Karikatüristlerin zaman zaman başvurduğu bir yöntem vardır. O hafta aklına bir konu gelmezse, aklına konu gelmemesiyle ilgili bir karikatür çizer ve işin içinden çıkarlar. Karikatürde de aynı gerçek hayatta olduğu gibi aklına konu gelmez ve son gün aklına konu gelmediği bir karikatür çizer. Bu şekilde sonsuza kadar gidilebileceğini herkes anladıysa kesiyorum.
Ben bu yöntemi kullanmayacağım tabi. Derinlemesine inceleyecek spesifik bir durum, ya da detaylı anlatacak güzel bir hikaye bulamadığım doğrudur. Ancak konu bulamamakla ilgili yazıp NBA geri sayımına koyacak halim de yok. Bir yerlerden girmek lazım. Yeni sezona mı baksak mesela? Nostaljiyle devam edip alakasız bir şeyle de bitiririz. Kelime başına para aldığım için biraz da uzatmam gerekiyor.
İlerleyen günlerde, yine bu sitede, tatmin edici sezon analizleri, takım incelemeleri ve daha bilumum iç organ ile ilgili yazılar okuyacağız elbet. Ben henüz havaya giremedim, daha açıp bir sezon öncesi maçı izlemişliğim yok. Özetler dahil. Dünyada desteklediğim yegane iki basketbol takımını buluşturan bir maç oynandı mesela yanı başımda ve maça gitmeyi bırakın izlemedim bile. Değişik bir yaz oldu ve uzak hissediyorum kendimi, küçük hissediyorum.
Çok heveslendiren bir Seattle’ın NBA’e dönme mevzuu vardı, o da gitti malum. Geçen sene bu dönemlerde hakikaten inanmıştım bu işin olacağına ve şimdi zor geliyor 2013-2014 sezonunu açmak. Sahi n’oldu ki orada? Kevin Johnson nasıl becerdi takımı Sacramento’da tutmayı?
Geçen ay çok enteresan bir kitap çıktı piyasaya. Vagrant Kings adında, Sacramento belediye başkanı Johnson’ın eski özel asistanının yazdığı bir kitap. Kitapta Kevin başgan hakkında çarpıcı iddialar bulunuyor. Şüphesiz ki kısa süre içerisinde bir yalanlama açıklaması yapıldı ancak kimin yalan söylediğini bilemiyoruz şu aşamada. İddiaya göre Kevin Johnson aslında Sacramento Kings’ten nefret ediyor, ve sadece ekonomik sebeplerle takımın şehirde kalmasını istiyor. Nefret sebebi de 1987’de Kings’in altıncı sıradan kendisini değil, Kenny Smith’i seçmesi.1 Çok da mantıklı gelmiyor hani kulağa. Kings’in taşınmamasının asıl sebebinin Johnson’ın kahramanca mücadelesi değil, David Stern’ün kahramanın zıttı neyse o şekilde olan mücadelesi olduğu şeklinde devam ediyor iddia. Bu kısım mantıklı geliyor. Eminim ki bir hinlik dönmüştür yine oralarda.
Öyle ya da böyle Seattle Supersonics tabutunda yatmaya devam edecek. Dirildiği zaman adını Seattle Vampires diye değiştirse anlamlı olmaz mı?
Hikayenin öte tarafında da işler ilk kez sıkıntıya giriyor gibi. Bill Simmons’ın tabiriyle Zombie Sonics bir sürü ciddi rakibin türediği (birini kendi yarattığı) bir sezona takımın temel adamı olmadan giriyor. Westbrook’un oynamayacağı iki aya yakın sürenin nasıl geçeceği hakkında şüpheler var. Daha karamsar şüpheler ise Westbrook’un müzmin sakatlığa göz kırpmasıyla alakalı. Şu an için söylenen yüzde yüzle döneceği. Kaçla dönerse dönsün sezon sonunda Thunder’ın potada olacağı kesin gibi.
Ama Batı şampiyonluğu önceki 2 seneye göre biraz daha zor görünüyor. Evet, Westbrook oynasaydı, geçen sezon da Thunder final görecekti ve muhtemelen yine Miami’ye kaybedecekti.
OC’nin üçüncü sezonundaki Ryan Atwood gibi artık iyice kaşarlaşan Clippers’ın Sandy Cohen’in (Doc Rivers) desteğiyle yapabileceklerinin haddi hesabı yok. Son play-off’un üzerine Iguodala ve Bogut’u koyan Warriors da elbet tepelerde olacaktır. Daha bu işin Spurs’ü var, Frankenstein’ı var, Memphis’i var. Bizim neslin neredeyse hep contender olarak gördüğü Lakers ve Dallas’ın hesaplara bile girmediği garip ve güzel bir mücadele olacak gibi oralarda. Lakers son anda eklenebilir adisyona hatta.
Doğu’da da Nets var, Pacers var. Bu sezonun gideri var bariz.
Kaan Kural’ın yazısını okuduktan sonra Lebron’un basketbolu bıraktığını gördüm rüyamda. Haberi gazeteden okuyup şok olarak uyandım. Plancklarla ölçülecek bir süre kadar rüyanın gerçek olduğunu zannedersiniz ya hani, o sürede aklımdan şampiyonluğun bir anda herkese açık hale geleceği geçti. Aynı Jordan’ın 1993’te bıraktıktan sonra NBA’in düştüğü durum gibi olacaktı. Şimdiki gibi böyle parıltılı yıldızlar yoktu o dönem. MVP yarışı 4 adet pivot ve 1 adet Scottie Pippen arasında geçiyordu. Ben 10 yaşındaydım play-off’lar oynanırken. İlk tam NBA sezonumdu diyebilirim. Haftada bir maç izliyor ve gazeteden sonuçlara bakıyordum. Neredeyse maksimum düzeyde takip ediyordum yani, küçük olduğuma bakmayın. En önemli problemim puan tablosunu görememekti. Maç sırasında spikerler söylerse anca, ya da ayda bir çıkan Fast-Break dergisinden bakabiliyordum sıralamaya. Garip bir durumdu. Her gün 2 dakika maç sonuçlarına hiçbir not almadan bakarak sezon sonunda sıralamayı aşağı yukarı tahmin edebilir misiniz? Rain Man’seniz belki. Ben yapamıyordum ve bu önemli bir eksiklikti. Tam olarak kimin favori olduğunu anlamaya çalışıyordum. Neden böyle bir işe tutulduğumu bilmiyorum ama sezon sonu gelmeden en iyi takımı bulmam gerekiyordu. Bu çok övdükleri Jordan’ın takımı aslında çok iyiymiş diye düşündüğümü hatırlıyorum. Abarttıkları kadar iyi bir oyuncu değildi herhalde bu adam. Baksana neredeyse böyle de şampiyon olacaklar. Indiana vardı ilgimi çeken. Pek etraftan adını sanını duymadığım bir takımdı. Reggie Miller’a hayran olmuştum. Kendim şut atmayı sevdiğimden herhalde, ilk anda nesini beğendim tam bilemiyorum, henüz o kadar baba bir oyuncu olduğundan haberim bile yoktu. Belki kimsenin yoktu. Play-off’ta epik bir MSG son çeyreği oynayacaktı ve güzel bir ahenkle oynayan takımıyla birlikte Doğu’nun temel direği New York’u eleme noktasına getirecekti. Öncesinde genç Shaq’ın Orlando’sunu eleyeceklerdi. O seriden maç izleyememiştim hiç, bugüne kadar da izlemedim hiçbir şekilde. Bir sene sonraki 7 maçlık konferans finalinden bahsetmiyorum, karıştırılmasın. Fast-Break’te bile fazla yorum yoktu o seri hakkında. Sessiz sedasız almıştı Pacers. 3-0 hem de. Yetmedi bir sürpriz daha yaptılar. Sezonun flaş takımlarından Atlanta Hawks’ı 4-2 elediler.
Asıl sürprizi sezon ortasında Atlanta yapmıştı. Süper yıldızları Dominique Wilkins’i Danny Manning karşılığında takas etmişlerdi. Mark Potash’ın yazısı vardı bu konuda. Takastan sonra daha iyiye gider gibi göründüler ama play-off’ta gümlediler. O zamandan beri de Atlanta bir daha contender seviyesine çıkamadı yanlış hatırlamıyorsam.
İlk NBA sezonumdu ama epik bir sezondu. Bana öyle gelmişti belki sadece, ama dinleyin biraz daha. Sezonun son maçında David Robinson 71 sayı atıp Shaq’ı geçerek sayı krallığını almıştı. Müthiş bir olaydı. Yeni yeni sempati duymaya başladığım Sonics’in 63 maç kazanması harikaydı. Başka kimse 60’ı geçemediğine göre önemli bir şey olmalıydı. Ardından Denver’a elenmesi, spora olan tüm bakış açımı değiştirdi o an. Neden olmuştu böyle bir şey. Takımın en skoreri 18 ortalamayla Kemp’ti, ve 6 oyuncu çift hanelerde sayı üretiyordu. Birkaç adamın eline bakmıyordu yani Sonics. Ama bu tip bir yapı kurmak iki adamın eline top verip maçı kazandırmasını istemekten daha zor inanın. Daha bir pamuk ipliğinde gidiyorsunuz, maçı kazanmak için takım halinde iyi oynamak zorundasınız. İşler yolunda giderse de Detroit 2004 gibi olabiliyorsunuz. George Karl’a takıktım biraz o yıllarda. Hala da beğenemiyorum. Yaratıcı bir koç olduğu kesin de bir şeyler hep eksik kalıyor sanki. Neyin eksik olduğunu açıklayamıyorsunuz, play-off’ta ortaya çıkıyor genelde. Geçen sezonki Denver’da da bir örneğini gördük bu durumun.
Favoriyi bulmaya çalışıyordum dedim ya, yirmi yıl öncesinin en iyi takımı Phoenix gibi gelmişti bana. Birkaç maçlarını izlemiştim ve çok güçlü olduklarını düşünüyordum. Charles Barkley’i seviyordum pek tanımasam da. Dışa dönük kişiliğinden haberim bile yoktu. Houston’la bir seri oynamışlardı. O sezonun sonunda şampiyonluğa ulaşacak Houston Rockets’a karşı ilk iki maçı deplasmanda alarak 2-0 öne geçmişlerdi. Nasıl olduysa seriyi verdiler. Nasıl olduğunun detayını hatırlamam zor onca seneden sonra. Yıllar sonra Houston Rockets aynı şekilde Dallas’a seri verecekti. Evinde ilk iki maçı kaybedip seri kazanan başka takım da hatırlamıyorum benim izlediğim dönemde. Kontrol etmeye üşendim, örneği varsa başka uyarırsınız beni. Barkley’li Kevin Johnson’lı Phoenix ertesi sezon yine Houston’a, bu kez 3-1 öndeyken seri vermişti. Ve yine Houston şampiyon oldu.
Lebron bırakmadı henüz, ama bu sezon da 1993-1994’e benzer mi acaba? Yarı finallerden itibaren toplam oynanan 7 serinin 5’i yedi maça gider mi? Şöyle biraz hayal kuralım. Miami-Indiana, New York-Brooklyn, Oklahoma-Houston, San Antonio-Clippers. Hepsinde var yedi maç potansiyeli. Devam ediyorum. Miami-Brooklyn, Oklahoma-Clippers. Yedişer maç yine. Finali de Miami-Clippers yapalım. Golden State’i unuttuğumu şu anda fark ettim ama çok önemli değil. 5, hatta 6 baba takımdan ikisi elenecek ilk turda. Doğanın kanunu.
Doğa demişken, gözlerimi kapayınca kendimi ağaçların arasında hayal ediyorum son zamanlarda. Jefferson Airplane çalıyor hep. Sen gürültü diyorsun ama insan kalabalığı ağacın umurunda değil. Summer of Love zamanları olsun bari nasıl olsa gözler kapalı. Ormanda bir Zulu kabilesine rastlıyorum. “Sawubana” diyorlar bana. Selamlıyorlar yani, ama dünyanın belki en güzel selamı. Seni görüyorum anlamına geliyor. Seni görüyorum, kimlerden olduğun, cebinde ne olduğu, az önce ne yaptığın umurumda değil. Senin varlığını kabul ediyorum. Şirkette girdiğim “Thinking Outside the Box” isimli bir eğitimde, beklediğimden çok daha bilge bir adam çıkan eğitmen, gerçek saygının ne demek olduğunu anlatırken verdi bu örneği. Biraz sosyalist öğeler de taşıyordu sanki. Şirket hükümete yakın olduğundan böyle ufak anekdotlarla dışa vuruyordu belki. Bir yere bağlamam şart mı bilmiyorum ama bağlayayım. Demek istediğim diğer takımları da görüyorum. Hiç bahsetmesem de, izlemekten heyecan duymasam da, sizleri de görüyorum. Şampiyonluk adaylarına takacağınız her çelme, atacağınız her pandik beni mutlu edecektir. Takım sporlarının kağıda bakarak konuşanlara çok kez hayal kırıklığıyla sonuçlanan tahminler yaptırdığını biliyoruz. Neye bakarak konuşalım peki? Konuşmasak mı?
Konuşmayalım hakikaten, atıp tutuyoruz zaten. Biraz daha veriye ihtiyaç var, biraz daha içine girmek lazım işin. NBA izleyicisi olarak yirminci yılımdayım. Özel bir sene. Yirmi yılda hayatımda çok fazla şey değişmiştir eminim, ama NBA hep oradaydı. Sporlar, sanatlar, siyasetler, dağlar, bayırlar, kızlar, kadınlar hep geldi geçti. NBA geçmedi. 20 yıldır süren yalnızlık bitmedi. Gabriel Garcia Marquez otursun ağlasın.
Yeni başlayan çocuk okurlardan fakslar yağıyor bir yandan. 20 yıl önce faks var mıydı? Şimdi yok pek. Bu sezona dair verebileceğim tavsiye olup olmadığını soruyorlar. Var tabi.
Andrew Bynum’un ne durumda olduğunu görmek gerekiyor mesela. Hala ölmedi diye düşünüyorum. Merak etmemek elde değil. Bu sezon da oynamazsa eğer, ayda bir saçlarını kontrol etmeyi unutmayın.
Josh Smith, Greg Monroe ve Andre Drummond ligin en iyi frontcourt’u olabilir mi? Brandon Jennings, Rodney Stuckey gibi adamlar uygun değil tabi bu adamları oynatmaya. Ama her türlü sürprize açık bir takım, league pass’larda sıkça açılacaktır maçları. League pass almayı ihmal etmeyin tabi. Az satılıyor diye kaldırırlar falan. Asarım kendimi. Çalışan arkadaşlar gün boyu NBA haberi alamayacak şekilde internet kullanımlarını filtrelerlerse akşam eve gelince sonucunu bilmediği maçlarla birlikte harika bir gün geçirebilir. Günün en iyi maçını izleyip, diğerlerinin özetini izlemek şeklinde yürüyor benim düzenim genelde. Tabi bunu her gün yapmak mümkün değil. İçinde bulunduğum fantasy liglerde free agent havuzunda pek adam kalmıyor ve kalan adamlar için de ciddi bir savaş var. Sürpriz bir adamın o gün 10 sayı atması gibi bir durum varsa, daha sabaha kalmadan biri alır muhakkak. İşte premier lig bu.
Hakemleri beğenmeyin ama her fırsatta dile de getirmeyin. Hakemler hep tuttuğunuz takımın karşısında olamaz, bu gerçeği unutmayın. Komplo teorilerine çok takılmayın, bana bırakın. İşim bu.
Eğer sevmediğiniz bir oyuncu varsa ve kendisini sevmek istiyorsanız fantasy takımınıza alın.
Küçük detaylara çok takılmayın, ana resmi görmeye çalışın. Büyük resmi görmediğin sürece detayların bir anlamı yok. Ya da takılın, bana ne. Çok dile getirmeyin en azından.
Ancak ne yaparsanız yapın, sakın ama sakın keçiyle ilişkiye girmeyin.
Sakın.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane