Korku ile kaygı arasındaki ince farkı, bırakın cümle içinde kullanmayı, günlük hayatın ta kendisinin en orta yerinde kolektif olarak kullandığımız bir dönemden geçiyoruz. Gün içinde bile birçok korkuyla yüzleşmemiz doğaldır; tanımadığımız/ bilmediğimiz değerlerden, kavramlardan, kişilerden ve şeylerden korku duymamız tanıdık bir duygudur. Korkunun “korkutucu” hal alması ise korkunun kaynağını bilmiyor olmanın verdiği hiçlik düşüncesiyle başlar, derin bir umutsuzluk hissiyle şekillenir. Şu günkü devlet organlarının savunma mekanizması üzerinden örneklendirirsek; kaygılarını kaynağı belli tek bir korkuya evirmekte güçlük çeken siyasi otorite, anksiyetik halini bizlere de bulaştırmaktan geri durmuyor. Üstelik absürditenin sınırlarını zorlayan kurmaca hikâyelerle, böyle birtakım şakalarla komikliklerle filizlenen stratejileri artık kan dökmeye kadar gidiyor. Gitti.
Sizi bilmiyorum ama ben şahsen ne zaman umutsuz bir ruh halinin pençesinde olsam Bizimkiler adlı diziyi izlerim. İdeolojik kapsamı ayrı yerlerde tartışılmak üzere bir kenara; yaklaşık 13 yıl boyunca devam eden bu televizyon dizisi, bir saatliğine de olsa beni daha güvende hissettiğim bir yalıtılmış dünyaya götürür. Oğulların adları “ALİ” ve “CEM” olan iki kardeşin, lakabı “KATİL” olan “YAVUZ”un varlığıyla ilk anda bile bizleri semantik denizinin kıyılarına sürükleyen dizinin bir başka sürpriz yumurtası ise “Katil Yavuz”a ait “BEYAZ TOROS”tur.
Kendimi sıkça Bizimkiler’e maruz bırakmamın neticesinde geçtiğimiz günlerde fark ettiğim ayrıntılardan biri, işte bu beyaz Toros marka otomobildi. İlk kez 1989 yılında üretilen ve karanlığıyla meşhur 90’ların tamamında hizmet ettikten sonra 2000 yılında tedavülden kalkan Toroslar, malumunuz olduğu üzere tüm bu yıllar boyunca Askeriye’de, Emniyet ve Polis Teşkilatı’nda ve elbette ki devletin diğer kollarında resmi araç olarak kullanıldı. Özellikle JİTEM’ce kullanılan station wagon modeliyle 90’ların zifiri karanlığında Güneydoğu’da kaybedilmenin, yargısız infazın, işkencenin, faili meçhullerin makam otomobili olan Toroslar, işte sırf “kaygılarımdan” bir süre uzaklaşmak için izlediğim bu dizide “Katil Yavuz” ile vücut buluyordu!
Ali’leri Cem’leri katleden Yavuz’lardan, beyaz Toros araçların içinde gerçekleştirilen sorgularla dolu mini göl kenarı yolculuklarına, mini ormanlık alan gezintilerine; ölüm kuyuları öyle derin kazılmıştı ki o yıllarda, yıllar sonra gelen itiraflar bile kayıpları geri getiremiyordu. İşte o dönemin gözde beyaz Toros sahiplerinden biri olan Ayhan Çarkın’ın itiraflarından kısa bir bölüm aktarayım:
ÇITLAK’I BOŞA ÖLDÜRDÜK: PERPA baskını, basit bir gaz bombasıyla yapılabilecek bir operasyondu. Silah kullanılması gerekmezdi. Buna rağmen yargısız infaz yaptık. Oradakiler bizimle çatışmaya girmedi. Çatışma süsü verildi. Garson kızı da (Selma Çıtlak) tanık kalmasın diye öldürdük. Sonradan çok pişmanlık duydum.
Sivas’ı yapanlardan demokrat yaratmaya çalıştık, olmadı. Şimdi onların “genç ve taze operasyonel beyinleri” Alevi katliamı çağrıları yapıyor, sokağa izinsiz çıkanın cezalandırılacağı bir gayrıresmî sıkıyönetim, ustasından aldığı “400 milletvekili verin, bu işi huzur içinde halledelim” cesaretinin de etkisiyle bizzat Başbakan tarafından dillendiriliyor. AKP Diyarbakır Milletvekili Galip Ensarioğlu tam da geçtiğimiz sene bu zamanlarda “Beyaz Toros bir daha buraya geri dönmeyecek” demişti ama Reyhanlı’yı, Roboski’yi aşıp Çağlayan’a ulaştığınızda karşınıza çok yeni ve taze bir anı çıkıyor. 31 Mart gününü hepimizin hayatına “kaygı” anahtar sözcüğüyle işleyen Adliye operasyonuyla Çarkın’ın yukarıda aktardığım tek bir örneğindeki hikâyeyi yan yana koyduğunuzda bile birtakım benzerlikler görüyorsunuz. Faili enikonu meçhul savcı tam olarak nasıl öldü, biliyor muyuz? Sultanahmet bombacısı kimdi peki? Elektrik neden saatlerce kesildi? AKP Kartal İlçe Merkezi’de gerçekleşen dümen kimin eseri? Ve en güncel soru; dün gece Rize-Trabzon yolunda Fenerbahçe otobüsünün başına gelen kimin eseri?
Bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin
Bu soruya sade biçimde iki cevap vermek mümkün. Birincisi; hep yazıldığı çizildiği üzere, aklını tamamen yitiren futbol dünyasının geldiği nefret, linç, yok etme seviyesinin zirvesi. Trabzon-İstanbul arasında kısırdöngüye girmiş, futboldan çok, futbol dışı dinamiklerle kaşınan iklim sonsuz bir kışa dönerken, “birkaç kendini bilmez”, “birkaç duygusal Karadeniz insanı” bu işe kalkışmış olabilir elbet- ihtimal dâhilindedir. Peki, yıllardır “saf Türk”leşmeye çalışan bölgedeki devlet şımartmalı şiddet kültürü sizce bu kadar küstahlaşmış ve vahşileşmiş olabilir mi? Suçluların devlet tarafından itinayla korunduğu, şımartıldığı bu devirde bile, “birkaç kendini bilmez”in yapmaya cüret edebileceği ağırlıkta bir suikast girişimi mi bu sizce?
Aklıma gelen ikinci olasılık ise, yazının başından bu yana bahsettiğim beyaz Toros’lardan birinin dün gece Rize-Trabzon yolunda mesaide olmasıdır. Hemen “yok artık” demeyin. Devlete bağlı sayısız büyük kuruluşun futbolun içinde böylesine aktif şekilde yer aldığı bir dönem daha hatırlıyorsanız kabulümdür, ama o devlet kuruluşlarının varlığının, içine konduğu kabın şeklini almayı bırak, o kabı paramparça etmeyeceğini düşünüyorsanız da biraz iyi niyetlisiniz demektir.
Yukarılardaki tüm soru cümlelerinin ortak özelliği, bu olaylarda iktidarın aldığı duruş ve birbirinden tuhaf açıklamalardır ki, bunun bir örneğini de dün gece Trabzon’un en yüksek mülki amiri olan Trabzon valisinden duyduk. İktidarın, organlarının ve yandaşlarının bu tip ses getiren olaylardaki ilk anda yaşanan şaşkınlığı, tüm bu zümredeki “bizimkiler yine bir iş karıştırmış olabilir, saçmalayıp da bir çuval inciri berbat etmeyeyim” telaşına dayanıyor. Vali çıkıyor, tüm kameraların karşısında, gözümüzün içine bakarak, “taş dedi doktor ama bakıyoruz, ama taş yani o, taş” diye kestirip atmaya, bir an önce kameraların karşısında kaybolmaya çalışıyor. Mini konuşmasında asıl üzerinde durduğu ise, “Cumhurbaşkanının, Başbakanın kendisini aradığı”. Yani diyor ki Vali, “ya valla ben de ne diyeceğimi şaşırdım ama benim üstüme gelmeyin, gidin onlara sorun, ben bilmem onlar bilir”. Bu olay özelinde size çılgınca gelmesi olası “devlet eli”nin ilk işareti: En tepeden işaret/ yardım bekleyen, ne diyeceğini bilemeyen, aciz devlet görevlileri; vali bile olsa.
İkinci işaret ise yandaş medyanın, AKP merkezi çıkışlı, başlarda komik gelen ama şakanın tadını kaçıran “anksiyetik” haber dili ve bu haber dilinin hangi şartlar altında kullanıldığı. Takvim gazetesinin kafileye yapılan silahlı ve yaralanmalı saldırıyı nasıl gördüğüne bakalım şimdi de:
Dün gece F.Bahçe kafilesine yapılan silahlı saldırı, kafalarda birçok soru işaretlerini de beraberinde getirdi. Dünkü çirkin saldırının; Türkiye’yi Haziran ayında yapılacak genel seçimler öncesinde kaos ortamına sürüklemek isteyen ve ülke huzurunu bozmak isteyen kesimler tarafından planlandığı öğrenildi. İddialara göre; dünkü saldırının altında yatan gerçek şu: Dünkü Trabzon’daki saldırı için kiralanan kişi veya kişilerin ellerine pompalı tüfekler verildi ve Fenerbahçe üzerinden ülkeyi kaos ortamına sürüklemek için bu haince plan yapıldı. Amaç ülkedeki 25 milyon F.Bahçe taraftarını sokaklara dökmek, ülke huzurunu bozmak ve kaos yaratmak! Türkiye’nin huzurunu bozmak isteyen ve kaos ortamı yaratmak isteyen kesimler, çirkin emellerine ulaşmak için bu kez futbol üzerinden kitleleri birbirine düşürmenin planını hayata geçirdiler. F.Bahçe Başkanı Aziz Yıldırım da daha önce yaptığı açıklamalarda ‘Paralel Yapı’yı işaret ederek, “Fener’e operasyon yapılıyor” demişti. İşte dün de Türkiye’nin huzurunu bozmak isteyenlerin bu çirkin operasyonlardan birini daha futbol üzerinden Trabzon’da gerçekleştirdiği belirtildi.
Takvim ve benzeri yayınların bu dili nerelerde ve hangi sebeplerle kullandığını artık gayet iyi biliyoruz. Daha olayın üzerinden bir iki saat geçmişken telaşla böyle bir haber yapılması sizce normal mi? Bu haber sizce gazetedeki bir muhabirin yorumu mu sadece?
Yapmadık=Yaptık, Yaptık=Yapmadık
Valinin şaşkın heyecanını ve AKP medyasının aceleci hedef göstermesini üst üste koyup baktığımda, yakın geçmişteki benzer olayların da giriş-gelişme-sonuçsuzluk süreçlerinin etkileriyle; zaten egzozu bir süredir ülke genelinde buram buram kokan beyaz Toros’ların Karadeniz turuna çıktıklarından “kaygı” duyuyorum. Bu iktidarın dilinin basit bir şifresi var: “Kaosa sürüklemek istiyorlar” dediklerinde misal, üçüncü çoğul şahıs ekini birinci çoğul şahıs ekiyle değiştiriyorsunuz, oluyor bitiyor. Valileri, “silah değil, taştı” derse silah olduğunu, “F4’ler dış müdahaleyle düşmedi” derlerse dış müdahaleyle düştüklerini, “savcı teröristler tarafından öldürüldü” derlerse kendilerinin öldürdüğünü anladığınız gibi… Normal bir ülkede bunların her biri ayaklanma/ istifa sebebiyken, yine normal bir ülkede liglerin dün geceki olay yüzünden tatil edilmesi gerekirken, bizde bunlar hayaldir- geçen yazıda bahsettiğim kulüplerden ya da devletten yapılan sert açıklamalar ne güne durur! Sözüm ona tüm o azılı düşmanların sürüklemek istedikleri kaosa rağmen birileri dimdik ayaktadır, birileri asla oyuna gelmez, birilerinin asla zaafı yoktur, birileri asla özür dilemez ve her zaman haklıdır.
Erdoğan, bir ara her fırsatta Türkiye’nin bir otomobil markası olmamasından şikâyet ediyordu. Bu kadar üzülmesine lüzum yok; 90’lı yıllarda Türkiye’de, Türkiye’ye özel olarak üretilen Toros’lar her şehirde, her mahallede, her sokakta görevlerini yapmaya devam ediyorlar. AKP iktidarının köklerini sağlamlaştırdığı yıllarındaki zırvalarının aksine; hurdaya hiç çıkmadılar ve çıkmaya da niyetleri yok.
90’lı yıllarda çoğunlukla Güneydoğu bölgesi tatsız seyahatlere çıkıyordu; şimdiyse radyosunda her gün bir öncekini bile unutturan, arkası gelmez intikamlardan bir türlü tatmin olmaz o ne idüğü belirsiz “dava”nın yolunda daha da daha da vahşileşmekten hiç çekinmeyen bir gündemle ülkece beyaz bir Toros’un içindeyiz ve kültür, sanat, yaşam, spor, bilim, siyaset, hukuk, eğitim, sağlık, ticaret fark etmeksizin durak durak dolaşarak bilinmeze doğru gidiyoruz. Bense köşemde, gelişmeleri “kaygıyla” izliyorum.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane