Skip to content

Ben Ölmeden Önce

Köprüde biri intihar ediyormuş, hepimiz işe geç kaldık.

Karanlık bir konu ama, intihar şekilleri üzerine düşündünüz mü hiç? Bir iş arkadaşım, “Erkekler kafalarına sıkar, kadınlar ise ilaçla intihar eder,” demişti. “Kadınlar yüzlerini dağıtmak istemez.” Hayatının büyük çoğunluğunu Amerika’da geçirmiş bir kadındı, intihar eğilimleriyle alakası olduğunu sanmadığım bir finansçı. Almanya’da yaşayan bir başka Türk ise bileklerini kesmişti, başarısız bir intihar girişimi olduğu kadar, başarısız da bir hayatta kalış biçimiydi. Hırpani bir adam o genç kızı gördüğünde “Böyle olmaz” demişti. “Kendini öldürmek istiyorsan kollarını dikine kesmelisin.”

Hafızası kuvvetli olanlar, hayatının bir dönemini Fatih Akın’ın Hamburg’unda kaybetmiş olanlar, o son anlattıklarımın gerçekten benim arkadaşlarım olmadığını anlamıştır. (İlki gerçekti.) Bunun pek bir önemi yok şu anda. Bilek kesmek bir bohemliğe işaret eder, sert bir şekilde yere çarpmayla sonuçlanan estetik bir kanama haline. Birkaç tane bilek kesen arkadaşım oldu. Bileğini kesip ölmedi hiçbirisi. İlaç içip ölmeyi deneyen bir arkadaşım olmuştu ama, hayatının en kötü tecrübesini, hatırladığı ve ailesinin anlattığı kadarıyla anlatmıştı. Yaşamakla bir derdi vardı ama o tecrübesinden sonra ölmekten de korkuyordu.

Robin Williams’ın depresyonu ve intiharı sonucu okuduğum onlarca şeyin arasında kaybettiğim, ama kısmen hatırımda kalan cümleler var, depresyonla savaşmış bir kişinin yazdığı. Diyordu ki: “Herkes depresif insanların intiharı seçerek kaçtığını, bunun kolay yol olduğunu zannediyor. Oysa bilmiyorlar ki, onlar ölmekten de çok korkuyorlar. Sadece bunun acıdan kurtulmanın yolu olduğunu umut ediyorlar.”

İntiharı pırıltılı bir hale getirmeye çalışıyor değilim. İntihar korkunç bir şey. Beş yıl önce bir arkadaşım Merter’deki evinde bileklerini kestikten sonra pencereden kendisini attı, alttaki dükkanın korkuluklarına saplanıp acı içinde öldü. Bir yakınınızın başına geldiğinde, ne Etgar Keret’in “Kneller’in Mutlu Kampçıları”ndaki gibi kara komedi öyküleriyle karşılaşıyorsunuz, ne de Roger Avary’nin Bret Easton Ellis’ten naklettiği “Çekim Kuralları”ndaki şiirsellikle. Tahmininizden çok korku, düşünebildiğinizden çok acı, kaldırabileceğinizden çok can çekişme var ucunda.

Bu sabah İstanbul’da 35 yaşında bir adam, Sadrettin Şaşkın, ölmek istedi. Sebebi neydi, depresyon muydu, borç muydu, aşk mıydı, bilmiyoruz. Bunlara özen gösteren, hikayeleri öğrenmek isteyen bir ülkede yaşamıyoruz çünkü. Siz köprüden geçerken artan trafiğe söverken ya da onunla ilgilenmek yerine selfie çeken polise kahrederken geçti gün. Hiçbir gazeteci Sadrettin’i o köprüye neyin çıkarttığını sormadı, yazmadı. Aynı klişe cümleler ajanstan geçti, tüm haber siteleri de bunu yazdı.

Oysa belki de köprüden atlamak insana en çok dokunan, dokunması gereken intihar şekli. 1990’larda reality show kültürünün hakimiyeti sonucu pek çok insanın şöhret için Boğaziçi Köprüsü’ne çıktığını (ve sonra indiğini) biliyoruz. Bu yüzden insanların duyarlılıklarının azalmasını da bir yere kadar anlayabiliyorum. Ama durup düşündünüz mü, Boğaziçi Köprüsü’nden atlamak nasıl bir intihardır? Belki de en acı, en içe dokunan intihar şekli bu. Karanlık, kimsenin görmeyeceği bir kuytuda değil, herkesin gözü önünde. Belki de son kez “Ben buradaydım ey insanlar” diyebilmek için. Bir kez olsun fark edilme dürtüsüyle. Belki belirli bir insan, belki de sadece herhangi bir insan onun farkına varsın diye köprüye çıktı Sadrettin. Üç saat boyunca orada durdu. Kimsesi geldi mi bilmiyorum ama gelenlerin bir tanesi de onu ikna etmeye çalışmak yerine selfie çekti. Kendi intiharında bile birinin yan rolü olmuştu.

O polis memuruna ağzıma geleni söyleyerek kendi vicdanımı rahatlatacak değilim. O anda doğru olan tek şeyi yapmak yerine korkunç şekilde yanlış olan şeyi pek çok kişi yapabilirdi. İlginç bir şeyin parçası olmak, ilginç bir şeyin parçası olduğunu cümle aleme ilan etmekten daha az değerli bu günlerde. Bir insanın hayatına gerçekten dokunmayı tercih etmek ise ilginç bir şeyin parçası olmak kadar bile kıymetli değil. “Kardeş, derdin nedir?” diye sormak, dinlemek yerine sırtını dönüp internetteki sonsuz bir görüntü kirliliğine katkıda bulunmak. Bu da bir trajedi. Hepimiz bu trajedinin içinde yaşıyoruz. “Her adam bir adadır” demişlerdi. Her birimiz ıssız bir adayız ama kendimizi Bali sanıyoruz, diğerlerinin ise Kardak Kayalığı kadar bile kıymeti yok gözümüzde. 35 yıllık bir hayatı bitirmeye karar veren bir adam, trafik yüzünden 35 dakika geç kaldığımız o iş, görüşme ya da her neyse onun kadar değerli değil. “Ben bi intihar ediim” diyerek trafiği felç edenleri köprüden aşağı ittirmek istemiş mesela bir spor yazarı, sonra aklı başına gelince silmiş, ama silmeden önce kaç RT, kaç FAV aldığını görmek isterdim. Polis memurunun selfie’siyle Facebook’ta kaç tane like aldığını görmek istediğim gibi. O like’ların kendisini nasıl hissettirdiğini de öğrenmek isterdim. “Vay be abi,” diye yorum yazardım altına. “Müthiş bir ana tanık olmuşsun. İntihar selfie’si.” Eğer kendisiyle dalga geçtiğimi anlarsa hemen block’lardı muhtemelen.