Bir zamanlar sevgilim olan kızın favori şarkıcısı Regina Spektor’ı dinlerken gözlerimi tutmakta zorlanıyorum. İleri seviye bir kafa da var işin içinde. İnsan vücutlarına yaklaşarak ısınalım amacıyla konseri bu kadar yakınen takip ediyoruz arkadaşlarla beraber, yoksa içinde bulunduğumuz fiziksel durum yatmaktan ve hafif dolanmaktan fazlasına izin vermiyor.
Rock Werchter line-up’ına ismi eklenince, adını ve birkaç şarkısını bildiğim için kafamda işaretlemiştim. Piyano çalıp söyleyen kadın formatını çok severdim aslında 3-5 sene önce. Ciddi bir Tori Amos hayranı olarak geçirdim 20’li yaşların ortalarını. Hatta öyle ki Werchter diye bir festivalin varlığından bu sayede haberim oldu. Sene 2007 idi. Tori Amos’un yaz turnesine bakıyordum, belki yakınlarda bir yerlerde çıkar da giderim diye. Belçika’daki bir festival, tur programı kapsamında görünüyordu ve bilet fiyatlarına bakayım derken çıkacak diğer isimler gözüme çarptı. Metallica, Pearl Jam, Björk, Marilyn Manson, Muse, daha gidiyor, gündüz seanslarında Blonde Redhead, Kings of Leon, Amy Winehouse, Lily Allen gibi bir sürü “gem”. Yazın zaten bir şeyler yapmaya niyetim olduğundan bileti aldım birkaç güne. Yetmedi yakın dostlara söyledim, onlardan da alabilen aldı. Devamında o festivale gidemedim, biletleri sattım, ancak aramızdan gidenler oldu ve kapıyı sonsuza kadar açtılar. Bir sonraki sene hacı olan grupta ben de vardım. Ve şimdi 4 sene sonra bir daha.
Regina Spektor’ın bu kadar iyi olduğunu bilmiyordum. Sıkça dinlediğim iki şarkısı vardı yalnızca: Samson ve Braille -ki ikisini de çalmadı. Birkaç denemem oldu albüm indirip ama yanlış albümden başlamışım. Alışması en kolay ve en akılda kalan şarkıları içeren Begin to Hope ve Far’dan çaldığı sayısız şarkıyı ilk kez dinlemek durumunda kalmayabilirdim zamanında uyansam. İşin güzel kısmı o an orada ilk kez dinlediğim, Youtube fenomeni Fidelity’den tutun da, sıradışı melodileriyle Dance Anthem of the 80’s’e kadar hatırlayabildiğim tüm şarkıları sevdim. Ve neredeyse tüm şarkıları hatırlıyorum. Öyle tek sefer dinleyerek aklında şarkı tutabilen bir adam değilim, yani bir mucize yaşanıyordu. Haberim yoktu henüz, yalnızca kendimi harika hissediyordum. Genel anlamda harika hissetmekten bahsetmiyorum. O an o noktada harika hissediyordum.
Şimdi filmi biraz geri alacağım. Hava henüz kararmamışken, güneş yüzümü yakarken bir yandan, yoldaşlarla beraber bulutçuluk adını taktığımız oyunu oynuyordum. Sırt üstü yere uzanırsın ve yukarı bakarsın. Normalden çok daha yakında görünen bulut öbeklerinin içerisinden türeyen sayısız motifi yakalayıp bunları hareket ettirmek işin temeli. Bulutlar türlü şekillerde dans gösterileri sunarken, süpürgeye binmiş cadılar sağdan sola hareket ederken, ağaçların da onlara katıldığını farkettim Mumford and Sons eşliğinde. Ne çaldığı çok önemli değil, melodi olması yeterli. Doğa tüm harmonisiyle müziği takip ediyor zaten. Rüzgar da işin içinde tabi. İnsanlar bile bu kaotik düzene uydurmuş durumda kendini. Kafamı çevirip geriye bakınca olayla hiç alakası olmasa da notalara göre hareket eden insanlar görüyorum. Dans dedikleri suni şeyden bahsetmiyorum, bu insanlar farkında bile değiller adımlarıyla ritim tuttuklarının.
Hiçbir şeye kaptıramadığım gibi buna da kaptıramıyorum kendimi uzunca bir süre. Mutlaka rahatsız edici bir dış etmen çıkar inancındayım. Buraların güzelliği, bu dış etmene pek olanak tanımaması. Ama iç etmene karşı yapacak bir şeyi yok. Gidemem diye düşünüyorum. Çok insan var, çok uzak. Hava da kararma eğiliminde. Kalkıyorum yine de, ortalığa işeyecek hâlim yok. Çimin üzerinde yürürken sıkıntı yaşanmıyor, platformlar ise 3 boyutlu görünüyor gözüme. Ayağımı çukur varmış gibi uzatıyorum arada, ya da tümseğe çıkacak gibi. Dışarıdan acayip görünüyordum muhtemelen. Öte yandan içim rahat, burası Werchter, burada her şey gerçek.
Mumford and Sons hoşuma gitmeye başlıyordu yavaş yavaş. Bir keşif daha. Dirk Nowitzki’nin bir tweet’i geldi o anda aklıma. Tek ayak üzerinde şuta kalkarak bir süredir elime yapışan birayı çöp kutusuna gönderdim. Çemberden seken plastik bardak etraftaki insanların üzerine hafif saçılarak yeri boyladı. Ribaundda kimse yoktu. İnsanlar gülüştü. Burada böyle hıyarlıklar da yapsanız insanlar size arkasını dönmüyor. Tuvalete doğru yollanırken içimdeki çocuğu çıkarsam mı diye düşündüm bir süre. Little Lion Man işte tam o an başladı. Kulak dolgunluğum olduğu için hatırladım, geri dönerek menzile aldım sempatik adamların performansını. “You’ll never be what is in your heart” derken Marcus Mumford, “haklısın” diye cevap verdim. Sonra o meşhur nakarat başladı. Herkes avazı çıktığı kadar “I really fucked it up this time” diye bağırdı. Deneyin, güzel oluyor. Dinleyicinin tamamı kendi hayatlarından bir kareyle bağdaştırmış hâlde lirikleri. “Rezil herifler” dedim, “çuvallamayan bir kişi bile yok mu?”
Geri dönerek harikalar diyarına olan yolculuğuma devam etmeliydim. Kalıp dans eden kızları izlemeyi tercih ederdim oysa (Altan bunlar da badem gibi). Aptal sarışın her türlü gider de akıllı sarışın apayrı bir şey beyler.
Arkamı döner dönmez başka bir dünyada buldum kendimi. Bulutlar yaklaşmaya başladı yine, olmayan kuşların cıvıltıları, rüzgar uğultuları gelmeye başladı derinden. Fazla ses yapmamak için adımlarımı yavaşlatmak zorunda kaldım. Neler olduğunu anlarım diye belki, etrafımda iki tur attım. İkinci turun sonlarına doğru solumdan üzerime doğru gelen Frankenstein’ı gördüm. Tam Frankie’nin burada ne işi var diye düşünürken, uzun, yapılı, dikdörtgen suratlı bir Hans yanımdan geçti gitti.
The Cave’e yetişmeyi başardım tüm olan bitene rağmen. Mumford and Sons’ın en iyisi. Gitar ritimleri şarkının başından sonuna sürekli olarak hızlanıyor ve sonunda havalanıyoruz. 3 kişiyiz. Orjinali 5 kişi olan grubumuzun geri kalanı farklı bir hayat yaşıyordu o an. Team Coco diyorduk onlara. O günün sabahından beri yaşananlar bizi yol ayrımına itmişti. Artık sahip oldukları enerjiye, patlayıcı güce erişmemiz olanaksızdı. Severek ayrıldık.
Regina Spektor’ı önce yatarak dinlemeye başladık. Çimlerde uzanmak, yeni aldığımız festival ürünü kapşonluları çamura bulamak, yasal uyarıya rağmen bira içmeye devam etmek gerekiyordu. Götümüz donmasa sabaha kadar orada kalabilirdik. Alternatif sahnelerde kendini doğru konumlandırabilirsen hem yemek mekanlarına, hem tuvaletlere hem de konsere yakın olabiliyorsun. Bu stratejik avantajımızdan soğuk yüzünden vazgeçmeyi kendime yediremesem de, Belçika akşamlarının Akdeniz akşamlarına benzemediğini, bir başka olduğunu bir kez daha anımsamış oldum. Pyramid Marquee isimli sahnenin adını aldığı piramit şeklindeki tentenin içine yanaşınca, o ana kadar yalnızca sesinden etkilendiğim Regina’ya tümden tutulmaya başladım. Şarkı aralarındaki utangaç, gülümsemekten konuşamayan tavrıydı belki de hoşuma giden. Şarkı başladığı an ise canavara dönüşüyordu. Ayakta, oturarak, mikrofona vurarak, beatbox yaparak o ana kadar gördüğüm en samimi performanslardan birini koyuyordu ortaya.
Rock Werchter 2012’nin üst noktası bu andı benim için. Festivalin en iyi performansı ya da en iyi müziğini o an dinlediğimi imâ etmiyorum. Demek istediğim o noktadan sonra düşmeye başladı gardım. İnanılmaz bir üç günden bahsediyorum. Zaten yorucu olan tempoyu komşu ülkelerden getirdiğimiz ürünlerle bayıltıcı yapıyoruz bir yandan. Ben keyfimin doruklarındayken, ve dördüncü günlerin zorluğunu bildiğimden, o an orada en üst noktada olduğumu biliyordum. Önceki günleri hatırlıyordum bir yandan. Programda işaretlediğimiz ilk konser olan Cypress Hill’e hazırlanışımızı. Cypress Hill’e nasıl hazırlanılır bilirsiniz. İlk günün heyecanıyla içkiyi sigarayı abartacağımız zaten aşikârdı da, baştan sona izlediğim ilk konserin bitiminde, saat 8 civarında, hava güpegündüzken amı götü dağıtacağımız aklıma gelmezdi. Piramiti az önce anlattım. Ama içi tıka basa doluyken ne kadar bunaltıcı ve havasız kalabildiğini anlatmadım. Buna bir de B-Real’ın talimatlarıyla yanan joe’ları ekleyin. Ekibimizde Amsterdam’dan gelen (yanında Amsterdam’ı da beraberinde getiren) adamlar olduğu sürece sırtımız yere gelemezdi bizim.
Konserin bitmesiyle beraber sırt üstü uzandım yere. “Kenevir konseri deyince benim aklıma önce Snoop Dogg gelir, sonra Cypress Hill” dedi bir dost. O günden net bir biçimde aklımda kalan son şey bu. Gerisi hep parça parça. En büyük parçalar Elbow’dan. Bir şarkı bile bilmeden iştirak ettiğim konserlerden sadece biri. İnsanlar kolları açmış “open arms for broken hearts” diye bağrıyor. Anlamlı bir sahne oluşuyor ister istemez. Gökyüzünde yıldızlar hayal ediyorum tam hava kararma aşamasındayken. Yere uzanmış gökyüzüne bakarak Friday I’m In Love ve Boys Don’t Cry dinliyorum üst üste. 15 saniye süren derin sessizliğin ardından dağılan kalabalığın yaşayan ölüler gibi üzerime gelmesi ve üzerimden geçmesi, “Justice iyiymiş abi” muhabbeti eşliğinde toplu kamp yürüyüşü. Zombi apokalips devam ediyor. Artık ben de onlardan biriyim. Yarım saat sürüyor muhtemelen o saatte o kafayla. Çadırımızın daha ilk geceden yamulmaya başlaması ve su alması. Paha biçilmez. Pearl Jam’e bir gün kalmış. Sabah uyanınca o da kalmayacak.
Gündüz vakti kamp alanında, serinlikte, ağaçların altında oturup karşı çadırda bize göre çok daha uygar bir hayat kurmuş Hollandalı aileyi izlemek, konser alanına gidip müzik keşfetmekten daha cazip geliyor. Köylü güzeli diğerlerinin saçlarını yapıyor her gün. Saatlerce uğraşıyor ama, masallardaki saçlar gibi. Kendi saçıma bakıyorum, kir, pas, rust in peace. Cevat’a bakıyorum, aynı. Kamping hakiki kamping gibi, sırf başka bir yerde kalma şansın olmadığı için çektiğin kepazelik değil (Rock’n Coke’a sevgiler). 2008 yılında aynı şekilde kamp alanında otururken, kült bir arkadaşın “Aslında sırf kamp bileti alıp 4 gün burda takılınır” deyişini hatırlıyorum her gün. Brüksel’den git-gel yapan, tüm konserleri izleyen, akşam erken yatan, sabah erken kalkan, dişini fırçalayan ve Werchter yazısı yazan adam olacaksan eğer, olayın özünü kavrayamamışsın gibi geliyor bana.
Moral ve enerji düşüşüyle beraber son güne girdiğimde canım başka bir olaya karışmadan konserleri izlemekten başka bir şey çekmedi. Hiç yürümediğim kadar yürümenin ayak tabanlarına yaptığı ciddi etkiden rahatsızdım. Kendimi böyle çok sağlam, çok diri, fırlayacak, golleri atacak bir konumda da hissetmiyordum. Team Coco’dan gelen teklifi reddetim bir kez daha. Sakin bir Pazar geçirip ana sahnedeki konserleri izlemek ve hiçbir olaya karışmadan günü tamamlamaktı hedefim. Mide yanması da kuvvetlenmişti ki yapılan herhangi bir şeyden keyif almayı engelleyen bir illet. Red Hot Chili Peppers kapanışı yapacaktı ve muhemelen birçok kişi için festivalin en önemli gecesiydi, oysa ben oldum olası Anthony Kiedis’e kılımdır. Sebebini tam bilemiyorum. Belki sürekli üstsüz takılması, womanizer tavırları, pek tanımadığım için yani, genç yaşlarımdan kalma bir önyargı deyip geçebiliriz. Kiedis’le geçmişte tam olarak seviyesi bilinmeyen bir flört dönemi geçiren Tori Amos, hakkında şunları diyor: “…it’s hard not to like Anthony. Anthony is just somebody that — let’s be honest about it — he’s just somebody that you could run away with. He’s that kind of person. But, you know, he’d run away with 10 million women.”
Sahneye çıktığında ise farklı göründü bana. Eskisi gibi değildi. Kendisini mümkün olduğunca gizlemiş, hatta kaçar vaziyette söylüyordu şarkılarını. “RHCP’nin canlısı kötü” miti nereden çıktı bilmiyorum ama gerçek olmadığını biliyorum. Ruh hâlim zaten her saniye aşağı doğru giderken, Chillies kötü bir performans koysaydı emin olun ki burada alaylı bir şekilde yazardım. Ama iyiydi Kiedis, Flea ve tanımadığım diğerleri. Otherside dışında neredeyse tüm bilindik şarkıları çaldılar. En iyisi By the Way’di sanki. Ya da bana öyle geldi.
Günün benim için ana olayı iki konser önce gerçekleşmişti. Festivalde çalacağını bildiğim için dinlemeye başladığım ve çok kısa süre içerisinde halihazırdaki iki albümünü hatim ettiğim Florence and the Machine’i canlı izleyebilmek önemli bir deneyimdi. Florence’ın tarzına alternatif sahnelerin karanlık ortamı daha mı iyi gider diye düşündüm durdum ama birkaç olumsuz detay dışında her şey mükemmeldi. Florence’ın büyücüyü andıran görüntüsü ve ayin tadında ilerleyen şovunda Heartlines çok iyi giderdi aslında, ama çalınmadı nedense. Shake It Out’un remiks versiyonu iyi miydi kötü müydü bilemedim. Rabbit Heart’lar, Dog Days Are Over’lar kusursuzdu, Florence’ın fütursuzca davula vurduğu kısım iyice kara büyü halini almaya başladığı anda konserin bitmesi iyi oldu yoksa arkada bırakılanların bir taraflarına şişler saplanacaktı.
Zıplamalı, ıptıslı hadiseler genelde hoşuma gitmez, o gün de gitmedi. Fakat Team Coco’nun, içerisinde bulunduğu fiziksel ve ruhsal durum itibariyle, Knife Party tarzı şeylere kendisini fırlatması normal karşılanmalıydı; tıpkı benim festivalin omurgasını oluşturan Britpop’a geri dönme isteğiyle Snow Patrol gibi S’sini bilmediğim bir grupta kurtuluşu aramam gibi. Günün daha erken saatlerinde Noel Gallagher yeni grubuyla Oasis şarkılarını söyledi ve havaya sokar gibi oldu biraz biraz. Fast food’un iyi örneklerini kovalarken büyük kısmını kaçırdım tabi konserin. Bir adet Gallagher çok bir şey ifade etmiyordu, ikisi bir olunca içlerindeki tüm hırçınlık dışarı çıkıyordu, tüm hislerini vurabiliyorlardı dışarı. Noel yeni grubuyla beraberdi ama yalnızdı. Konser de tatsızdı aslına bakarsan.
Saatler önce, henüz kamp alanından konser alanına yeni hareket etmişken, o uzun yolu son kez yürüdüğümü fark ettim. Kavim hâlinde, sallana sallana, elde genellikle iki birayla, kesinlikle sigarayla, etrafa çarpa çarpa, yolda 1-2 posta işeyerek yürünen yoldan bahsediyorum. Ne kadar sürdüğünden tam emin değilim ama bana en az bir yarım saat hissettirdi her seferinde. Telefon, saat gibi kavramlar ilk gün sonunda kafanızdan tamamen uzaklaştığı için neyin ne kadar sürdüğünü kestirmek pek kolay olmuyor. Bu yolun en heyecan verdiği gün cuma günüydü muhtemelen. Daha konserlere ulaşamadan sarhoş olmayı başarmak bir yana, hatıralarda yer etsin diye kafayı ayık tutma gibi bir anlayışla başladık aslında güne. Emin olamadım ben de tam. İyice dağıtıp parça parça hatırlamak belki daha çok iz bırakacaktı, bilemiyorum. Kalan izi anlatmaya çalışacağım yine de.
Eddie Vedder’ın ulaştığı bilgelik seviyesi hayranlık uyandırıcıydı. Hiçbir zaman favori grubum olmasa da Seattle’ın ayakta duran en baba kalesi olmaları sayesinde Pearl Jam’e saygım ve bu festival özelinde ilgim büyüktü. Aylar öncesi ipod’lar güncellenmiş, Pearl Jam’in tüm şarkıları hatırlanmaya çalışılıyordu. Keza adamların ne zaman ne çalacağı belli olmazdı. Çalacak şarkıların en azından bir kısmını ezbere söyleyebilmeliydim, ama hiçbir şeyin olamadığım gibi Pearl Jam’in de hiçbir zaman azılı bir fan’ı olamadım ve yıllar önce dinlediklerimi yeniden beynime yerleştirmekte zorlandım. Öyle ki çok iyi bildiğim şarkıları bile unuttum. Regina Spektor’ın şahane şarkısı Eet’te anlattığı gibi, bazen en sevdiğin, en iyi bildiğin şarkıyı bile unutursun. Heyecanlandım sanıyorum ki.
Neler çalmadı ki? Jeremy, Alive, Corduroy, Elderly Woman, Given to Fly, Even Flow, Daughter, Better Man… Neil Young’ın Rocking in the Free World’ünü bile eksik etmediler. Yellow Ledbetter’la sona erdi yanılmıyorsam. Eddie bitirişi yaparken belki 90’ların başında olduğu gibi, tüm seyirci çıldırmış hâlde, grup üyeleri oradan oraya atlar zıplar hâlde değildi, ama her hareketlerinden “biz bunların hepsini yedik bitirdik” mesajı alınıyordu, hayatın başka evreleri de vardı muhakkak ve Pearl Jam çoktan boyut değiştirmişti, kademe atlamıştı. Müzikal anlamda tabiki hiçbir zaman ilk yıllar gibi olamadılar. Grunge’ın heyecanı, çevredeki diğer müzisyenlerle yaşanan etkileşim, birbirini hep destekleyen, daha iyiye iten, gerçek anlamda bir alternatif akımdan besleniyorlardı elbet. Besin kesilince farklı işler çıkmaya başladı ortaya. Ama geçiş yeterli yumuşaklıkta olduğu için yadırganmadı asla.
Cameron Crowe’un belgeseli Pearl Jam Twenty’yi izleyenler demek istediklerimi daha iyi anlayacaktır. Yaşanan çok şey var, çok fazla duygusal anı var. Nirvana’yla birlikte ana akımı o kadar şiddetli reddettiler ki yıllarca, reddedişleri ana akım hâline geldi. Bir anda karşı durduğun şeye dönüşmek, devamında bununla baş edebilmek, şöhretin esiri olmak, konserlerinde insanların ölmesi, olduğunuzdan ve olmak istediğinizden çok daha önemli bir figür haline gelmeniz ve sizi sevenlerin hayatına doğrudan etki etmeniz.
Eddie Vedder’ın ses tonu, görüntüsü, duruşu, tavırları tam anlamıyla olgunluk abidesiydi. Bir rock star popüler kültür içerisinde kendini kaybetmeden nasıl evrilebilir diye merak eden varsa gitsin bir yerlerde Pearl Jam’i izlesin. Sonuçta adamlar aynı yeteneklere sahipler. Eddie’nin sesi yine alıp götürüyor, McCready’nin sololar ilk günkünden daha bile baskın belki. Jeff Ament ve Stone Gossard tüm bu grunge dalgasının tam merkezinde yer almamışlar da efsanevi Ten albümünün mimarı değilmişler gibi davranıyorlar. Alçakgönüllü ve samimi görünüyor bana duruşları.
Pearl Jam’den önce ana sahnede sırasıyla Wiz Khalifa, Gossip, Jack White, Deus çıkıyordu. Ahır adı verilen sahnede Lana Del Rey olmasa baştan sona kalınırdı aslında. Orada tanıştığım memleketlimiz dişi bir arkadaşın Pearl Jam’i önde izleyebilmek için güzel bir fikri vardı: “Bi kişi en önde beklesin, diğerleri ona support.” Ne kadar seviyordu, ya da kafasından neler geçiyordu o an bilemiyorum ama Ali Sami Yen’de değildik, bütün günü kim için olursa olsun en önde sıkış tıkış harcamanın hiçbir mantığı yoktu. Ben kendi adıma Lana Del Rey’i izlemek zorundaydım, isteyen bütün gün en önde güneş altında malak gibi bekleyebilirdi. Henüz birkaç ay önce Axl Rose’un sevgilisi olarak namını duyduğum ve birkaç şarkılık şans verdiğim bu güzel kızımızın neredeyse tüm şarkılarının vasatın üzerinde çıkması, hatta çıkardığı iki stüdyo albümünün de şaşırtıcı derecede iyi olması sebebiyle yüksek beklentilere kapıldım. Ahırın içerisinde baya önlerde yer alabildik. Havasızlık, basıklık gibi problemler bir kenara dursun, konserin tadında bir şeyler eksik kaldı sanki. Davul kullanmadan, ritimleri çellolara yükleyip değişik bir tat sunma girişimi bence olmadı ve sesler birbirine girdi. Lana’nın deri pantolon üstü Jack Daniels kolsuzu sade ve asiydi, hareketleri yılan gibiydi. Axl’ın artık zor kalkan aleti için ideal bir kadındı. Eldeki mevcut akustiğe bazı şarkılar çok iyi uyum sağlarken bazıları etkisini yeterince hissetiremedi. Born To Die çok silik kaldı, ilk albümün mükemmel şarkıları Kill Kill, Lolita, Kinda Outta Luck, Gramma’dan hiçbiri yoktu. Festival konseri olduğu için ve dünya çapında ikinci albümüyle tanındığı için belki böyle bir setlist seçti ama dediğim gibi çellolar o kadar baskındı ki zaman zaman Lana’nın sesini duymakta zorlandım. Summertime Sadness ve Million Dollar Man, olduğundan daha yukarı çıkan yegane iki şarkıydı. Fondaki Elvis görüntüleri eşliğinde “one for the money, two for the show” sözleri ile nostaljinin dibine vuruldu.
Konser biter bitmez saatlerimizi ayarladık ve harekete geçtik. Ana sahnede devam eden Deus’ta fütursuzca milletin önüne geçip sahne önü kapılarının açılmasını beklerken bir yandan da Deus şarkılarına eşlik etmek gerekiyordu yaptığımız ayılığın seviyesini azaltmak adına. Nothing Really Ends dışında yakınen tanıdığım bir Deus şarkısı yoktu maalesef ve arkadan önden itile kakıla izlemenin tatsızlığı konser bitene kadar sürecekti. Deus’un sodalı bir şarkıyla bitirmesi ve sahne önü kapılarının açılmasıyla birlikte macera başladı. Yoldaşlardan bir kısmı dışarı savrulmuş, biri içeri girmiş, biri ise bir eliyle demiri tutmuş kendini içeri çekmeye uğraşıyordu. Maç girişlerinden alışık olduğumuz sahneler tabi bunlar, Avrupa’lı dostlarımızdan daha hazırlıklıydık duruma, yağ gibi kaydık aralardan neticede. Ahırdan ana sahneye doğru ilk yola çıktığımızda geride bırakmamız gereken 30-40 bin kişi vardı muhtemelen ve “ayık kafa-yalnızca bira” mottosunun da faydalarıyla, ilk günün paspaslığına oranla çok daha dinç bir vücuda sahiptik hepimiz. Tişörtüme iltifat eden 20’lik pilici bile ufak bir teşekkürle geçiştirip ilerlemek durumunda kaldım o hengamede. Değer miydi bilemedim o an.
Esasında festivalde aşık olmak gibi bir düşüncem vardı. Fransız bir kızla ağaçların altında şarap içecektik, piknik yapacaktık. Belki bisiklete de binerdik. Konserler umrumda bile olmazdı. Uzaklardan Eddie Vedder girerdi “I seem to recognize your face” diye. Bakardık birbirimize. Eddie’den daha hızlı içmeye çalışırdık belki şarabı. Elbow’un çıktığı gün de gerçekleşebilirdi tanışmamız. Arkalarda bir yerlerde yalnız başına, çiçekli elbisesiyle görürdüm onu. One Day Like This’te dediği gibi senede bir gün perdeleri açardık belki. Ya da hiçbiri olmazdı da telefondan uzaktaki birine anlatmaya çalışırdım mükemmelliğe giden yolda son parçanın eksikliğini.
İşler planladığın gibi gitmiyor tabi, gidecek olsa planlamazdın zaten. Daha adımı atar atmaz, çadırı dikeltmeye uğraşırken kene tarafından ısırıldım. Bunun eğitimini defalarca almama karşın baya temel bir iç güdüyle koparıp attım. Kafası muhtemelen içerde kaldı, çünkü hiç huyum olmamasına karşın ilk yardıma gittim ve ordaki herif de vakumlu bir nesneyle denemesine karşın kafayı çıkaramadı. Görünürde de kafa yoktu esasında. Yalandan bir şey sürüp yolladı beni.
Birkaç saat sonra fenalaştım ve öldüm. Yazık oldu.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane