Skip to content

Haluk Yıldırım’ı Tanımadığım Gün

Teslim tarihine yetişmeyen hayat-ı hakikiye hikayesi. HHH.

Sandalye b u r a d a duruyor, masa da o r a d a duruyor. Bununla demek istiyorum ki, bir hikaye anlatacağım.

Türkiye Hikayelerini Anlatıyor projesine rastladığımda yazmaya karar vermiştim aşağıdakini. Yazıya oturduğumda teslim tarihi geçmişti, zaten istenen vuruş sayısını aşacağı her halinden belliydi. Uyanıncaya kadar bekleyemedim.


2005, çorlu
evde internet yoktu

“Basketbolla ilgilenir misin?”

Evet, dedim. Hayatım boyunca duymayı beklediğim soruydu bu ve o günlerde hiç kimsenin sorduğu yoktu.

“Yani oynamayı kastetmiyorum, takip eder misin?”

Başımı salladım. Zoraki bir gülümsemeyle. Böyle olmasını hayal etmemiştim. Başka birilerinden duymayı istemiştim. Çorlu Şifa Hastanesi’nde karanlık bir odada, o gün muayene ettiği yirmi beşinci hastaya teşhis koymak üzere olan bir doktordan değil. Kesinlikle değil.

Boynumdaki bezelerin (konuşmalara ilk olarak bu şekilde girmişlerdi) sayıları ve büyüklükleri neredeyse yutkunmamı engelleyecek bir hale gelmişti. Buna aşırı kilo kaybı (obezite kıyısında girdiğim yazdan 57 kilo çıkmıştım, en az 15 kayıp vardı), yüksek ateş (havalar bir türlü serinlemedi, diyordum) ve gece terlemesi (eskiden olsa suçlayabileceğim fazla kilolar artık yoktu) de eklenince annem için kusursuz senaryo gerçekleşmişti.

Sökük düğmeler ya da lezzetsiz yemekler başka bir günün konusu; sağlığımız konusundaki kuruntularıyla üzerimize çöker, bizi umursadığından emin olmamızı sağlardı annem. Bunları bir nebze mantığa oturtmak için kupon mafyasına ruhunu satmıştı. Bana, ablama ama en çok da anneanneme karaborsadan eski gazete toplatırdı. Gelişim Hachette, Meydan Larousse, Temel Britannica gibi bir yığın tuhaf isimli ansiklopedinin yanında kütüphanemizin onur konukları, gazetelerin dağıttığı Mayo Clinic ve Medicana gibi başka tuhaf isimleri olan başka ansiklopedilerdi. Bunların pek güvenilir olmadıklarını ilk bakışta fark edebilirdiniz, ama annemin doktorlarla konuşurken bir özgüven zırhıyla kuşanmasını sağlamaya yetiyorlardı. Kendi kendini yetiştirmiş olduğunu söylemek fazla kaçardı elbette. Ansiklopediler ne kadar güvenilirse, zırh da o kadar dayanıklıydı.

Normalde onu ve ansiklopedilerini alt etmek için birkaç hamle yeterdi ama bu kez farklıydı. İşaretler benim de görebileceğim bir büyüklüğe ulaşmıştı. Nodül deniyordu bunlara, Medicana’da öyle yazıyordu. Gece terlemeleriyle uyandıkça kütüphane ziyaretlerine ben de başlamıştım. Yakalanmamaya özen gösteriyordum ama yeni ev yeterince büyük değildi.

Bir gün doktora gitmeyi kabul ettim. Bu noktaya bu kadar çabuk gelmemizi beklemiyordu, şaşkındı. Her gün hastaneleri arayarak çıkardığı doktor listesini getirmeye gitti. Okul başlamıştı, “ÖSS için en önemlisi son iki seneydi” ve ne soru bankaları, ne de insanların verdiğim kilolar sonrasındaki yeni görüntüme tepkileri hayatımı kolaylaştırıyordu. İşi gerçekten bu olan birinden bir teşhis duymalı, bundan kurtulmalıydım. Zaten “hayat enerjisi” çok yüksek biri sayılmazdım, en kötüsünü bile kaldırabileceğimi düşünüyordum. Kaldırmak derken, golü yiyerek tehlikeyi savuşturmak gibi.

Yine de beklediğimden zor oluyordu. Basketbol da nereden çıktı şimdi?

Doktor sözlerine başlamadan önce, annemden dışarıya çıkmasını istedi. İki yetişkin gibi konuşabiliriz, diyordu, Cem güçlü bir çocuk. Bu sözleri vakur karşılamamıştı elbette, kuruntuları gerçeğe dönüşüyordu. Zorla birkaç adım geriye atmış, kapının eşiğinden doktoru dinlemeye devam etmişti. 9.15’i yavaş yavaş ihlal eden savunma oyuncuları gibi.

“O zaman Haluk Yıldırım’ı da tanıyorsundur?”

Tanıyordum tabii, bir hastane odasında 1999’da Fransa maçında kaçırdığı üçlüğü tartışmayacağımızı bilecek kadar yakından tanıyordum. Bir sene önce gazetelerde ciddi bir hastalığa yakalandığını okumuştum, hatta kanser sözü geçiyordu yanılmıyorsam. Evine gidip iç burkan bir fotoğrafını çekmeyi ihmal etmemişlerdi Haluk’un. Ülkerspor’un, yıllarca formasını giyen oyuncusunu yalnız bıraktığını, ancak “gerçek bir şampiyon” gibi tedaviye iyi yanıt verdiğini okumuştum daha sonra. Yeni sezona da Beşiktaş formasıyla başlamıştı, her zamankinden iyi gözüküyordu. Fener’i Yıldırım Çarptı başlıkları geri dönmüştü.

Evdeki bütün kadınlar gibi annemin de tanıdığı birkaç basketbolcu vardı. Bir şeyler görüyor, bazı yabancı isimler işitiyorlardı. Onların adet döngüsüne girmiş gibi hissediyordum, aralarında Hidayet’ten, Iverson’dan konuştuklarını fark ettiğimde. Ama Ülkerspor’un yerli rotasyon oyuncularına kadar inememişlerdi elbette. Doktor, aramızda gizli bir ortak dil yaratmış olmanın verdiği gururla, “Sen de onun hastalığına yakalanmış olabilirsin – ama biliyorsun, Haluk hastalığı yendi ve sanırım yeniden oynamaya da başlamış” dedi. Annem artık yanımızdaydı, bu oyunu devam ettirmemize daha fazla izin vermeyecekti. Aslında ben de daha fazlasını öğrenmek istiyordum, duymayı beklediğim teşhis, “Haluk Yıldırım’ın yendiği hastalık” değildi. Bir yandan da güvensizliğimi gizlemeye çalışıyor, anneme tamam-biz-anlaştık bakışları atıyordum.

Doktor fazla direnemedi, benden de pek yardım alamamıştı. Ağzından ‘kanser’ kelimesi çıktığında, odanın havası birdenbire değişti. Böyle bir güce sahipti bu kelime, her şehirdeki her odada bunu becerebilirdi. Susmuştuk ikimiz de. Wittgenstein’ı tanımıyorduk.

Hodgkin Lenfoma’nın sağ kalma yüzdesi en yüksek kanser türlerinden biri olduğunu o günlerde bilmiyordum, hayatıma internetin girmesinden yıllar sonra hastalığı araştırmaya karar verdiğimde öğrenmiştim. O gün doktorun daha doğrudan olmasını isterdim. Genç biriydi; belki birtakım yeminlere sadık davranıyordu, belki de kötü bir doktor olacaktı.

***

Basketbolu hastalıklı bir çocuk gibi takip etmeye başladığımda dokuz ya da on yaşındaydım. Bundan birkaç sene önce annemle babam ayrılmışlardı ve Çorlu’ya, annemin ailesinin yanına taşınmıştık. Yılbaşında alınan bir düzine ajandaya not edilen istatistikler, gazetelerden kesilen boxscore ve kupürler, “temize çekilen” vasat Ali Özsoy yazıları, Carnation Garden adını verdiğiniz uzun bir koridor,1 portatif bir panya, kırmızı-beyaz çizgileri olan ve daima çok kötü kokan Voit marka bir top, karşı sokakta oturan bir ilkokul arkadaşı, yakın bir okul bahçesi… Daha fazlasına ihtiyaç duymazsınız. Daha hastalıklı olamaz.

Basketbolcu olmayacağımı başından beri biliyordum, yanlış anlamayın. Koç eli değmemiş şutumu gördüğünüzde tüm şüphe bulutları dağılırdı zaten. Ama basketbolcular havalı çocuklara benziyorlardı. Basketbolla ilgileniyor olmanın sosyal bir zayıflığa denk geldiği bir dünyayı zihnimde canlandıramıyordum.

Yatakhanedeki ilk hafta zor geçmişti. Oda arkadaşım dünya üzerindeki en sakin tiplerden biri olduğu için başlangıçta kendimi şanslı saymıştım. Benimle aynı ortaokuldan mezun olmuştu ama birbirimizi on metrekarelik o odada bulmadan önce dikkatimi bir kere bile çekmemişti. İngilizce öğretmenimin oğlu olduğunu biliyordum sadece. Aynı şehirden gelip aynı sınıfa düştüğümüz için bizi aynı odaya koymaya karar vermişlerdi. Başka da kriter yoktu zaten.

Sınıfta iki yatılı daha vardı. Biri Karaman’dan, diğeri İzmit’ten katılıyordu yarışmaya. Yatakhane standartlarına göre ikisi de havalı çocuklardı ve ikisi de beni pek sevmezlerdi. Tanımadığım bir kombinasyon değildi bu. İzmit’ten gelenin adı Tuna’ydı. Basketbol oynamazdı. Uzun boylu çocuk avına çıkan seksi bedenciden kaçamadığı için voleybol takımında bulmuştu kendini. 1999 çok geride kalmış sayılmazdı, bizim yaşımızdaki çocuklar için İzmit’in tek bir anlamı vardı. Diğerlerini unutmuştuk. Aklımdaki soruyu içimde tutmayı o günlerde öğrenmiştim. Öğretmenlerimizden biri tutmamıştı. Neredeyse talihinden utanarak, en yakınındakileri kaybetmediğini söylemişti Tuna. İsminin çağrıştırdığı ilk şey deprem, son şey basketboldu.

Karaman’dan gelen Enes’ti. Birilerinden annesini ya da babasını kaybettiğini duymuştum. Hazırlıktayken basketbol konuşabildiğim iki-üç çocuktan biriydi. Abonesi olduğum Pivot dergisinin son sayısını ödünç alırdı bazen odaya gelip. Murat Didin’in 2002 Dünya Şampiyonası’nı yorumlarken yumurtladığı telaffuzların hangisinin daha komik olduğunu (Ben Wallace vs. Malik Rose) veya Batur Abi’nin vücuduna yapışan parlak milli formayı ekran önünde giymesinin medeni cesaretiyle mi, yoksa Turkcell’den indirdiği parayla mı ilgili olduğunu tartışırdık. Sahada da özellikle hesitation dribble işini iyi kıvırırdı. Saha görüşü epey kötüydü, hiçbir zaman oyunu fazla umursamamış olduğundan neredeyse eminim. Oyun kurduğuna hiç tanık olmadığım bir oyun kurucuydu kısacası. Ama etkili penetreleriyle benden daha iyi bir skorerdi.

Bense sadece iyi şut atardım.

Lise birde 3-5 arası tek potalarının yoğunluğu arttı ama Enes, beklendiği üzere, maçlara uğramayı kesti. Odaya da daha çok arkadaşımın ders notları için geliyordu. Bir keresinde o hastalıklı ajandalardan birini görmüş, içinde Doppler-Effekt ile ilgili notlar ararken çok daha komik şeylere rastlamıştı. Kendi yazılarımı da yazmaya başlamıştım o sene ilk kez ajandalara. Enes de bu yazıları keşfetmişti. Basketbol meleklerinin o gece Detroit’in yanında olmadığını söylüyordu yazı ve bu kötü analojiyi daha da ileri götürüyordu. Enes hızını alamayıp koridora çıkacak, etrafında hatırı sayılır bir kitle oluşturduğunda performansına orada devam edecekti. Yatakhanede Haftanın En Acımasız 10 Şakası arasına girmezdi muhtemelen, gösteri sona erdiğinde Enes’in “çocukluk” ettiğini söylemiştim oda arkadaşıma. Ama beş dakika öncesine kadar elindekini alıp işkenceye son vermek için yapmadığım şey kalmamıştı.

Yatakhanede yaşananlar, elbette yatakhanede kalmazdı. Ortaokuldaki sıra arkadaşım Cağaloğlu Anadolu Lisesi’ni kazanınca bizim yatakhaneye girmiş, “Cemşit” lakabı da bu sayede yeni sınıfıma neredeyse benimle birlikte adım atmıştı. Hatta Çorlu-İstanbul geçişini benden daha sağlam yaptı lakap. Lakabımla yaşıyordum. Daha sonra yanımıza Detroit’i yalnız bırakan melekler de geldi. Bir gün “Kaan Kural’ın veliahtı” demişti Altuğ sırıtarak. Yıllar sonra Altuğ’u her zaman içten pazarlıklı bulduğunu söyleyecekti liseden miras kalan başka bir arkadaşım. Ben her zaman çok sevmiştim. Kaan Kural’ı da severdim. Benzetme görüntü açısından da uygundu, Altuğ popüler bir çocuktu ve bir süre Kaan Kural şakalarına da maruz kaldım.

Cuma günleri, diğer günlerden daha erken paydos yapıyorduk. Herhalde tüm okullar için böyleydi bu durum. Arkadaşlarımın çoğu Tünel’den Beyoğlu’na çıkardı. Ama beni bekleyen bir servis vardı. Bizim lisedekilere Cağaloğlu ve Vefa’da okuyan çocukları da ekleyince Çorlu eşrafı epey genişliyordu ve bunu keşfeden steril anne babalarımız bizi otogarın tehlikelerinden kurtarmak için bir şehirlerarası servis tutmuşlardı. Akşam olmadan çoktan eve dönmüş ve televizyonun karşısına geçmiş oluyordum. Bir ara Arka Sayfa adında bir kültür-sanat programı yayınlanıyordu, NBA Stüdyo’ya kadar onunla vakit geçirirdim. NTV havalı bir kanaldı. Birkaç sene sonra yan kanalda The OC’yi yayınlamaya başladıklarında hayati bir ikilemle karşılaşmıştım. Gerçek olamayacak kadar güzel kızlar vardı dizide. Kaan Kural’ın veliahtı olmakla etkileyemeyeceğiniz kızlar… Anneler, LSD’ye verecek paranız yoksa çocuğunuza renkli televizyon alın.

***

Kelimenin ağırlığı beni de şöyle bir silkelemişti. Kemoterapi hakkında sorular sormam, Haluk Yıldırım’ın maçlarını izlerken göğsüme yumruklar vurmam falan gerekiyordu belki. Ben yenilgiyi baştan kabul etmiştim. Yenilginin nasıl olacağıyla fazla ilgilenmiyordum. Yalnız kaldığımda uzaklara bakıyor, filmlerde gördüğüm “son günler” romantizmine öykünüyor, sigaraya başlamayı düşünüyordum. Annem durumun peşini bırakmamıştı elbette. İkinci görüş için gittiğimiz devlet hastanesindeki daha deneyimli doktor, karar veremediğini ama Çorlu’daki sıradan bir özel hastanede koyulan teşhise güvenip tedaviye başlamanın yanlış olacağını söyledi. Bunun üzerine Çapa Tıp Fakültesi profesörlerinden birine gittik. Soyadı Nalçacı, diplomaları etkileyiciydi. Bizim liseye yeni başlamış bir de oğlu vardı. Annemi liselere giriş sınavından beri ilk kez bu kadar heyecanlı görüyordum. Hala odanın dışına gönderilmemiş olmasını iyi bir sinyal olarak algılamıştı. Kan değerlerinin çok iyi gözükmediğini ama tümör oluşumuna rastlamadığını, biyopsiye bile gerek olmadığını söyledi profesör. Sanırım demir eksikliğine iyi gelen bir şeyler yazdı reçeteye.

***

Anna’nın saçlarıyla gülüyor, elini Marissa’nın dudaklarına götürüyordu. Ders aralarında daha havalı dergiler okuduğum için ilgisini çektiğimi, ilk konuşmamızı Babylon Dergi’nin ilk sayısına borçlu olduğumu biliyordum ama bir basketbol dergisine yazdığımı söyledim ona. “Ben de lisedeyken NTV’deki şu basketbol programını izlerdim” dedi. Nazik olmaya çalıştığını düşündüm. “Gerçekten, hiç kaçırmazdım. O sunucuyu çok severdim. Ama tombik olanı demiyorum, diğerini.”

Liseyi İzmit’te okumuştu. Aklımdaki soruyu içimde tuttum. Çok mutlu son.

  1. http://www.yazihaneden.com/2012/02/o-zaman-bana-bir-badoit-ona-da-bir-kadeh-sarap/ []