece oturup izlersiniz. İnşa çalışmaları iki saat boyunca sürer. Sonra evinize dağılırsınız.
2011 yılında New York Times’ta çalışan Alex Pappademas, Radiohead’in gittiği her yerde olan ama hiçbir zaman kendini tam olarak açmayan bu adamın dünyasına girmek istemiş, bu inşa sürecini yazmak için Jonny Greenwood’un peşine düşmüştü. Greenwood o vakitler Polonya’da, Krakow civarlarında ikamet etmekteydi. 1990’lardan itibaren takıntısı hâline gelen, Radiohead dışındaki müzikal evriminde büyük pay sahibi olan Krzysztof Penderecki ile takılmak bu yolculuğun özel yanlarından sadece biriydi.
Röportaj da Polonya’da açılır. Ve hemen başlarda, söz Greenwood’un yan meşgalesine, orkestra tutkusuna gelir. Klasik müziğe ilgisi, deneysel parçalar yapma hevesi ve müzikal sınırlarını genişletme coşkusu çok erken yaşlarda başlamıştır. Bu tutkusu sayesinde Radiohead’in OK Computer sonrası evriminde de pay sahibi olmuş, kendilerine çizdikleri yeni yol haritalarında kaybolmamalarını sağlamıştır. Oxford doğumlu müzisyen bütünüyle sessiz bir odada, bir anda başlayan yaylıların benzersiz hissinden bahsederken lafı sinemaya getirir:
Bu tıpkı sinemaya gitmek gibi. İlk iki üç dakikada bütün filmler muazzammış gibi gelir. Zira perde devasadır. Çok geniştir. Yönetmenler bu iki üç dakikada istedikleri her şeyi yapar. Ne kadar film gördüğünüz önemli değildir. Hâlâ o anı yaşarsınız.
Paul Thomas Anderson’ın son filmi Junun da ilk üç dakikada bu hakkını kullanıyor. Her şeyin başladığı yer Mehrangarh Kalesi. Jonny Greenwood’un İsrailli besteci Shye Ben Tzur ile çalmak için gittiği yer orası. Yanlarında birçoğu yerel onlarca müzisyen var. Bir de Radiohead’in altıncı elemanı kabul edilen Nigel Goodrich. Üç hafta boyunca bu kaleye kapanan ekiple ilk tanıştığımız yer de burası. PTA, hiç zaman kaybetmeden bizi inşa sürecinin içerisine sokuyor. Çok fazla açıklamaya, çok fazla konuşmaya gerek yok. Zira buluştukları yerde buna gerek yok. Kimsenin burada duygularını aktarmak için söze, PR makinalarından fırlayan birkaç klişe “müziğin büyüsü” tantanasına ya da rehber kitaplarından dökülen “Hindistan’ın büyüsü” klişelerine ihtiyacı yok. Buradaysan, çalışacaksın. Her şeyden önce çalacaksın.
Açılış sahneleri Paul Thomas Anderson için, sessizlik ise Jonny Greenwood için bir hâyli mühim. İngiliz müzisyenin NY Times’a verdiği röportajın bir noktasında söz There Will Be Blood’ın klâsiklere giren açılış sahnesine gelir. Filmin ilk 12 dakikası sessizdir. Daha doğrusu hiçbir diyalog yoktur. Amerikalı yönetmen, Greenwood’a ilk olarak müziğin de olmadığı, sessiz o 12 dakikayı gösterir ve buna uygun bir müzik bestelemesini ister. Jonny Greenwood gördüklerinden çok etkilenmiştir ve heyecanlı bir şekilde diyalogsuz bu sahnenin müziksiz olmasını da ister. PTA kabul etmez ve 154 dakikalık bu çarpıcı dramanın Greenwood’un Popcorn Superhet’iyle bezeli açılışı ortaya çıkar.
Junun, o 12 dakikanın çok uzağında. Yönetmen koltuğunda Amerikalı oturuyor ama açılıştan itibaren bunu belli etmemenin yollarını arıyor. Kamera, daha önce sinemasında görmediğimiz kadar sallanıyor ve odalar içerisinde hiç olmadığı kadar pürüzlü hareket ediyor. O filmlerine özgü düşünülmüş, tasarlanmış aşırılık burada yok. Çünkü bunu bir film ya da sıradan bir müzik belgeseli yapmak istemiyor, belki de başlıbaşına inşa süreci üzerine bir inşa süreci yapmak istiyor.
Paul Thomas Anderson sinemasının mühim parçalarından biri de “camaraderie” duygusudur. Filmlerinde genelde aynı isimlerle çalışması, teknik ekibinde benzer yüzlere güvenmesi, hayatı boyunca Los Angeles’ta yaşaması ve orada takıldığı çevre bunun göstergesidir. 1970 doğumlu yönetmenin filmleri kadar çektiği klipler de aynı isimler etrafında dolaşır.
Bu, risk almadığı anlamına gelmiyor. Risk alır. Lâkin gündelik hayatında çok da sınırlarının dışına çıkmaz. Az röportaj verir, az konuşur. Belki de 20’li yaşlarındaki “yetenekli ama ukala velet” imajını sarsmak için buna karar vermiştir. Beyazlayan sakalları ve saçları, bir zamanlar Mike Figgis karşısına oturup pizza yerken porno konuşan o veletin yaşlandığına işarettir. Gittikçe daha az konuşur hâle gelen PTA, sinemadaki iddiasını ise korur. Kendi bildiğini okumayı sürdürür.
Junun, Amerikalı yönetmenin kariyerindeki en kendi hâlinde iş. İlk dakikalardan itibaren bunu anlıyorsunuz. Bu tam olarak bir PTA filmi değil. Lâkin bu bir Jonny Greenwood filmi de değil. Bir Radiohead konserindeymiş gibi hissediyor, Greenwood’un yine sahnelerin köşesine konuşlandığını görüyorsunuz. Film, genelde Shye Ben Tzur etrafında ilerliyor. Gittiği yer başlangıcından çok da uzakta değil. İçerik anlamında anlatılacak, özetlenebilecek bir öyküye de sahip değil. Birkaç insan toplanıp çalıyorlar, o kadar.
Zaten Junun’da ekran, Greenwood’un sinema deneyimi örneğinde söylediği kadar büyük de değil. Filmi MUBI aracılığıyla izliyoruz. Bu, 54 dakikalık macerayı telefonunuzda ya da bilgisayarınızda görebileceğiniz anlamına geliyor. Lâkin işin ilginç tarafı da burada başlıyor. Paul Thomas Anderson sinemasının bazı izleyicilere fazla gelen, bazılarının ise hayranlığını kazanan aşırılıkları biçimin ve sunumun kendisinde ortaya çıkıyor. Amerikalı yönetmen, “Paul Thomas Anderson, Radiohead’in gitaristi ile Hindistan’da bir film çekmiş, birkaç dolar karşılığında internetten izleyicilere açmış” etiketi altında sunulan bu filmi olabilecek en radikal şekilde tasarlıyor ve sunuyor. Hiçbir şeyi söze dökmeden…
Ortalarda bir yerde dışarı çıkıyor, bizi kuşlarıyla karşılayan Latif Kureşhi ile tanışıyoruz. Nasıl onların kendisinden korkmadığını, bunun bir aile geleneği olduğunu anlatıyor. Az önce başlayan müzik yükselip alçalırken dudaklarından şu sözler çıkıyor: “Yalnızsam gelir, elime, başıma, omzuma dokunurlar.” Bir taraftan drone ile çekilen bu sahnede kamera havada süzülüyor ve geniş bir açıdan etrafı göstermeye başlıyor. Latif hâlâ merkezde. Kuşlar da. O an Paul Thomas Anderson’ın beklediğini hissediyorsunuz. Belki de kuşların gelip Latif’in vücuduna konmasını bekliyor. Olmuyor. Filmin en geveze sahnesi birkaç kuşun kanat çırpmasıyla sona eriyor ve kaleye dönüyorsunuz.
Belki de Junun’un gizemi o sahnede yatıyor. Bazen o kuşlar gelir kafanıza konar. Bazen de yanınızdan uçup giderler. Sanatta hiçbir şey kağıtta durduğu ya da bir cafede sıcak içecekler yudumlarken yakın arkadaşlarınıza anlattığınız gibi yaşanmaz. İnşa hep sürer. Paul Thomas Anderson ve Jonny Greenwood için de tekerlek dönmeye devam ediyor. Hedef bir tam tur dönmek ve bitirmek için hâlâ çok zaman var. Sen de bir kamera al, birkaç müzisyen yakala ve bir şeyler çek. Ya da artık şu yazıya bir nokta koy ve gerçek bir şeyler yazmaya başla.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane