Bir kiliseydi burası. Şehrin en kalaba caddelerinin birinden kısa, kayıp sokaklar vasıtasıyla inilebilen bir yere kondurulmuş. Geçen Pazar değildi, yahut bir önceki. Kasım ya da Aralık pazarlarından biriydi. Tüm ihtişamıyla gözümün önünde dikilen ve üstelik daha önce defaatle civarından geçmiş olduğum binayı ilkin fark edemedim. “Ben de oraya gidiyorum” diyerek peşime taktığım teyze ile birlikte yürüdüğümüzün bir çıkmaz sokak olduğunu fark edip gerisin geri baktığımızda kilise avlusunun girişinde toplanmaya başlayan ahaliyi fark ettik. Köşe başını tutmuş köpekler bile bizimle alay ediyordu sanki. Bunlar sürekli amaçsızca dolanıyor gibi görünüp, hiçbir zaman aç kalmayan köpekleriydi mahallenin. Hakları vardı. Kilisenin sürekli ziyaretçisi olan/olmayan bir grup mahalleli iki ayaklı ise bu sıra dışı konseri yakalamak için, kahvaltı masalarının fotoğrafını Instagram’e koyamadan apar topar kalkıp gelmişe benziyorlardı.
Kendilerini samimi, gerçek ve bir o kadar şaşırtıcı performanslar vadeden profesyonel ruhlu amatörler olarak tanımlayan Bilgi öğrencilerinin hazırladığı Sound Picnic adlı müzik platformunun marifetiydi bu. Düzenledikleri ilk konser de değildi, öncekileri kaçırmıştım. Takip edenleri de ıskaladım, ıskalamamak için fazla çaba göstermeyince. Fakat daha önce -çok saygın- İstanbul grupları listemde yer verirken değindiğim gibi,1 beni pek adetim olmadığı üzere “orada bulunmak” için önceden harekete geçmeye iten yegane grubuydu belki şehrin On Your Horizon. O listedeki en büyük rakibi 123’ün görece dramatik kadro değişiklikleri sonrası 1 numaradaki yerini de perçinlemişti.
Şiiri gördüğümüzde nasıl tanırız? Bir cismi var mıdır ve onu algılayabilir miyiz? Burada bu soruları Godspeed You! Black Emperor şarkılarını bir şeye yormaya çalışırken de sormuş ve şiir için önerilen tanımlardan birini kerteriz almıştım: boşlukları doldurma üzerine kurulu bir insanlık tarihinde, o boşlukları daha da boşaltma uğraşı.2 GY!BE’nin post-rock adı verilen janrın ustalarından olduğunu düşünürsek, bir OYH yazısının buraya bağlanması da çok anlaşılmaz değil. Kilisedeki bir OYH konserinin yazısı? Mutlaka bağlanmalı.
Batı Londra’da müziği hayatlarını anlamlı kılma adına bir çaba olarak konumlandıran ve bu çabanın boşunalığıyla pek de ilgilenmeyen gençlerden, farklı olarak çorbanın içine bir tutam gelenekçilik serpen Mumford & Sons’ın ikinci albümünün yarattığı sükse yeni içi boş kodlar yaratmaya teşne birtakım müzik yazarlarının 2012’yi “kilise rock’ın şahlandığı sene” olarak işaretlemesine yetti. Mumford oğlanlarının müziğine eşlik eden dizeleri gözden kaçırsak dahi, kilise bu soylulaştırıcı tavra uygun düşen bir mekan olarak görülebilirdi.
Fakat aynı kilise, prensip olarak bu akımın tam karşısında duran OYH gibilerinin müziği için de eşsiz bir fırsat olabilirdi. Yüksek tavanın sağladığı düşük konsantrasyonlu vakumun müziğe -sadece tinsellikle açıklanamayacak- yeni ve aşkın boyutlar kattığını ilk olarak Aya İrini’deki bir Rufus Wainwright konserinde deneyimlemiştim.3 Zamanın en yoğun tüketildiği, şehrin en konsantre caddesine komşu Kırım Kilisesi’nin sunduğu boşluk ise yarattığı bu tezatla birlikte belki daha da değerliydi.
Bina içine girdiğimde farklı bir yalıtılmışlık hissettiğimi hatırlıyorum. Ailenizin zorla sürüklediği Antalya’daki mağaralarda ya da okulun satranç havuzunda duyumsayabileceğiniz bir şey değildi. Bu beni konser için daha da ümitlendirmişti. “Home” adındaki ilk uzunçalarlarına, yanılmıyorsam, kült müzik blogu Ychorus’ta rastlamış, şarkıları haftalarca döndürmüştüm. MySpace sayfalarında sizi peşinen “Yaşam alanımız doğrudan sahnelerdir” diye karşılıyorlardı ama zaten bu fazlaca amatör tınlayan kayıtlardan bile böylesine etkilenmişken, konserleri en iyi ihtimalle beklentilerimi karşılar diyordum. İlk olarak Nublu’da (Jurnal Sokak’taki eski yerlerinde) beni haksız çıkardılar. Gerçekten de plastik aracılardan kurtulunca müziklerinin o ana kadar keşfedemediğim katmanlarıyla karşılaşabildim, OYH dinlemek daha derinlikli bir deneyime dönüştü. Daha sonra Peyote’de dinleme imkanı buldum. “Eskişehir çıkışlı grup” etiketlerine rağmen o gün için en başından beri gurbettelermiş ve nihayet evlerine dönmüşler gibi düşünmek hoşuma gitti. Bunu birçok Taksim grubunu dinlerken de yapsam da…
Sonra Pera Müzesi’nde çalacaklarını duydum, bunu kafama pek oturtamasam da merakla yerimi aldım. Belki koltuklar gereğinden fazla rahattı, belki de ses sistemi grubun yırtıcılığıyla aşık atamadığından… Ne vadettiğini bilmediğim bu konser kaçırılmış bir fırsatın ötesine geçemedi. Açık havada ise hayat biraz daha zordu. Uçuşup giden melodilerin altında OYH, yolun sonunda kendine özgü o gürültüye evirecekleri girdapları yaratmakta zorluk çekiyordu.
Okul bitirme telaşıyla kaçırılan birkaç konser sonrası işte oradaydım. Pazar ayinini müteakip başlaması planlanan konser biraz sarktı. 15-20 kişi civarındaki kitle nöbetleşe sigaraya çıkıyor, hasbihal uzuyor, Tan Tunçağ ‘bir durum mu var gençler’ anlamında bakışlar atıyordu. Bir turist çiftin merakını gidermeye çalıştığı sırada kilise görevlilerinden birine kulak kabarttım. “Bize böyle bir müzik olduğu söylenmemişti.” Nasıl bir müzik? “Fazla gürültülü.” Sound Picnic sayfasına girdiğimde daha iyi anlıyorum. Teçhizat namına bir akustik gitar veya bir bilgisayardan ibaret, daha minimalist projelere ev sahipliği yaptıktan sonra bulmuşlar karşılarında cayırdayan bir gitara ve gümbürdeyen davullara oksijen gibi ihtiyaç duyan bu grubu.
Nihayet çalmaya başlıyorlar. Tam cepheden seyre koyulduğumuzda, yine de, o devasa vakum içerisinde grubun ezgilerini daha ufak bir cam fanus içerisine yaydığı hissine kapılıyoruz. OYH için olağan bir durum değil, alışkın olduğumuz birdenbireliği yakalayamıyoruz önceleri. Mekanın büyüsünün uzuvlarını bir süreliğine ele geçirmesine izin veriyorlar, ya da en başından beri bu grupta merkezi bir yere oturmuş çellist Gülşah Erol’un yokluğunu yabancılıyoruz.4 Kısa sürede yeni üyeyle telepati kuruluyor ve viyolonsel diğerlerine yansı olma işlevini geri kazanıyor. Pek az şeyin plana göre işlediği bir öğleden sonra OYH, pasını üzerinden silkelemeye kadir görünüyor. Pas boşlukta belleğin ve daha birçok şeyin taşıyıcısı olma görevini yerine getiren tozla buluşuyor. Yerkürenin her köşesine işlemiş bu parçacıklar yeni yol arkadaşları buluyor ve müzik, bedenimize bu yüzer-gezer aracıların güvenli taşıma biçimleriyle duhul ediyor. Farklı iki göğün altında birlikte var olan iki geçişken dünya, fakat aynı anda tıka basalık hissinden olabildiğince uzak.
Geçen Perşembe değil, bir öncekinin gecesinde Peyote’de James Hakan Dedeoğlu’nun son solo projesi TSU! ardından çaldılar.5 Bile isteye korunaksız gittiğim Swans konseri sonrası ücretli izne çıkardığım kulaklarım için iyi bir geri dönüş planıydı. Neyse ki o birdenbirelik yerine gelmişti, girdaplar başarıyla yaratıldı ve aşina gürültüler yeniden ziyaret edildi.
John F. Kennedy Has Never Forgotten Laika’daki arşiv kaydı dışında insan yapımı sözcüklere rastlamadığımız bu yaratımda şiirin izlerini sürebiliyoruz. Bu da beni en ufak şeyleri bile büyük bir coşku ve hayranlıkla karşılayan yeni yetmelere dönüştürüyor. Ne yazık ki bugün elimden gelebilecek en iyi şey, bu gecikmiş yazıyı yazmak.
Grubun en yakın konseri 9 Mayıs’ta Hayal Kahvesi’nde. 17 Mayıs’ta ise Taşkışla Ortabahçe’yi ziyaret ediyorlar, hem de Nekropsi ile aynı gece.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane