“Desio hakikaten çılgın bir yer. Orada her şeyin mümkün olduğuna inanmamak zor. Parçalara ayrı ayrı takımlarda baksak huzur evi karması denebilecek bir grup inanılmaz işler yaptı ve Basile’nin o son şutu girse, belki İstanbul’a kadar geleceklerdi.
Cantu’nun başarı yolunu algılamak bile kolay değil. Galatasaray’ın oyun felsefesine yönelik alt parçaları teker teker nasıl oturttuğunu görebiliyorsunuz rahatlıkla ama Cantu için bunu söylemek çok kolay değil. Her maç cebinden farklı kartlar çıkarıp, bambaşka şeyler sunuyorlar. Bu şekilde hiçbir rakiplerine istedikleri oyunu oynatmadılar, rakiplerini kendi seviyelerine indirerek alışık olmadığımız bir kazanma yolunu gösterdiler. Elbette spacing, savunmada iyi yardımlaşma, topu iyi paylaşma gibi temel alanlarda yüksek bir standart tutturdular ama bunlar gene de açıklamaya yetmiyor onları anlatmaya. Sanırım Euroleague’de yıllardır görmediğimiz bir farkındalık var Cantu’da. Herkes sahada ne olup ne bittiğinin ziyadesiyle farkında. Zor görünen bir pozisyondan nasıl bir boş şut bulacaklarını bilen oyuncular hemen o anda ona göre pozisyon alıp doğru yerde bulunabiliyor ve rakipleri işlerini bitirdiği anda akıllarının ucundan geçmeyen bir yolla rakiplerinin psikolojisini paramparça edebiliyorlar. Baktığınız zaman sahadaki sistem ziyadesiyle komplike duruyor ama çok sayıda yeni oyuncuyla başladıkları bir sezonda, sonradan gelenler bile sistemin yıllardır parçasıymış gibi verim verebiliyor. Panathinaikos’ta Obradovic’in yeterince güçlü bulmayıp yolladığı Shermadini dev cüssesiyle herkese sıkıntı çıkarabiliyor. Ayrıca, sahada bu kadar çok farklı şeyi bir arada uygulayan bir takımda koçun kenarda sürekli müdahale eder görünümde olması beklenir normalde ama Trinchieri’nin bir el hareketi yetiyor sahada istenilen, başka takımlar için oldukça radikal sayılacak bir değişikliği yapmaya. Belki de bu bile farklı durumlara ne kadar hazırlıklı bir takım olduklarını anlatacak bir anekdot olarak gösterilebilir. Sistemin her köşesinin optimizasyonu ile fark yaratan Ettore Messina’nın Müfit Erkasap’ı Lele Molin’in kenarda bulunması da keza bir şeyleri açıklasa da kritik pozisyonlarda itinayla çizilen ve uygulanan oyunlardaki başarıyı anlatmaya yetmiyor. Klasik mücadele seviyesi ile elit grubu zorlayan takım profilinin çok dışındaydı Cantu. Uzun süredir Avrupa basketbolunda “underdog” kavramının bu kadar yakıştığı bir takım da gelmemiştir herhalde.”
Bazı şeylerin gerçekten ne kadar iyi olduğunu anlamak için genellikle üzerinden biraz zaman geçmesi gerektiğine inanlardanım. Bugün bir yıl geriye dönüp baktığımda Cantu’nun bende bıraktığı izin daha da derinleştiğini rahatlıkla söyleyebilirim. Geçtiğimiz sezon bir şut, hatta bir düdükle playoffu kaçırdıkları Euroleague macerasına dair o zaman yazdığım yukarıdaki satırlar Cantu’nun nazarımda ne kadar etkileyici olduğuna dair ufak bir fikir verebilir.
Avrupa basketbolunun en sevdiğim yönlerinden biri kesinlikle koçların hala dizginleri daha çok elinde bulunduran taraf olması ve bu oyuna farklı bir boyut getirme konusundaki işlevleri. Dusan Ivkovic, Olympiacos’un rüya sezonu sonrası çoğunlukla eş dost memnun kalsın tadında dağıtılan Euroleague ödüllerinde Alexander Gomelsky Yılın Koçu ödülünü sonuna kadar hak etmişti. Evgeny Pashutin bu ödülü ondan daha az hak etmemişti, hatta Duda’nın çırağı Fotis Katsikaris ondan bile fazla bu ödülü hak ediyordu bana göre. Ancak hiç kimse Andrea Trinchieri kadar değil…
“Avrupa’da çok fazla yeteneği kaybediyoruz. Pek çok takım fiziksel yeteneğin peşinde koşuyor, mental veya teknik yeteneğin değil. Bu da oyunu başka bir yöne gitmeye zorlayacaktır.”
Sahada bu kadar sofistike görünen, muazzam işleyen bir yapıya dair İtalyan koçun oyun felsefesine yönelik sözleri ise ilk anda biraz çelişkili duruyor. “Less is more” felsefesini benimsemiş, oyunu temel şeyler üzerine kurarken, komplike bir tarzın hataya çok daha açık yapısından uzak durmaya çalıştığını belirtiyor. 24 saniyeye bu kadar çok doğru hamleyi sürekli olarak sığdıran bir yapının yine de o denli basit olamayacağını düşünmek için çok fazla sebep var.
“Oyuncuların hedeflerini başarması adına onlara fırsat vermek için oldukça basit fikirlere sahip olmanın önemli olduğuna inanıyorum. Felsefe, bir arada kalma kuralları bunları gerçekleştirmek için birer araçtan fazlası değil. An itibariyle günümüz basketbolunda, sahada olan biteni okumaya çalışan her takım geri kalanlardan daha sofistike görünmekte. Çünkü, Avrupa’da çok fazla yeteneği kaybediyoruz. Pek çok takım fiziksel yeteneğin peşinde koşuyor, mental veya teknik yeteneğin değil. Bu da oyunu başka bir yöne gitmeye zorlayacaktır. Amacım sofistike bir sisteme sahip olmamak zira bunun doğru olmadığına inanıyorum; akıllı bir sisteme sahip olmak istiyorum, her türlü savunma ve hücuma karşı oynayabilecek bir sistem.”
“Dünyanın en iyi koçunun, Gregg Popovich’in felsefesi nedir? Üç farklı pozisyonda üç franchise oyuncusu ve geri kalan dokuz kişi sen, ben veya herhangi biri olabilir.”
Öte yandan bu sistemin temel seviyedeki işleri keskin bir şekilde gerçekleştiren ve bunların birbirine eklenmesi sonucu oluşan sofistike ve esnekliğe sahip bir yapı olduğu kanısındayım. Yani bir nevi Messina stili, kenardaki Lele Molin faktörü zaten bu benzerliği düşünmemenizi olanaksız kılıyor. Yapının kendini esnetme yetkinliğini başka türlü açıklamakta zorlanıyorum açıkçası. Sezon öncesi hazırlık döneminde takımla birlikte olmayan Giorgi Shermadini ilk günden bu yapının en iyi işleyen parçalarından biri oldu, keza neredeyse bir yıldır basketbol oynamayan Doron Perkins ilk maçında kaldığı yerden devam ediyor gibiydi. Geçen sezonki fizik üstünlüğüne sahip olmayan, bütçesi daralan takım boyalı alanda daha atletik isimlere yöneldi ve bu onların sistemin temelinde feragat etmesini gerektirmedi, neredeyse kaldığı yerden devam ediyor gibiydi bambaşka oyuncu profilleriyle. Uyum süreci denen şeyin safsata olduğunu düşünmek için sebepler sunuyorlar.
“Elbette biz de bir uyum sürecinden geçtik ancak kritik olan takımın çekirdeği olacak, nerede oynadığını, nereye gittiğini bilen oyunculara sahip olmak. Yıllardır burada olan üç dört oyuncum var ve bu çok yardımcı oluyor. Mesela, Shermadini bizim için kilit bir isimdi, şu an ise Maccabi’de hiç bir şey yapmıyor. Bana gelip Maccabi gibi dev bir kulübe gitmek istediğini söylediğinde çok üzülmüştüm. ‘Gitme, hazır değilsin. Burada iyi konuşamadığın İngilizce dahil bütün sorunları halleden ağabeyin Markoishvili var.’ dedim ve haklı da çıktım. Bu örneği niye verdiğime gelecek olursak, çekirdeği oluşturan oyuncuların ne kadar önemli olduğunu anlatmak istiyorum, üç tane franchise oyuncusu. Bu franchise oyuncular en iyi oyuncular da olmak zorunda değiller. Dünyanın en iyi koçunun, Gregg Popovich’in felsefesi nedir? Üç farklı pozisyonda üç franchise oyuncusu ve geri kalan dokuz kişi sen, ben veya herhangi biri olabilir. Tony Parker, Manu Ginobili ve Tim Duncan’a sahipler. İki tanesi de mutlaka sahadadır her zaman. Diğer oyuncular da sistemi tamamlar.”
– Bir nevi Obradovic tarzı aslında.
– En iyiden öğrenmelisin. Çalışıyorum… (gülerek)
“Geçmişte harika oyun planları gördüm, sofistike planlar, nerede kırmızı, nerede mavi, nerede sarıyı oynayacağına dair, burada adam değişme, burada tuzak, vs. O zaman takımın sahada yavaşladığını görürsün çünkü basketbolu çok fazla düşünerek oynarlar.”
Underdog’ları izlemek bu oyunun en keyifli yönlerinden, Cantu’yu izlemekse bunun çok ötesinde bir keyifti. Alışılan tipte bir underdog değildi onlar. Sahada her maç sizi daha fazla hayrete düşüren, bambaşka bir yönlerini sergilediler. Bambaşka tarzlardaki, kendilerinden güçlü rakiplerin oyunlarına ayak uydururken, bir yandan da istediklerini kabul ettirmeyi başardılar. Rakiplerini kendi seviyelerine indirip sıradışı bir kazanma yolu gösterdiler. Daha da etkileyici olansa rakibe göre belirledikleri ana stratejiyi, kendi artılarıyla süsleyip, saha içi kararlarında kusursuzluğu yakalayan çok fazla maç çıkarmaları.
“Bir koç olarak öncelikli konu, eğer takımının değeri sekizse, sekizlik bir takım gibi oynamalısın. Sahaya girerken değerinin on olacağını düşünme. Takıma bu şekilde zarar vermek istemem. Eğer ederin sekizse, sekizlik bir takım gibi oyna. Evi yavaş yavaş inşa etmelisin. Önce ilk katı çıkarsın, sonra ikinci katı, evi de daha sonra tamamlarsın. Anlaman gereken ilk şey gerçekten ne yapabileceğin. Dünyada bir sürü iyi koçun olduğuna, bir sürü koçun harika fikirlerinin olduğuna inanıyorum. O zaman fark nerede? Takımının ne yapabileceğini bilmekte… Çünkü geçmişte harika oyun planları gördüm, sofistike planlar, nerede kırmızı, nerede mavi, nerede sarıyı oynayacağına dair, burada adam değişme, burada tuzak, vs. O zaman takımın sahada yavaşladığını görürsün çünkü basketbolu çok fazla düşünerek oynarlar. Ancak bunu yapamazsın, bunun için vakit yok. Basketbol aksiyon ve reaksiyondur. Bu yüzden oyun planını sadece rakibe göre değil, öncelikle kendi takımına bakarak yapmalısın.”
Trinchieri’nin kastettiği oyunu hiç düşünmeden oynamak değil düşünme eylemini saha dışında yaparak, oyun içindeki akıcılıktan taviz vermemek bana göre. Zaten Cantu’nun her rakibinden daha yüksek bir basketbol IQ’suna sahip izlenimi vermesinin, kariyerleri boyunca bu yönleriyle ünlü olmamış bir oyuncu topluluğuyla başka bir açıklamasının olması zor. Eldeki yapının sahadaki karar verme işine bu kadar odaklı olması yetenek eksikliğini kompanse etmek için gerekli olsa da bu daha çok İtalyan koçun felsefesinin bir parçası gibi duruyor. Bu da haliyle sahada verilen kararların ön planda olduğu iki ekolü hatırlatıyor: Zeljko Obradovic ve Ettore Messina. Koç, kendi tarzının vatandaşına daha yakın olduğundan bahsederken, bu ikiliye dair yaptığı kıyaslamanın üzerine söylenecek de fazla söz yok. Masanın üzerindeki telefonları, masanın iki ucuna götürerek:1
“Zeljko, koçluk yapmak için yaratılmış biri. Tam bir dahi. Ettore ise hayatta elde ettiği her şeyi çok sıkı çalışarak gerçekleştirdi. Birbirlerinden tamamen farklılar.”
“Euro 2004’ü kazanan Yunan milli takımı beni çok etkilemişti. Atina’da binlerce insanın kutlama yaptığı sırada, otobüste Otto Rehhagel’le yapılan röportajı izlemiştim. Ona ‘Koç, sırrınız nedir?’ diye sordular. ‘Sır falan yok, ben gelmeden önce burada oyuncular ne istiyorlarsa onu yapıyordu, şimdi ne yapabileceklerse onu yapıyorlar.’ Bu kadar basit aslında.”
Oyunun düşünme yanına dair ünlü Ukraynalı teknik direktör Valeri Lobanovsky’nin sözlerini hatırlatınca2 onaylayarak, saha içinde oyuncuların sahip olduğu özgürlüğe yönelik düşüncelerini aktarıyor. Oyuncularını öncelikle kendi potalarını korumada gösterdikleri çabaya göre değerlendiriyor.
“O özgürlüğü hak etmek zorundasın. Sana her oyuncunun söyleyeceği bir şey var. ‘Hey koç, bana saygı gösterilmesini istiyorum.’ Ben de bana saygı gösterilmesini istiyorum. Eğer saygı görmek istiyorsan, önce başkalarına saygı göstermeye başlamalısın. Sahada serbestlik mi istiyorsun? Sürekli ‘Koç, bırak oynayayım, bırak oynayayım’ denir. Tamam, sen önce savunma yap, ben de oynamana izin vereyim. Eğer savunma yaparsan, ben de hücumda sana serbestlik tanıyacağım. Bu bir nevi, dengeyi bulmak için yapılan bir anlaşma.
Euro 2004’ü kazanan Yunan milli takımı beni çok etkilemişti. Atina’da binlerce insanın kutlama yaptığı sırada, otobüste Otto Rehhagel’le yapılan röportajı izlemiştim. Ona ‘Koç, sırrınız nedir?’ diye sordular. ‘Sır falan yok, ben gelmeden önce burada oyuncular ne istiyorlarsa onu yapıyordu, şimdi ne yapabileceklerse onu yapıyorlar.’ Bu kadar basit aslında.”
İş sadece oyunculara rollerini kabul ettirmekle bitmiyor. Bunun da ötesinde onları sahada daha iyi bir karar verici haline getirmek, yapıyı buna göre şekillendirmek işin asıl püf noktası.
“Bu çok çok zor bir iş. Onların zayıf yönleri ile mücadele etmeli, alışkanlıklarıyla uğraşmalısın. Belki de bu yüzden her zaman daha az yeteneği ama daha iyi bir karakteri tercih ediyorum. İyi bir karakterle bunun üzerinde çalışabilirsin. İyi bir yetenek ama eh işte diyeceğiniz bir karakterle ise daha düşük bir seviyede kalırsınız.
Koçluğa ilk başladığım zaman teknik, taktiğin en önemli şey olduğuna inanırdım. Eğer işin bu tarafını biliyorsan, her şeyi biliyorsun diye düşünüyordum. Şu anda, teknik-taktik ortalama seviyede 10%, üst seviyede belki 30% önem taşır. Bir koç için en önemli şey oyuncularla, medyayla, takım sahipleriyle, başkanlarıyla olan ilişkileridir. Amerika’da buna ilişkiler ağı diyorlar, işte bu ilişkiler ağı en önemli şey.”
“Bize her zaman hareket halindeyken bir pick and roll oynatmaya çalışırdı. Bundan kastım şu, mesela flex gibi basit bir hücumu ele alalım. Gazilyon yıldır Amerika’da oynanan bir flex gibi görünürdü. Biz bunu sadece tekrardan pick and roll oynayabilmek için yapardık. Bir kere uzunları hareket ettirdiniz mi, bu sefer de back screen hakkında düşünmeye başlarlar ve bir sonraki adımı, aslında pick and roll’ü unuturlar.”
Jerome Allen
Teknik-taktik koçluğun belki en önemli kısmı değil ama seviye yukarı çıktıkça fark yaratan kısmı. Eski oyuncusu ve yardımcısı olan Jerome Allen’ın3 Trinchieri’ye dair söyledikleri onun işin bu tarafına dair nasıl kafa yorduğuna dair önemli bir ayrıntı.
“Ortalama bir takımla iyi bir takım arasındaki fark, PnR’a dahil olan oyuncu sayısında yatıyor. Ortalama bir takım iki kişiyle PnR oynar, iyi bir takımda bu sayı üçe çıkar, harika takımlar ise PnR’ı bir sistem gibi oynar.”
Zeljko Obradovic, Belgrad’da katıldığı bir antrenör seminerinde yaşlı kıtanın eskisi gibi yetenekli bire bir oynayabilen oyuncuları elinde tutamadığı için oyunun bu kadar pick and roll odaklı haline geldiğinden bahsetmişti. PnR, hali hazırda bu oyunun en verimli ve en basit silahı olduğu sürece de bunda bir yanlışlık yok. Fark yaratmak için PnR’ın yarattığı avantajlardan uzaklaşmanın manası da yok, zira modadan ibaret değil, doğrudan bu oyunun temellerinden biri. O halde bunun üzerinde nasıl fark yaratılacağı asıl mesele. Obradovic, oyunun evriminde çift oyun kurucu özellikli adamın sahada bulunmasının oldukça klasik haline geldiği bir düzeyde, üç tane PnR yönetebilecek oyuncuyu (Calathes, Diamantidis, Jasikevicius) birlikte efektif kullanarak fark yaratmıştı. Trinchieri de Obradovic gibi fark yaratanlardan biri, o akıcı, yüksek katılımlı hücum organizasyonunu kurmak için sahada istediğini almanın yolunu bulmuştu.
“Bugün basketbolun büyük çoğunluğu PnR basketbolu. Ortalama bir takımla iyi bir takım arasındaki fark, PnR’e dahil olan oyuncu sayısında yatıyor. Ortalama bir takım iki kişiyle PnR oynar, iyi bir takımda bu sayı üçe çıkar, harika takımlar ise PnR’u bir sistem gibi oynar. Eğer PnR’ı bir avantaj yaratmak için oynuyorsanız, bundan sadece iki kişi faydalanır, çünkü sadece iki kişilik bir oyundur bu temelinde, perdemeleyi yapan ve topa sahip olan adam. Eğer PnR’ı savunmayı hareket ettirmek için kullanıyorsanız, köşedeki adamla, arkadaki adamla, görüş dahilinde olan adamla da oynuyorsanız, bu artık bir PnR oyunu değil, bir PnR sistemidir. Şu anda her takımın hücumunun 70%’inde PnR oynadığına inanıyorum. Peki ya savunma? O kadar çok PnR savunması oynanıyor ki, tüm PnR savunma çeşitleri geçen yıldan daha iyi yapılıyor. Synergy’e bakarsanız, ortalama bir takımın daha iyi PnR savunması yaptığını görebilirsiniz. Çünkü ilerlemenin tek yolu, tekrar, tekrar, tekrar. Üniversitedeki uzman bir profesörden öğrenmek gibi, sürekli PnR savunması oynayınca, yıldan yıla nasıl yapılacağını öğreniyorsun artık. Anlatmak istediğimse şu, kim ilk adımı atacak ve modern olup, savunmayı her zaman aynı şeyi yapamayacağı bir duruma sevkedecek. Bunun anlamı, bir seferde dört numarayla oynamak, ötekinde oyun kurucuyla, bir diğerinde öteki kısayla, bu artık savunması kolay olmayan bir durum haline geliyor. Savunmayı seçmeye, karar vermeye zorluyorsun. Çünkü hücumda olduğu gibi savunmada da bir karar verme durumu söz konusu. Bu nedenle de iyi bir PnR sistemine sahip olmak için farklı boyutlara ihtiyacın var, kimin adamı yardım ediyorsa onu kullanmak için, ya da sizin söylediğiniz şekilde daha sofistike oynayabilmek için.
Artık maçtan bir saat sonra, her şey elinizde, her oyuncunun her tip pozisyondaki durumu, kliplere ayrılmış halde. Bunu ben söylemedim ama benden daha akıllı insanlar söyledi. Hayat bir döngü ve temellere geri döneceğiz. Çünkü teknik, taktik bitmiş durumda, her şeyi biliniyor artık. iPad’imde dünyadaki bütün maçlar bölümlere ayrılmış şekilde mevcut. Fist’te ne oynuyorlar, Thumb’da ne oynuyorlar, öbür durumda ne yapıyorlar, onun savunması nasıl yapılıyor, diğer türlü nasıl savunuyorlar… İşte bu kadar detaya girdiğinizde basketbolu öğretmeye geri dönüyorsunuz, karar verme, oyunu okuma, fundamental…”
Bu nedenle de kadronuzun farklı durumlarda işlev gösterecek şekilde olması gerekiyor. Kadro kurmanın üst düzey koçluğun artık en kritik aşaması haline gelmesi de işte bu sebepten. Pas dağıtımına destek olacak, şutör bir uzun olan Maarty Leunen’den, pota altında kendini hissettirmekle yükümlü Giorgi Shermadini’ye, tecrübe faktörünü sağlayan Gianluca Basile ve Denis Marconato’dan tamamlayıcı taktik oyuncu fonksiyonunu yerine getiren Vladimir Micov’a kadar pek çok ayrıntı düşünerek bir kadro inşa etti Trinchieri. Sınırlı kaynaklarla hem Euroleague seviyesi için gerekli olan yetenek ve tecrübeyi sağlamak, hem de bütün diğer yükümlülükleri yerine getirmek hiç de kolay bir iş değil. Bu aşamada yaptığınız bir hatanın maliyeti sandığınızdan çok daha büyük olabilir. Efes gibi kaynaklara sahip olsanız dahi, geçen sezonki kötü seçimlerin faturasını hala ödüyor ve muhtemelen daha da ödemeye devam edecek durumda olabilirsiniz.
“Hayat bir döngü ve temellere geri döneceğiz.”
Koçun altını çizdiği daha da önemli bir kelime var: Modern. Modern koç tanımı çoğunlukla daha genç jenerasyona ait olmasından kaynaklı, günün trendlerine daha yakın bir basketbol anlayışını benimseyen, benimsediği basketbol eskiyen gruptan bu şekilde ayrılanlar için kullanılıyor. Bu tamamen de yanlış bir tanım değil ama o grubun büyük kısmı da kendilerini yenileyemiyor, daha da önemlisi eldekini kaybetmek pahasına kaçınılmaz değişime gereğinden fazla direnç gösterdiği için yeni eskiyenler kervanına katılıyor. Trinchieri, oyun üzerine düşünmekle kalmıyor, değişime de önderlik etmeye çalışıyor. PnR basketbolu ile doğru karar vermenin başarı yolunda her zamankinden daha fazla ön planda olduğu bir çağda nehrin hangi yöne aktığını iyi analiz edip, ona göre pozisyon alıyor. Aslında onun karakterinde var olan bir durum bu. Karşılaştığı problemleri en temelinden, doğru bir yöntemle çözmeye çalışıyor. Aynı düşünme algoritması, basketbol sahası için de geçerli. Nerede temellere bakıp, nerede ayrıntıya girmesi gerektiğini biliyor. Bu nedenle de “Mirza Teletovic’i durdurmaya çalışmak mı anlamlı, diğerlerine odaklanmak mı?” ,”Bunu yapabilecek imkanlara sahip miyiz?” sorularını kendine sorup, doğru maç stratejisini geliştirebiliyor.4
Andrea Trinchieri’nin de söylediği gibi bilgi artık çok daha erişilebilir. Bu nedenle de öne çıkan bir oyunculuk kariyeri olmadan üst seviyede koçluk yapanların sayısındaki hızlı artış da bir sürpriz değil. Envai çeşit gelişmiş istatistiğin bulunduğu bu devirde, elinizdeki bilgiyi nasıl kullandığınız da doğal olarak fark yaratılan kısım. Avrupa basketbolundaki tanrı konumunu öncelikle rakip analizindeki becerisine borçlu olan Obradovic’ten bir şeyler kaptığını eylemleriyle kanıtladı İtalyan teknik adam. Rakibi konfor alanının dışına çıkarmanın hali hazırda en geçerli yöntem olduğunu biliyor.
“Rakibin trendini anlamaya çalışırım. Üçlüklerle mi kazanıyorlar yoksa post-up’larla mı? Güçlü oldukları alanlara odaklanırım. Sonuçta sayılar yalan söylemez, Aslolansa o sayıları kimin okuduğu. İstatistik kağıdını ben başka şekilde, siz bambaşka bir şekilde okuyabilirsiniz. O yüzden de sayıların her zaman aynı olduğu bir sisteme sahip olmak lazım ve bu da kolay değil.”
“Mesela Diamantidis, bence mental açıdan dünyadaki en iyi oyuncu. O sahadaki her şey. Sizi kandırır, rahatsız eder, akıl oyunları oynar. Obradovic bunu yapabiliyor çünkü Diamantidis’i var.”
Trendlerden bahsederken koça basketboldaki moda kavramına dair görüşlerini soruyoruz. Yükselen temponun öne çıkardığı Terrell McIntyre, Bo McCalebb gibi öne çıkan çabuk guardlar ve topa baskı kavramını da vurgulayarak.5
“Modaya inanıyorum ama biraz farklı bir durum. Mesela Diamantidis, bence mental açıdan dünyadaki en iyi oyuncu. O sahadaki her şey. Sizi kandırır, rahatsız eder, akıl oyunları oynar. Obradovic bunu yapabiliyor çünkü Diamantidis’i var. Eğer Cantu benzerini McCalebb’e yapmaya çalışırsa, ondan bir sürü üçlük yer, çünkü biz McCalebb için tehdit değiliz. Ama Diamantidis’le karşılaşan biri kaç tane şampiyonluğu olduğunu düşünür. ‘Şutu kullanmalıyım ama şutör değilim.’ der, tedirgin olur. Yani başladığım noktaya geri dönecek olursak, bir koç için ilk ve en önemli şey oyuncularını tanımak ve onların ne verebileceğini bilmektir.
Öte yandan, bildiğim bir şey var ki o da atletik bir takımsanız, hayatta kalırsınız. Defolarınızı kapayabilirsiniz, özellikle de fiziksel dezavantajlarınızı. Onsuz yaşayamayacağınız tek şey atletizm, sonuçta nasıl sıçranacağını öğretemiyorsunuz. Geçen sezon, Avrupa’nın ilk sekizinden bir şut uzaklıktaydık ama atletik oyuncularımız olmadığı için çok zordu. Basile, Marconato hiç atletik olmayan oyuncular. Bu sezon daha kötü oynadık, sahadaki IQ’muz düştü ama hala hayattayız, Top 16’ya kalabiliriz, belki kalamayacağız ama hala bir şeyler yapabiliyoruz. Üç saniyede bir sıçrayabilen bir oyuncuya ya da on saniyede bir sıçrayabilen bir oyuncuya sahip olmak çok fark ediyor.
McCalebb, McIntyre gibi oyuncularsa, evet, birer faktör ama son adım hala Teodosic, Spanoulis, Diamantidis, Navarro gibi oyuncular. Zirvenin hemen alt seviyesine ulaşmanın en kısa yolunun hala bu oyuncular olduğunu düşünüyorum.”
Sahadaki taktik başarıdan bile etkileyici olansa Cantu’nun sergilediği mental dirayet. Euroleague tecrübesi çok az olan oyuncularlarla, sürekli zor rakiplerle oynamak durumunda kaldıkları bir sezonda, hemen hemen her maçları son dakikaya kadar başa başa giderken, kırılmalarını beklediğiniz her anda hayatta kaldılar, baskı arttıkça daha sağlam durdular. Eline fazla şans geçmeyeceğini bilen bir takım olarak kaybettikleri can acıtan maçlardan sonra daha güçlü bir şekilde ayağa kalkıp, en iyi yaptıkları şeyi, insanları şaşırtmayı başardılar. Son fırsatları kaybedilmemesi gereken değil kazanılması gereken bir şans olarak gördüler. Trinchieri’nin hayranı olduğu Winston Churchill’in dediği gibi cehenneme girdiklerinde yürümeye devam ettiler.6 Kendini kaybetmenin en kolay yer olduğu Yad Eliyahu’da önde başlayıp, basket bile atamadan geçirdikleri üçüncü çeyrekten sonra bile geri dönüp ikili averaj üstünlüğünü aldılar. Tecrübe kavramını da safsata haline getirdiler.
“Her maçın başında ister Barcelona’yla oynayın, ister Banvit’le, ister Olin Edirne’yle, hava atışından önce bilmediğiniz bir şey vardır. Nasıl bir oyun oynanacak? Benim oyunum mu senin oyunun mu? Maçtan önce koçların konuştukları da “Hadi koçum”dan ibaret değildir. Koçlar kendi takımını ve rakiplerini tanıyarak, maçta tam olarak ne yapmak ve yapmamak istediklerini bilirler. Sonuçta kendi oyununu oynamaya çalışırsın. Bazen güçlü takımlara karşı bunu yapabilirsin de. Obradovic’in Panathinaikos’u ya da Messina’nın CSKA’sı gibi büyük takımlar ile oynarken neye izin verecekleri ve ne yapmaman gerektiğini de kesin olarak bilirsin. Bu oyunun ilk aşaması. Eğer iyiysen, kazanmak için başka türlü bir basketbol oynayıp, rekabet edebilirsin. Aksi halde, Barcelona’nın saha avantajına sahip olduğu Panathinaikos serisinde olduğu gibi, Obradovic, onların yetenekleriyle yarışamam, onların basketboluyla kaybetmeyeceğim, başka bir şekilde kazanmak zorundalar dedi. Maçı üçlükleriyle Victor Sada kazanmalı, Ricky Rubio kazanmalı dedi. Ve kazanamadılar… Çünkü keyif almadılar. Oyunlarını oynayabilmek için keyif almaları gerekiyordu.
“Barcelona, PAO’ya kaybetti. Çünkü keyif almadılar. Oyunlarını oynayabilmek için keyif almaları gerekiyordu.”
Bu aslında hayatta kalmanın yegane yolu, plana sadık kalmak. Özellikle de burası çok önemli, inanmak! Özellikle Cantu gibi takımlara koçluk yapıyorsan, ne yapıp ne yapamayacağını bilmek çok önemli. Real Madrid’le karşılaşmadan önce, üç oyuncumuz sakattı ve onlar da o anda Avrupa’daki en iyi basketbolu oynuyordu. Takımım için onları savunamayız, bunu yapamayız, şunu yapamayız demek çok kolaydı. Benim işimse takımımı ne yapabileceğine odaklamaktı. Düşük skorlu, hücumda skorun dengeli dağıldığı, topun dolaştığı, özgüvenle topu çembere yolladığımız ve onların en etkili oldukları noktalarda, yani perdelemelerden çıkışlarda yapabileceğin en iyi savunmayı yapmak.
Bu bizim işimiz, özel bir durum değil, zor belki ama her güzel şey zordur zaten. Doğru oyuncuları bulmak, kimyayı sağlamak da var, bir şekilde hayatta kalmaya çalışmak aslında.”
Bu sezon Euroleague elemelerini kazanmalarından sonra aldığı bir telefonu anlatırken yüzünde hala o anki şaşkınlık ifadesi var İtalyan teknik adamın. Zeljko Obradovic, kısaca “The God”, Trinchieri’yi tebrik etmiş o gece. Zeljko’nun takdirini kazanmış olmak çok değerli olsa da hala İtalya’da yurtdışında gördüğü saygının yanına yaklaşmış değil. Bu yüzden de yakın gelecekte düzelme emareleri vermeyen İtalya milli takımının bir gün başa geçmesine pek ihtimal vermiyordu.
“Hayatımda hiçbir yaş grubundaki milli takımı çalıştırmadım, U16, U18, U20, bana hiç teklif etmediler. Bu elbette hayallerimden biri. Annem Hırvatistan’dan, babamsa Amerika’dan, büyükbabam da İtalya’dan ve ben İtalya’da yaşıyorum. Ülken için çalışmak, mücadele etmek nedir bilirim. Biraz vatansever bir yaklaşım olacak ama hiçbir şey ülken için mücadele etme arzunu yenemez. Kulüp tabi ki çok önemli, her gün hayatının içinde ama dünya çapında, ülkeni temsil etmek başka bir şey.
Bu kulüp çalıştırmaktan tamamen farklı bir iş. Ya en iyi 12 oyuncuyu seçersin ki bu güzel olmakla beraber risklidir, takım kimyası büyük bir soru işaretidir ya da kadronu en iyi takımı oluşturacak şekilde tasarlarsın.”
İtalya’da kıymeti yeterince bilinmiyor olabilir ama ne kadar özel işler ortaya çıkardığının farkında olan birileri elbette var. Yunanistan gibi her daim iddialı olma zorunluluğu olan bir basketbol ülkesinin, Cantu dışında üst seviyede önemli bir başarısı olmayan, hem de yabancı bir koça anahtarları teslim etmesinin ardındaki sebepleri iyi sorgulamak lazım. İdeal kimyayı bulmak başta, milli takım yönetmek gerçekten de bambaşka bir iş ve kadro mühendisliğiyle fark yaratan biri için milli takımların yapısı her zaman bolca risk içerir. Ancak bu serüven oldukça vaatkar. Trinchieri’nin eldeki malzemeden, ederinden fazlasını alma becerisini, bunu ekol haline getirmiş bir milli takımla bir araya geldiğinde vaat ettiği çok heyecan verici. Taktik disiplini belki de en iyi, kazanmak için uygulaması gereken çirkeflikler dahil en küçük detayın bile bu kadar farkında başka bir milli takım yok. Üstelik değişen jenerasyonla birlikte, heyecan verici, gelişen bir oyuncu grubuna ve Avrupa’nın son iki sezondaki en yüksek performansını veren oyuncuya sahipler. Kendinden güçlü takımları alt etmek için gerekli her türlü cinliği bilen, duygusal ve mental açıdan o maçları kusursuza yakın oynayan bir takım tam da Trinchieri’ye göre. Trinchieri’nin kariyerinin bir sonraki adımını atmasını sağlayacak fırsat da aynı zamanda. Kariyerinin geleceğine dair onun da hayalleri var ama Avrupa basketbol haritasına koyduğu kulübüyle olan bağı da ayrı bir yerde.
“Bana bir pencereden bakar gibi baktılar adeta. Pencereden baktığın zaman, sadece dışarı bakarsın.”
“Her kulübün özel bir yanı var. Maccabi’nin taraftarlarının oyunu nasıl yaşadığı, nasıl bir kulüpten daha fazlası, bir ülke oldukları veya Panathinaikos’ta taraftarın rakibi nasıl rahatsız ettiği. Adalete önem veriyorum ve kulübümün bana verdiklerine karşı adil olmak istiyorum. Dokuz yıl önce işsizdim çünkü ünlü ve zengin bir kulüp olan Olimpia Milano dokuz yıl önce koçunu kovduktan sonra işi bana vermek istemedi. Altı yıllık şerefli, saygıdeğer, sıkı çalışmanın ardından zamanımın geldiğine inanıyordum. Bana bir pencereden bakar gibi baktılar adeta. Pencereden baktığın zaman, sadece dışarı bakarsın. Ve işi bıraktım… 14 Şubat’ta, bir sevgililer gününde, işsizdim. Ve şu an Euroleague’deyim, bunun için kulübüme teşekkür etmeliyim. 30 yıl sonra kulübüm buralara geri döndü belki benim de ufak bir katkımla. Şu anda benim için dünyanın en iyi kulübü Cantu.”
Olimpia Milano her geçen gün yeni bir espriye malzeme teşkil ederken, Cantu saygınlığını arttırmaya devam ediyor. “Milano is Fashion, Cantu is Devotion” bu dönemi kusursuz anlatan bir motto olarak basketbolseverlerin kalbinde özel bir yer edindi bile. 14 Şubat 2004’e daha güzel bir cevap verilebilir miydi?
Lele Molin’in Ülker Sports Arena’ya girdiği anda etrafa çöken ağırlığı tarif etmek çok zor. Yanınızdaki ile konuşurken ancak fısıldayacak kadar cesaretiniz var. Yaptırdığı son antrenmanı izlerken en çok Messina’nın oyuncularının yerinde olmak istemediğinizi anlıyorsunuz.7 Tüm antrenmanı onun idare etmesinde ya da yeri geldiğinde son top için oyunu onun çizmesinde sakınca yok. Daha da önemlisi Messina’yla 11 yıl geçirmemiş başka biri de Molin’in yerinde olabilirdi, çünkü Trinchieri gerçek anlamda komplekssiz biri. Konuştuğu herkesten ne konuda olursa olsun bir şeyler öğrenme derdinde. Bu yüzden kendine azıcık da olsa bir şey katacaksa yazlarını Las Vegas’ta NBA yaz ligleriyle, Treviso’da Eurocamp’ta koçluk yaparak, Selanik’te basketbol seminerlerine katılarak geçirmekten oldukça mutlu. Ama her şeyden önce oyunun kendisini seviyor, onu genç yaşında iyi bir oyuncu olamayacağını anlayıp, oyunun içinde kalabilmek için koçluğa yönelten hissin ta kendisini. “Trinca çılgın bir koç, bizim için harikulade” diyen, birkaç yıl öncesine kadar basketbolun yakınında bile olmayan takım sahibi Anna Cremascoli başta, birkaç ay önce yıllar sonra Siena’nın elinden alınan ilk kupa sonrası yaşanan sevinç aslında çok şey anlatıyor. Elde ettiğiniz başkalarından ziyade sizin ona ithaf ettiğiniz önemle ölçülür. Bu ayağa kalkışın bir de taraftarların gözündeki değeri var. Muhtemelen Cremascoli ve Trinchieri’yi, Giannakopoulos ve Zeljko’ya tercih edeceklerdir.
* Yayın ve yapımda büyük emeği geçen sponsorumuz İsmail Şenol’a büyük teşekkürler.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane