Skip to content

Bir 13 Yaş Hikayesi

13 yaşındaydım, Bodrum'daydım ve büyük planlarım vardı.

13 yaşındaydım ve ailemle Bodrum’a gitmiştim. Büyük planlarım vardı.

İnsanın ergenliği yeni yeni fark etmeye, ellerindeki kudreti anlamaya başladığı zamanlar… O dönemler. Bodrum’a tatile gitmek okulun ilk gününde öğretmen sorduğunda anlatmak için çok şık bir detaydı. Ne yazık ki ilkokuldan ortaöğretime geçtiğinizde ilk derse gelenler genel olarak kaç ortalı defter istediklerinden söz ediyor, yazı nasıl geçirdiğinizi sormuyorlardı. Abartılarım 10 dakikalık teneffüse sığmıyordu, tatilim, tatilimiz, o gün okulda olan herkesin tatili harika olmalıydı ve bu konuda kimse istisna kabul edemeyecek kadar hevesliydi.

Kabul edelim, ortaokul ve lisede o dönemler hiç bilmediğimiz “cool”luk kişiyi en az 2 ay götüyordu. En çok esmerleşen, değişik bir saçla okula gelen, tatilini Türkiye dışında geçiren… Köye ya da yazlığa giden yüzde 10’luk dilimden sizi ayıran her ne varsa çok değerliydi ve ilk sabah töreninden itibaren ilgi odağı olma ihtimaliniz çok yüksekti. Eminem’in de söylediği gibi, tek bir şansım vardı, içine edemezdim. Ben söyleyince olmadı, o daha iyi söylüyor.

Annem “ne zaman çıkacakmış peki” diye sorduğunda “en fazla bir hafta” diye yalan söylemiştim. Sarı gömlek almaya Fulas’a gittiğimizde verdiğim deadline’ın üzerinden iki gün geçmişti ve ben bu konudan çok rahatsızdım. Gerçekten rahatsız mıydım, hayır, değildim. Her şey planıma göre gidiyordu. Fazla duş almıyor, alsam da o bölgeye su değdirmiyordum. Okulların açılmasına sadece bir hafta vardı ve uzun vadeli planım meyvelerini vermeye çok yaklaşmıştı.

Bodrum tatilimiz beni fazlaca heyecanlandırıyordu. Yıllarca yazlıkta birebir aynı şeyleri yapmaktan fazlasıyla keyif almakta olduğum yalanına kendimi iyice inandırmıştım. Kahvaltı-deniz-duş-maç-duş-gece çıkması artık anlamsızlığını bile yitirmişti. Bodrum tatili demek açıkbüfe demekti, annemin gerçekten İngilizce konuşabildiğini sanması demekti, renkli şapka takınca barmen tarafından “hello” diye karşılanan Türk insanının yabancı zannedilmesine karşı duyduğu kıvanç demekti. Benimse şeytani planlarım vardı.

Yıllar boyu akşamları gidilen yazlık pazarının içindeki tırt dövmecilerden uzak durdum. Geçici dövmeden kanser olma riskim siz bu yazıyı okurken arkanızdan bir koalanın dürtmesi ihtimaliyle belki eşdeğerdi ama, annemin telkinleri beni yeterince uzak tutuyordu. Bodrum farklıydı. Gündüz güneşten pembiş hale gelen, belki de otelin barmeniyle evlenip ona bir Britanya pasaportu hediye etmek üzere olduğunun farkında olmayan İngiliz kızlarının her akşam farklı bir yerine kına dövmesi yaptırdığı bir yerdi Bodrum. Muhtelemen çok daha fazlasını yapıyordu o kızlar ama ben sadece 13 yaşındaydım.

İlk akşam gece kayıntısı için gözleme arayan babamla dolaşırken gördüğüm dövmeciler planımın tıkır tıkır işlediğini gösteriyordu. Temiz görünüyorlardı, her yerdeydiler ve yazlık muhit “piçleri” tarafından yönetiliyorlardı. Yani tatlı dil, ad hominemli savunma ve en önemlisi ana-babayı ikna etme kabiliyeti.

Güneşlenme konusunda o zamanlar hiç tanımadığımız Eda Taşpınar performansı çıkaran babam pelte gibi olmuştu zaten. Akşamları kırmızı-bronz halde gözleme arıyordu. Annemse sırf bu tatil için aldığı birkaç beden küçük (bilemiyorum gerçekten) bikininin içine girebildiği için yeterince sevinçliydi. Bunu iyi kullanmalıydım. Kullandım da.

Okul başladığında çıkmış olacak sözüyle yaptırdığım geçici kılıç dövmesi artık sol omzumdaydı. Kılıç gerçekten çok önemli bir şeyi sembolize ediyordu. 13 yaşındaki ergenliğimin ve şu anki zevksizliğimin sembolüydü. Başka da bir boka benzemiyordu zaten. Neyse, önemli olan dövmeydi ve dövme görüldüğü anda dövme sahibinin hissettiği cool olma duygusuydu. Gerçi her seferinde o duygu gusül abdesti muhabbetiyle bozuluyordu ama olsun.

Dövme yaptıran herkes için aynı şeyi söylerler: “Bunu şimdi yaptırdın ama, ileride çok pişman olup sildirebilirsin.” Bugün o kılıç dövmesini yaptırmış olsam yaşlandığımda değil, hemen ertesi gün pişman olup sildirirdim büyük ihtimal. Ama daha büyük bir hatam vardı.

Fulas’a gittiğimizde anneme verdiğim “dövmenin silinmesi” deadline’ının üzerinden iki gün geçmişti. Dövme ilk günkü gibi limon ferahlığındaydı ve artık güneşlenmedikleri için durumun gayet farkında olan ebeveynlerimle aramız bozulmuştu. Fulas yine temmuz günü öğle saati Mecidiyeköy’ü kadar taze haldeydi okulların açılmasına bir hafta kala ve sarı okul gömleklerinin olduğu bölüm delirmiş analarla doluydu. Ambale olmuş eleman anneme ne istediğini sordu, annem “sarı, kısa kollu” dedi. Ambale maalesef dedi. Ben o sırada tişörtümü katlayıp Terakki eteklerinin olduğu bölümde annesinin etrafında gezinen kıza dövmemi göstermeye çalışıyordum. Sonra dank etti; kısa kollu yoktu. Annem, uzun kollu da olur dedi.

Okulların açıldığı gün dövmem vardı. Üstünde atlet, üstünde asla dirsek üstünü göstermemek üzerine dikilmiş uzun kollu sarı gömlek ve üstünde ceket. Tamamen Fulas’ın hıyarlığı olmasa da, ben planıma bok atamıyordum. Cool olma şansım sarı gömlek ve lacivert bir ceketle yok olmuştu.

O sene de şansa sınıfın yarısı benim orada olmadığım zamanda, birbirleriyle denk gelecek şekilde Bodrum’a gitmişti. Herkes mutualist şekilde cool’du, birbirini cool’luyordu, ben de omzumu kaşıyordum.

Önce omzumu kaşıdığım için dövme erkenden parça parça çıktı, sonra bi’ de gömleğe bulaştığı için annemden azar yedim.

O günden beri kalıcı dövme planım var. Bir gün olacak, inanıyorum, ama o günden beri kesin konuşamıyorum.