Sizi İzzetbey’le tanıştırmama izin verin.
İzzetbey bugün yaşamıyor – ölü bir at. TJK sitesinde izine rastlamanız için şansa ihtiyacınız var, İzzetinoğlu’nun babası olarak karşınıza çıkabiliyor. İzzetinoğlu üç yaşında, buradan yakın bir zamanda öldüğünü çıkarabiliyorsunuz. En azından 16 iyi yılı var. Pistte yığılan şampiyon atların varlığı düşünüldüğünde fena bir kader değil. Ama yine de nasıl öldüğünü tahmin etmek istemiyorsunuz. At yarışı ile olan kısa ilişkimde bile bu işi büyük bir tutku olarak yaşadığı sanılan adamların, yıllarca onlar için koşmuş aygırlarına nasıl da sadece bir ‘döl’ olarak bakabildiğine dair yeterince hikaye dinledim. Belki ‘av tutkusu’ kadar sabıkalı bir his olarak algılanmıyor ama yargılamak için size bir dolu neden sunuyor. Yine de bu pislikleri bir kenara bıraktığınızda hala sempati ile baktığım adamlardır bunlar…
Nedenlerinden biri o olabilir. Safkan bir Arap atı. Ortalama 1.40 olup 400 kilo çektikleri için birçok kültürde savaş atı olarak seçilmiş, oryantal bir ırktan geliyor. Savaşlar sırasında süvari birliklerine dahil olmuşlar, akınlarda kullanılmışlar ve bazen de şaryoları çekmek üzere eğitilmişler. Diğer ırklara ağır bastıkları nokta mukavemet, yürümeye günlerce devam edebilirler. Heybetli olmak zorunda değildirler. Savaş atlarını çok farklı şekillerde resmedebilirsiniz, bir Michael Morpurgo uyarlaması olması gerekmiyor. İçinde bulunmamaları gereken bir savaşta, sebepsizce gözü pek ve vakur duran atlar. Dayanıklılıklarını bu karakterle birleştirince, daha yeni bir insan icadı olan at yarışlarında kullanılmaları da kaçınılmaz oluyor.
Yolculuğumun sıfır noktası olan şehirde, 1998 senesinden bir fotoğraf. Çocukluğun o kendine has sonsuzluğuyla dolu. Ve bir yandan da Çorlu’nun dar sokakları gibi daima tozlu. Annem ile babamın araları bir süredir bozuk, zaten takvim de boşanmalarından 3-4 sene öncesini gösteriyor olmalı. Emin değilim, bir çocuktan o spesifik günün ayrıntılarını derin bir hazla içine çekmesini bekleyemezsiniz. Şimdi de kafa yormuyorum. Şehir merkezinde bir tür lokantadayız. Babam öğleden sonralarını genelde burada geçiriyor, kıraathanelerin o hesap soran havasıyla arası hiçbir zaman iyi olmadı. O sıralarda ticaret denen yetişkin oyunundaki üçüncü denemesinde de çuvallamış ve aylaklık hakkını kullanıyor. Para kazanmak için çalışma fikriyle her zaman sorunlarınız olmuşsa ve ailenin en savurgan kişisiyseniz, ticarete atılmak yapılacak en akılcı hareket değildir. Bunu babam da biliyor. Ama hikayeyi ondan dinleyince, evlendikten sonra ona başka bir seçenek bırakılmadığını seziyorsunuz. Bölgenin en iyi takımlarında kaptanlık yaptıktan sonra, o sıralarda ikinci ligde oynayan Tekirdağspor ile dikkat çekmiş. 1982 yazında, o sene tarihinde ilk kez birinci lige yükselmiş -ve bu ilk macerası 12 sezon sürecek- Sarıyer ile anlaşmış. Fakat büyükleri ‘aile babası’ olma zamanının geldiğini salık verdiğinde karşı koymamış ve ön sözleşmede aldığı arabayı gerisingeri Sarıyer’e sürüp futbolu bırakma kararını kulüp yöneticilerine bildirmiş. Aslında şimdinin perspektifinden kurtulup, zamanın şartlarına göre düşündüğünüzde dünyanın en cesur kararı gibi gelmiyor. Ama o günlerde öyle düşünmeyi seviyorum. Bir ‘kaybeden’ ama bunu etraftaki modern kaybedenler gibi bir yere vardırmaya çalışmıyor.
Babamın son dönemlerde vakit öldürmek için merak saldığı bir meşgale, at yarışı bahisleri yapmak. Zamanla bir tutkuya dönüşüyor, Veliefendi ziyaretleri başlıyor ve onunla aynı tutkuyu paylaşan insanlarla tanışıyor. Masamız artık daha kalabalık, lokantaya girdiğimde sadece sahibin ilgisiyle karşılaşmıyorum. Pedagojik açıdan bayağı marazi gözüktüğünün o gün bile farkındayım, ama mutlu sayılırım. Belki de bizatihi o bahsi geçen sonsuzluktan gelen bir şey. Eve geldiğimde ilk olarak annem tarafından koklanıyorum. Sevgiden gelen bir şey değil, narkotik şubede çalışan köpeklerin görev bilinciyle yapıyor bunu. Bu yüzden masada sigara yasak, yetişkin de olsanız muhabbete katılmak için önce bu kurala riayet etmelisiniz. Bir de olabildiğince az küfür… Ama özen gösterilmesi gereken daha derinlikli bir konu da var. Kumarı cazip bir şey gibi algılamama izin verilmemeli.
10 yaşında bir çocuktan bekleneceği gibi olayla çok ilgiliyim, şekli olan her şeyi bilmek istiyorum. “Baba S. Boyraz Sadettin miydi, yoksa Sadullah mı?” Masaya oturduğumda ilk iş bültenlerdeki raporları okuyup tüyolar veriyorum. Sonunda dayanamayıp ayda bir kez oynamama izin veriyorlar. Ama öyle geniş altılı kuponları doldurmama izin yok, ‘tekli bahis’ ile sınırlı kalmak zorunda. Yani tek bir koşu, tek bir at. Bu izni hangi gün alacağım belli değil, okulda dikkatimi dağıtmaması için. Babam işareti çaktığındaysa çok hızlı olmak zorundayım, vadedilen otuz dakikalık şöhretime kavuşmak için fazla zamanım yok. Genelde favori jokeylerim belirleyici oluyor. S. Akdı, Karataş, Y. Tunç falan… Ama o gün değil. Atlar kulvarlarına doğru ilerlerken birkaç saniyeliğine ekrana getiriliyorlar. Yarış öncesi son izlenim şansı, gözünüzü bile kırpmamalısınız. At yarışı tutkunlarını hipodromlara çeken ana unsur da o saniyeleri uzatabilmek aslında. İzzetbey’i ve hakkak kalemine benzeyen boynunu ilk kez o birkaç saniyede görüyorum. Griye çalan rengi, üzerindeki jokeyin siyah-beyaz formasıyla kafiye yapıyor. İki gövde bir sekizgen içinde kilitlenmiş ve birbirlerinden hiç ayrılmayacakmış gibi duruyorlar. Tek bir nefes alıyorlarmış hissi veren bir ahenk… Yine de tüm bunlar, hiç tanımadığım bir jokeye oynamama engel olacak prensiplerime karşı koymam için yeterli değil. Jokeyin siyah-beyaz formasının 10 numara ile birleşmesi çaresiz bırakıyor. Zira o günlerde dünyanın en iyi beş oyuncusundan biri olduğuna yemin edebileceğim Sergen Yalçın bağlantısını kurmamak imkansız.
Atlar start hakeminin emrine giriyor, start veriliyor ve koşu başlıyor… İzzetbey kötü bir çıkışa rağmen atalarının gurur duyacağı bir dayanıklılık sayesinde son 200 metrede atağına başlıyor. Ve arkasına bakmıyor bile.1
Ganyan bayiindeki “18 yaşından küçükse kuponu yırtmak zorundayım” şakası bile yüreğimi ağzıma getiriyor. Eve geldiğimde duyduğum övünç ise bambaşka bir seviyede, isteseniz kokusunu alabilirsiniz. Annem kesinlikle alabilir ama o gün için bununla ilgilenmiyor. Büyük zaferimi onunla paylaşmamam mümkün değil. Hatta daha da ileriye gidiyorum, tüm parayı cebimden çıkarıp ona uzatıyorum. Neredeyse bir aylık harçlığım kadar, o yüzden hemencecik evin-erkeği-eve-para-getirdi moduna giriyorum. Kabul etmiyor, kumarla ilgili ufak bir diskur çekiyor ve asıl hedefine yöneliyor. Kapı önündeki rutin tartışma birkaç saat içinde alevleniyor. 19.50 ganyan hayatımı daha iyi kılmıyor.
Çeşitli çağrışımlarla dolu bir fotoğraf. Burada hiçbir şey kesin değil. Burada kesinliğe en yakın şey, hakkak kalemi boyunlu bir Arap atı. O gün İzzetbey’in tüm o duru güzelliğine rağmen, bir Arap atına güvenmemeyi öğreniyorum.2
Russell Westbrook ile tanışmam daha az tesadüfi değildi. NBA nehrinde ıslandıkça, çevredeki diğer akarsulara da bir merakla yaklaşıyordum. Kolej basketbolu referansları, o nehrin üzerinde de en azından ayaklarımı sallandırmamı zorunlu kılıyordu. Su hoşuma gitmiş olsa gerek, bugün geldiğim noktada orada yüzmeyi daha sık tercih ediyorum. Bir Lakers taraftarı olarak atılan ilk kulaçlar ise UCLA ve büyük mirasına doğruydu. Elbette John Wooden’ın başarı piramidini3 çözmeye adanan zamanlar ve Lew Alcindor, Bill Walton ve Gail Goodrich gibilerinin kariyer başlangıçlarına yapılan kısa yolculuklar.
2006 yazına dair belleğimde çok fazla hatıra yok ve bu pek de şaşırtıcı değil. Zira benim için, yaklaşan ‘büyük sınav’ nedeniyle hayata verilen bir senelik molanın başlangıcını işaret ediyor. Wooden alıntıları bazen kendilerine test kitaplarının ilk sayfalarında fiyakalı bir yer edinebiliyorlar. Ama o kadar…
2007 sezonu başlamadan önce kadrolara göz gezdiriyorum. İlk seferde Westbrook’un ismini üzerine tıklamaya değer bulmuyorum. Bir sene önceki Final Four’da UCLA için yolun sonu anlamına gelen Florida maçının istatistiklerinde bir kez daha gözüme çarpıyor. 8 dakika sahada kalmış ve 2 sayı bulmuş. Büyük bir haber değil. O sıralar daha sık girdiğim taraftar/öğrenci forumlarında iyi savunmacı olduğuna dair bir şeyler okuyorum. Bunu sınırlı istatistiklerine bakıp onaylama şansım olmasa da güveniyorum. İçten içe bu adamın, stili hiçbir zaman hoşuma gitmemiş Darren Collison’ın sürelerini tehdit edebilecek kadar iyi olmasını umuyorum. Fakat durum pek parlak değil. Lise oyuncularının bilgilerini arşivleyen sitelere bakıyorum, ‘acaba kaç yıldızlı biri olarak gelmiş’ düşüncesiyle. Profilinde bir fotoğraf bile yok. Sadece memleketi ve boyu. A non-star prospect… Fazlası değil.
En azından iyi bir jokeyi var. Alamet-i farikası olan baskı odaklı bire bir savunma paternleri içinde ona atfettiği değer aşikar Ben Howland ile birbirlerinden hiç ayrılmayacakmış gibi duruyorlar. Jordan Farmar erken profesyonellik kararı aldığında bu tipte bir oyuncuya yönelmesi tepki çekse de bu kumarı oynuyor.
Westbrook sahada Collison’dan hiçbir zaman bekleyemeyeceğiniz bir yoğunluk sergilemesine rağmen, her an bir ‘özgür ruh’ olduğunu görebiliyorsunuz. İkinci sezonunda Collison’ın yokluğunda daha fazla süre buluyor. Hala ona yakın bir pasör değil, hücumu işletmekte büyük sorunlar yaşıyor ve çoğunlukla çirkin top kayıplarının müsebbibi oluyor. Artık ilk sezonundaki kadar acınası bir şutu yok ama çembere hücumlarındaki olağanüstü patlayıcılığına rağmen, taraftar tabanında ona cephe alan ve Collison’ın geri dönüşü için gün saymaya başlayanlar var. Bu hiç şaşırtıcı değil, çünkü Westbrook kolay bir hedef. O gün öyleydi ve her zaman öyle olacak. Hayat size kötü davrandıysa, her zaman Ekşi Sözlük’e girip hakkında ‘dünya üzerindeki en düşük zekalı oyuncu’ olduğuna dair sayıkladığınız paragraflar döşeyebilirsiniz. Size bunun için her türlü malzemeyi veriyor ve bunu yapmak çok rahatlatıcı. O an ihtiyacınız olan şey daha önemli konulardaki düşüncelerinizi dağıtmak. Westbrook’u aşağılamak içinse uzun uzadıya düşünmenize gerek yok, bu neredeyse tepkisel. Yalnız olmadığınızı da kesinlikle biliyorsunuz, belki çok popüler bir düşünceyi, pek de bir şey katmadan, olabildiğince sıradan bir şekilde dile getirmek biraz canınızı sıkabilir. Ama sizi anlıyorum.
Howland da sizi anlıyor. O çok güvendiği canavar savunmacıyı oyundan çıkarmaya cüret edemeyip de maçın hakemlerinden birini yanına çağırdığı ve kendi oyuncusunu diskalifiye ettirmeye çalıştığı ortaya çıkmadan evvel de bunu biliyorduk.4
Sizi herkes anlıyor ve olası bir hamlenizde desteklemek için hazır kıta bekliyor. LeBron James ve Dwight Howard gibilerini dengelemek için ortaya çıkması umulan ağırbaşlı süperyıldız değil o. NBA yolculuğunun başından beri o dengeleyici süperyıldızla aynı takımda hatta. Ve sınıfın en uslu, en terbiyeli çocuğunu daha iyi göstermeye yarıyor. Başından beri yaratmaya çalıştıkları tüm algı bunun üzerine kurulu ve Westbrook onlara daha fazla yardımcı olamazdı. Fakat bunun farkında olmadığı yanılgısına düşmeyin.
Westbrook bir savaş atı ve her şeyi biliyor. Kırılgan değil, farkını yaratmak için yolun sonunu bekliyor. 2004’ün sıcak bir mayıs gününde, en yakın arkadaşı Khelcey Barrs’ın birlikte antrenman yapmak için çağrıldıkları salonda teşhis edilemeyen kalp büyümesi nedeniyle yere yığılıp onu yalnız bırakışını tecrübe ettiği andan beri hangi savaşın içinde olduğunu biliyor.5 Bu açıdan tanıdığınız savaş atlarına benzemiyor, bu savaşa kesinlikle kendi iradesiyle girdi. Ondan çok daha büyük bir yetenek olarak addedilen Barrs ile UCLA hayalleri kurarlarken, Barrs dışında kimse Westbrook’un bunu başarabileceğine inanmamıştı. Bu yüzden 22 Mayıs 2004’ten beri içinde bulunduğu savaş, yalnızca onun savaşı da değildi.
2012 final serisinin üçüncü maçı kesinlikle Westbrook’un sezonunun en kötü maçlarından biriydi. Belki Kevin Durant ve James Harden’ı yardıma ihtiyaç duyduğu anlarda sahada kendilerini kaybettirdikleri için suçlayabilirdiniz. Fakat Westbrook’un tercihleri tartışılacak düzeyde değildi, hemen hepsi o an yapılabilecek en kötü tercihti. TNT yayınındaki Jeff Van Gundy sözü almaktan çekinmedi, kaybedecek bir şeyi yoktu ve karşısındaki çok kolay bir hedefti. “Ben Russell Westbrook’u daha önce çalıştırdım, adı Steve Francis’ti.”6 Takip eden maçta Westbrook 20/32 ile 43 sayı, 7 ribaund ve 5 asistle ayağa kalktı. 2001’den beri bir final serisi maçının bir kısa tarafından böyle domine edildiğini görmemiştim. Evet, kesinlikle Allen Iverson’dan da etkileyiciydi. JVG de böylesini görmemişti. Kendisine itiraf etmemek için son çırpınışlarıydı. Tam o sırada Westbrook kusursuz bir kapanış yaptı. JVG için kusursuzdu, zira bir 43-7-5 ancak bu kadar kötü bir finalle bitirilebilirdi. Aynı anda dünyanın çeşitli yerlerinde binlerce kişi bunu “Westbrook’un kısa kariyerinin özeti” olarak niteledi. Keskin bir zeka gerektirmiyordu, neredeyse tepkiseldi.7
Bense hayal kırıklığına uğramadım. Benim için Westbrook hiçbir zaman kolay bir hedeften ibaret olmadı. O, yeniden güvenebildiğim ilk Arap atıydı. 2008’de San Antonio’daki Final Four öncesinde şampiyonluk ümidimin merkezinde o vardı. Yedeklemek için geldiği Collison veya bir başka ‘beş yıldızlı’ Kevin Love yoktu, o vardı. Derrick Rose ve ekibinin klas farkını ilk dakikada hissettirdiği o gün, gerçekten direnen tek isim de o oldu.8 Güvenimi boşa çıkarmamıştı.
O akıl tutulması anı hiçbir şeyi değiştirmedi, sezonunun en kötü maçının üzerine taarruza geçmek için bir an bile duraksamamıştı. Westbrook’a güvenmek dünyanın en kötü şeyi değil, 2008’de ‘sınıfının tartışmasız en iyi oyun kurucusu’ Jerryd Bayless’ı değil de onu seçtiği için çarmıha gerilen Sam Presti’ye de sorabilirsiniz. O geceden sonra bundan sonsuza dek emin oldum. 43 sayı o gece hayatımı daha iyi kıldı.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane