15 yaşında müzik yazarı olup Led Zeppelin ile turneye çıkmayı kim istemez? Cameron Crowe’u hep kıskanacağız. Anne baskısından kaçarak adım attığı müzik dünyasında Rolling Stone yazarı olması dergicilik tarihinin en özel hikayelerinden biridir. Crowe, bu yüzden 1973’ün hem kendisi hem de rock n roll için “annus mirabilis” olduğunu iddia eder. Mükemmel yıl. Güzel bir kalıp kullandığı için hayır diyemiyoruz. Her şey o günden sonra daha büyük, daha paralı, daha şöhretli ve daha az samimi olduğu için kimseyi suçlamadığımız gibi…
Kings of Convenience’ı sahnede izlerken aklıma yaşamadığım o günler gelmedi. Her şey bir rastlantı olabilir. Ama Norveç’ten çıkan iki adamın İstanbul’un en popüler konser mekanını -burası Babylon oluyor- büyülemesini sağlayan şeyi belki de Crowe’un konser sabahı okuduğum bu iddiası açıklıyor. Belki de…
Neden Kings of Convenience bu kadar etkiledi? Nasıl aynı mekanda geçmişten aşina olduğumuz içkili konuşan kafalar bu sefer neredeyse sustu? Neden mahşeri kalabalıkta sürenin nasıl geçtiğini bilmeden konseri tamamladık? Nasıl aslında o kadar da mükemmel olmayan bir konser o kadar mükemmel olan birçok konserden daha iyi hissettirdi?
Müzisyenlerin odamızda çaldığı hayalini severiz. Para, ün, şöhret aklımıza gelmez o an, sadece orada olduklarını bilmek bile kötü giden her şeyi unutturur. Orada olmayı sadece dinleyiciler değil sanatçılar da hisseder bazen. Apple reklamında çalan “1234” ile dünya çapında ün kazanan Feist 2008’de müziğe kısa süreliğine ara verdiğinde aynı şeyi söylemişti:
“Her şey fazla büyüdü, çok fazla. Şarkılarım ve kulaklıklarla odamda yalnız kalmayı özlüyorum…”
Eskiden bu duvar böylesine büyük değildi. 73 kritikti, gerisi de geldi. 80’ler stadyum konserleri için muazzamdı. Moda 90’larda da sürdü. Kimse şikayetçi değildi, sadece bazıları odalara dönmek istedi. Sevdiğiniz sanatçıyı milyonlarla paylaşmak bir anda cazip gelmemeye başladı. Bu sefer her şeyin içinden “indie” kelimesi geçiyordu. Benim, senin, onun gibi adamlar ortalıkta görünmeye başladı. Gitar yine hadisenin temeliydi. Fazla para kazanmayacaklarını düşünüyorduk. Fazla para kazandılar. Elimizden kayıp giden bir şeylerin olduğunu hissetmeye başladık.
Böyle hissettirmeyenlere daha sıkı tutunmaya çalışarak, fotoğraftaki gibi…
Kings of Convenience’in başarısı ile ilgili bir teorim var ve başarının doğru kelime olduğundan emin değilim.
İki adam var karşımızda. Sahnede yan yana duruyorlar. Solda Erlend Oye, partide köşede oturan utangaç çocuk. Üniversiteye ilk girdiğinde kıvırcık olan saçlarını sonuna kadar uzatmaya çalışanlar gibi onun da gözleri zor seçiliyor. Kocaman gözlükler takıyor. 90’larda Orhan Pamuk’un kitap arkalarındaki fotoğraflarını andıran bir hali var. Sağda Eirik Glambek Boe, partinin yıldızı. Nerede espri yapacağını, nasıl ağzını açtığında herkesin sempatisini kazanacağını iyi biliyor. Know How öncesi “Bunu Kanadalı dostumuz Feist ile söylüyorduk, o ne yazık ki burada değil fakat onun bölümlerine katılmak isterseniz sizi dinlemekten zevk duyarız” şeklinde açıklama yaparken “Acaba Feist ile bunun arasında bir şey olmuş mudur?” diye düşünmeden edemiyorsunuz.
Mesele şu. Eirik yakışıklı, Erlend değil. Fakat bütün kızlar Erlend için çıldırıyor. Boat Behind çalarken eliyle kafasının üstünde kendisine barınak çizerken herkes onu izliyor. Bu Bob Dylan ya da Elvis Costello’da olduğu gibi “loser” karizması da değil. Başka bir şey ve belki de Kings of Convenience’a ve dünyanın işleyişine dair her şeyi anlatıyor. Her şeyi olmasa da, bazı şeyleri…
Son yılların modası akustik konserler. Müzisyenler cafelerde, sokaklarda, evlerde çalarken profesyonel ekipler tarafından kaydediliyorlar. Ve mesele tamamen bize her şeyin aslında o kadar profesyonel olmadığını hissettirmeye çalışmaları üzerine kurulu. Bazen oturma odalarını, bazen günlük kıyafetlerini, bazen yudumladıkları bir içkiyi görüyoruz. La Blogotheque en ünlüsü. İlginin kaynağı ne peki? Çünkü Cameron Crowe 1973’ten sonra nasıl rock n roll’un elinden alındığını düşündüyse indie de kayıp gitmeye başladı. Büyük konserler, sponsorlar, festivaller kapıda sıra oldu. Eskiden dinlerken giydikleri çoraba kadar hayal edebildiğimiz sanatçıları artık ulaşılamaz perdelerin arkasında görmeye başladık.
Kings of Convenience bizim tarafta duranlardan, bize yakın duranlardan…
Eirik seyircileri Know How’a davet ettiğinde şüpheliydim. Konserlerde gürültü arasında kaybolan yabancı sözleri sallamaktan hoşlananlardanım. Sevdiğim grupların sözlerini bile ezberlemeye üşenirim. Kings of Convenience’a gelirken buraya takılmış durumdaydım. Hemen her şarkılarını dinlemiştim ama sözlerin ne anlattığı konusunda fikrim yoktu. Tatil, çim, hayat, dans, utangaç adamlar, kızlar, güzel kızlar, çok güzel kızlar ve Norveç hakkında bir şeyler söylediklerini düşünüyordum. Herkes benim gibiyse işler karışabilirdi.
Korkulan olmadı. Ben ve iki adım sağımda konserin başından itibaren sıkılıp sıkılıp dışarı sigara içmeye giden dörtlü Dawson’s Creek ekibi dışında herkes mevzuya dair iki kelam ediyordu. Sözlere eşlik edildi, çakmaklar çıkarken. Feist’in bölümü geldiğinde endişelerim tümüyle tuz buzdu. Her şey iyiden daha iyiye, güzelden daha güzele doğru evrilmeye başladı. Arkasından 123 çıktı, Dilara Sakpınar…
Sanatçıların çoraplarının her şeyi anlattığını düşünüyorum. Oturma odalarında yapılan akustik konserleri özel kılan da bu. Aslolan çoraptır. O gece Kings of Convenience’ı izlerken kendi başıma, odamda kulaklıklarla birlikte müzik dinlediğim dakikaları ve çorapları düşündüm. Ortalık doluydu. Müzik sessiz ve sakindi. Biri “Şu sigarayı söndürür müsünüz?” diye bağırdı. Birkaç dakika geçti. Erlend, Dilara Sakpınar ile dans etmeye başladı. Çoraplarını görmeye çalıştım, kalabalıktı. Hayal edebilirdim. Yanımdaki dörtlü sıkılıyordu. 1973 güzel bir yıldı. 2012 de fena değil.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane