Sevdiğiniz grupları düşünün, bugünün müziğinde ana yoldan ilerlemeyen sanatçıları. Onları müziğin zaman çizgisinde geri sardığınızda varacağınız nokta The Velvet Underground’dur. Brian Eno’nun bugün pek çok yerde atıfta bulunulan cümlesinde mükemmel özetlediği gibi: “The Velvet Underground’un ilk albümü 30.000 sattı. Ama onu dinleyen herkes bir grup kurdu.”
Üzüntüm tarifsiz. Klişe olduğu için değil. Gerçekten de Lou Reed’in ölümüyle hissettiğim acıyı tarif edemiyorum. Timeline’a Rolling Stone’un malum tweet’i düştüğü an söylediğim “Bu olamaz” cümlesi 24 saattir kafamda. Evet, çok büyük adamlar yaşadı ve göçtü bu alemden, ama yine de hayatınızın en önemli parçalarından birisinin gördüğü en büyük devrimcilerden birisi ise söz konusu olan, hep orada kalacak sanıyorsunuz.
Lou Reed’in yokluğunu kabullenmek gerçekten çok zor olacak. Yıllar geçtikçe uysallaşmayan, en az gençliğinde olduğu kadar inatçı, asi, uyumsuz ve yaratıcı olan çok fazla müzisyen saymak kolay değil. Reed onlardan birisiydi.1 Önce The Velvet Underground’la, sonra solo kariyeriyle muazzam bir külliyat bıraktı. Hepsini dinlememiş olabilirsiniz, hepsine bayılmamış da olabilirsiniz. Ama yaratıcılığı, kişiselliği, korkusuzluğuyla her işinde özgün bir imza bulunduğunu bilirsiniz. Dinleyiciyi zorlar, ama hafife almaz: “Müziği asla bir meydan okuma olarak görmedim – her zaman dinleyicinizin en az sizin kadar zeki olduğunu düşünürsünüz. Siz sevdiğiniz için yaparsınız, yaptığınız şeyin güzel olduğunu düşünürsünüz. Ve eğer siz güzel olduğunu düşünürseniz, belki de onlar da güzel olduğunu düşüneceklerdir.”2 “Metal Machine Music”ten “Lulu”ya, “European Son”dan “Sad Song”a onca “zor” işi olan bir sanatçı için şaşırtıcı cümleler. Özellikle “kendini sevdirmek” ilk motivasyonu olmayan bir insan için. Sahnede hitlerini bozarak okuyan, çoğu zaman seyircisine prim vermeyen, gazetecileri tersleyen, meşhur bir “aksi” insan için. Ama ilk kayıtlarından itibaren neredeyse yaptığı her şey çok uzun zaman sonra yerini bulduğu için bu “sevgi” bahsi tam anlamını buluyor. Sadece kalbinizi değil, tüm algılarınızı, beyninizi açtığınızda tam olarak size hitap eden bir müzikti Reed’inki. Sadece güzel melodiler, sadece deneysel tınılar, sadece gerçekçi sözler, sadece karanlık sokaklar değil. Bunların hepsinin daha fazlasıyla dolu.
“Heroin”i ilk dinleyişimde değil belki, ama üçüncü veya beşinci dinleyişimde yaşamıştım o aydınlanmayı, belki de “yükselme”yi. Reed’in yazdığı, büyük ses deneycisi John Cale’in başını çektiği harika düzeyde “uyumsuz” bir orkestranın kaydettiği o şarkıyı bugün bir kulaklıkla dinleyin. Moe Tucker’ın davulları bir taraftan, Sterling Morrison’ın gitarları ve Cale’in elektrik kemanı bir taraftan gelecek, Reed’in sayıklamaları ise önden. Şarkının gerçekten içine girdiğinizde davulların yükselip alçalan kalp atışları olduğunu, sağanak halinde inen gitar ve keman yağmurunun damarlardan kan akışı olduğunu anlayacaksınız. O zaman Reed’in söylediği tüm sözler size gerçekten o tecrübeyi yaşatacak.
Reed’in tüm öyküleri sizi bir parçası yaptı. “Walk On The Wild Side”da sizi o kirli sokaklara soktu, “Berlin”de o parçalanan yuvanın içinde buldunuz kendinizi. “Street Hassle”ın, “Magic and Loss”un, “Ecstasy”nin, “The Bells”in dünyalarının içinde kayboldunuz. Sanırım bu külliyata artık yeni bir parçanın daha eklenmeyeceği bilgisini idrak ettikçe acım derinleşecek. En sevdiğim albümlerden ikisi, “Transformer” ve “Berlin” başta olmak üzere her kaydına elim gittiğinde içim biraz daha acıyacak.
Bunu pek umursamazdı ama, üzerimizde emeği büyüktür. Huzur içinde yatsın.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane