Premier League’in başrol oyuncularından biri, henüz ikinci haftadan suretini gösterdi. Sunderland-Reading maçı ülkenin kuzeyindeki yoğun yağışa dayanamayan saha zemini nedeniyle ileri bir tarihe ertelendi. Yazıhane’de ise boş sandalye yok, yeni yüzlerle ikinci hafta masaya yatırılıyor.
“The boy plays like an angel.”
Nuri Şahin
Passes 68/75, Completed 91%, Received 70, Attacking Third 33/37, Forward 19/23, Chances Created 4, Crosses 2/2, Take-ons 2/3, Tackles 1/1…
Bu istatistikler Shinji Kagawa’nın Goodison Park’taki performansına ait, yeni takımıyla ilk resmi maçına çıkan biri için hiç de fena değil açıkçası. Manchester United’ın ara ara iyi gibi göründüğü ama esasen pek de iç açıcı olmayan performansındaki sınırlı hücum üretimindeki kilit oyuncuydu. Bu hafta da Robin van Persie’nin İMansız golünden sonra devre sonuna kadar iki gol daha getiren, Fulham defansı üzerinde kurduğu müthiş baskıya rağmen, kırmızı şeytanların yakaladığı net pozisyon sayısı o baskının hakkını vermekten uzaktı ve yine hücumdaki efektif işlerin çoğundaki kilit faktör Kagawa’ydı. Japon oyuncunun sürekli dikine oynamayı düşünen, aktif ve bir o kadar da efektif görüntüsüyle şu ana kadar beklentileri aştığını söylemek mümkün. İmza sonrası taraftarların adını net bir şekilde on bire yazmadığı, ilk günlerinde İngilizce bilmemesi üzerine takım arkadaşlarının “futbolun dili evrenseldir” tadındaki açıklamalarının, “çok hızlı öğreniyor, bu çocuk bayağı iyi”ye dönmesinin sadece birkaç gün aldığı Shinji-Kun’a dair hemen herkesin göz ardı ettiği şey bu çocuğun aslında ne kadar iyi olduğu…1
Scouting 101 dersi için “best practice” örneklerini bile kıskandıracak bir fiyata Westfalen’e gelişi, sonrasında da sözleşmesini uzatmamasından dolayı normal ederinden altında bir maliyetle Old Trafford’a transferi ama en önemlisi de oyununun gösterişten ziyadesiyle uzak olması hala değerinin tam olarak farkına varılamayışının arkasındaki gerekçelerden olsa gerek. Onunla ilgili soruların merkezinde Fergie’nin formasyonunda onu nereye oturtacağı vardı. Jürgen Klopp’un düzeninde daha fazla doğrudan skora yönelik işleri yapan bir roldeydi ve kendisine en sık verilen görev de Wayne Rooney’nin sahip olduğuna benzerdi. Son adam alternatiflerine bir de Robin “The Çilek” van Persie eklenip, kanatlardaki seçenekleri de göz önüne alınca Kagawa’nın konumuna dair soru işaretleri daha da arttı. Halen tam çözüme kavuşmuş görünmeyen bu belirsizliğe rağmen Kagawa’nın kırmızılar için bu iki hafta boyunca fark yaratan asıl adam olmasının altında ise çok yönlülüğü yatıyor. Yeteneklerinin ötesinde, oyun zekası ve adaptasyon becerisi muazzam. Sahada yaptıklarından daha fazla yapmaya çalıştıkları ile etkiliyor hatta. Oyun zekası ile birlikte onu tanımlayan belki de en önemli özelliği olan bencillikten zaman zaman gereğinden bile fazla uzak oyunu, SAF’ın uzun süredir takip ettiği bu uzakdoğulu genci Manchester’a getirmek için neden çok istekli olduğunu gösteriyor.2
Takıma uyum konusunda oldukça aşama kaydetmiş olsa da daha alınması gereken de bir yol var. Borussia Dortmund’dan Manchester United’a geçiş bu iki takımın oyun yapıları nedeniyle Bundesliga’dan Premier Lig’e geçiş için olabilecek en az sancılı seçeneklerden olsa da kolay değil. Özellikle de takımın onun nasıl düşündüğünü, neler yapabileceğini anlamasına ihtiyaç var. Sahada anlık olarak takımın ihtiyacı neyse onu vermeye çalışırken, o an için gerekenden fazla reaksiyon verebiliyor ya da pasif davranabiliyor. Aynı frekansın yakalanması, United’ın hücum organizasyonunun oturması yolunda önemli bir nokta olacak gibi duruyor.3 Keza, rolü itibariyle pasörlük görevini yerine getirmeyi daha çok düşünse de dripling becerisini daha sık kullanıp, kaleyi de daha çok düşündükçe daha büyük bir tehdit olacaktır.
Everton karşısında Rooney’le mevki paylaşımında yaşadığı uyumsuzluktan sonra, Fulham karşısında o pozisyonun doğrudan ona emanet edilmesi ve hedef adam konumunda Danny Welbeck’e göre çok daha iyi anlaşabileceği Robin van Persie’nin olması sayesinde daha etkili bir oyun ortaya koydu. Rooney’nin sakatlığı boyunca da daha belirgin rolünün yanında artan da bir sorumluluğu olacak. Yeni hedefleri ve zorlukları seven biri için oldukça iyi bir fırsat.
Geçen yıl Wembley’de Paul Scholes’un formasını alabilmek için La Masia’dan arkadaşları Messi, Busquets, Xavi ve Pedro’yu ekarte etmeyi başaran Andres Iniesta’nın Göteborg’daki hazırlık maçının sonundaki hedefi ise Shinji Kagawa’ydı. SAF’dan gelen destur ile kendisine verilen 7 numarayı4 ManU adına bir şeyler başarmadan, kendini kanıtlamadan almak istemeyen bu adamın o formayı reddedemeyeceği günler çok uzakta değil. Üst düzey iş ahlakı ile Fergie’nin parlatacağı yeni yıldız olma yolundaki en büyük engel ise öğrenmeye çalıştığı İngilizce ile menajerinin Glasgow aksanı arasındaki büyük fark şimdilik.5 – Çağrı Turhan
Şampiyonlar Ligi’ni kazanan bir takımın hücum hattına bu kadar fazla takviye yapma ihtiyacı hissetmesi normal görünmeyebilir, ama işin aslı Chelsea geçen sene iki kupa kaldırırken bunu çoğunlukla sağlam savunması ve kaşar oyuncularının ekstra inisiyatif almasıyla başardı. Oysa Drogba, Lampard gibi süper yıldızlık dönemlerinin sonuna gelmiş adamların bu kararlılığı 50 maç boyunca göstermesini bekleyemezsin. Nitekim 2012 sezonundaki altıncılık, 2001-2002 sezonunda beri elde edilen en kötü lig derecesi olarak kayıtlara geçti ve Abramoviç ilk kez takımının ilk üç dışında kaldığını gördü. Daha kötüsü şampiyonluk yarışındaki diğer takımlara kıyasla takımdaki gol ayakları çok sıradan göründü bütün sene. Torres kötü oynamaya devam ediyordu ve hücumda hâlâ Drogba’ya muhtaçtı Villas-Boas/Di Matteo. Aralarındaki fark şu ki, Villas-Boas Drogba’nın sırtına binip gidemeyeceğini, Torres’i mutlaka kazanması gerektiğini ve kendisinden beklenen Premier League şampiyonluğu için hücumda ekstra bir şeylere ihtiyacı olduğunu biliyordu. Bu yüzden de takımın genel oyun planını daha ofansif kurmaya, tüm oyunculardan hücum katkısı alarak forvetteki eksiklikleri kapatmaya çalıştı. Maalesef Mourinho ve sonrasında Ancelotti döneminden kalma alışkanlıkların bir anda değişmesi -en azından bu oyuncu grubuyla- mümkün değildi. Di Matteo ise takımın başına geçtiğinde lig zaten elden gitmişti ve Terry, Lampard, Drogba gibi efsane oyuncuların Şampiyonlar Ligi şampiyonu olabilmek için büyük ihtimalle son şanslarıydı. Yani yakışıklının günü kurtarması yeterliydi ve bunu yapmanın en iyi yolu da takımının iyi yapabileceğinden emin olduğu tek şey olan savunma üzerine yoğunlaşıp, hücumda işi birkaç kişinin eline bırakmaktı.
Kısa bir süre ertelenen gerçekler tekrar su yüzüne çıkmadan önce bir şeyler yapılması gerekiyordu. Büyük takım seviyesinde son kullanma tarihi geçen Kalou, Malouda gibi adamlar daha iyileriyle değiştirilmeliydi, Senorita Torres’in adam gibi oynaması sağlanmalıydı, ve uzun vadeli bir plan gerekiyordu. Planın ne kadar uzun vadeli olacağı tepede multi-milyarder bir başkan varken her zaman tartışılır, ancak bu sene yapılan hamleler en azından şu anki kafa yapısının o yönde olduğunu gösteriyor. Hücum bölgesine yapılan önemli transferlerden Marko Marin ve Oscar hakkında da konuşmalıyız elbet, fakat şu an konuşulması gereken adam “Martin Eden” Hazard. Bu hafta öğrenmedik aslında genç kardeşimizin Premier League yıldızı olabilecek potansiyele sahip olduğunu, geçen haftadan, hatta Seattle Sounders’la oynanan hazırlık maçından belli etmişti. Ben yine temkinli davranarak, ileride patlama riskini biraz azaltayım diye bir maç daha izlemek istedim kendisini.
Bireyci mi sosyalist mi olduğu hâlâ muamma. Değişken futbol karakterleri ve konsantrasyon seviyeleri gördük Lille kariyerinde. Belki aceleci davranıyor hakkında yorum yapanlar. Messi’ye de benzeten var, Cristiano Ronaldo’ya da. Premier League tarihinin en iyi yabancısı olduğunu düşünenler bile var. Sadece üç maç, 270 dakika. Bu sürede atılan 1 gol, yapılan 6 asist ve sayısız “flashy” hareket. İngiliz basının abartmayı sevdiğini, Mourinho’lu altın dönemde bile bu tarz göze hitap eden futbolcu göremeyen Chelsea camiasının hasretinden abarttığını düşünebiliriz rahatlıkla. Geçen hafta ben çok önemsemedim şahsen. Belçikalı oğlan iki müthiş maç çıkarsa da takımın forveti hâlâ Zafer Biryol’du. Reading maçında 2 metre mesafeden boş kaleye attığı golazo dışında saç baş yoldurmuştu yine. Daha öncesinde Wigan deplasmanında o kadar kötüydü ki, yanında Emilio Butragueno gibi kalan Moses, transferi bittiği an helikopterle ilk onbire girecek gibi görünüyordu. Oysa bu hafta garip bir şey oldu. Hazard’ın yarattığı fenomen sayesinde takımın üzerine çekilen dikkat birçok oyuncuyu olumlu etkilemişti zaten, ama Fernando Torres’i hayata döndürme ihtimali, ihtimallerin en güzeliydi. Bir maç için de olsa gerçek oldu. Torres’in Chelsea’deki en iyi maçı değildi belki, ama topla en rahat göründüğü, en keyif aldığı maçtı kesinlikle. Eden Hazard’ın yaptığı ve yapabileceği tüm asistlerden daha değerli bir şey bu. Bu ortamda Mata’nın da bir tık atlaması beklenebilir ki işte o zaman Manchester takımları ayarında bir hücum gücüne sahip olabilir Chelsea. – Alp Akbulut
Küçük anlardan büyük anlamlar çıkarmayı seviyor musunuz? O zaman Luis Suarez’in Manchester City maçındaki performansı -ilham verici olmasa da- yardımcı olabilir.
Luis Suarez’i sevmek için epey çabalamanız lazım. Mesela Sid Lowe’un hakkında yazdığı yazıyı okumak iyi bir başlangıç olabilir. Patrice Evra vakasını atlatıp geçen senenin gollerine Youtube’daki videoları ile bakmak da fena bir adım değil. Milli takım forması ile yaptıkları da gayet moralinizi yükseltebilir. Fakat bir Liverpool taraftarı olarak Luis Suarez’i, Robbie Fowler’ı, Michael Owen’ı ya da Fernando Torres’i bir zamanlar sevdiğiniz gibi sevebilir misiniz?
Liverpool’un son yıllarda forvetleriyle imtihanı hayal kırıklığı dolu sayfaları beraberinde getirdi. Rakı masalarında “Çok sevdik be abi…” konulu muhabbetlerin öznesi hep daha başka, belki de artık daha büyük kulüplerin yolunu tutan forvetler oldu. Michael Owen, ilk örneğiydi. Yaşlanan ve sakatlıkların da etkisiyle güzel bir şekilde dostça giden Robbie Fowler bir başkası. Fernando Torres ise en şiddetlisi oldu. Üçü de farklı şekillerde sembol, farklı şekillerde karizma ve farklı şekillerde yakışıklı üç ismin gidişi hep daha sonradan gelenlere duyulan, duyulacak güvenin sarsılmasına neden oldu.
Luis Suarez kimseye benzemiyor. Bu üçüne, hele hiç. Karizmatik değil, sürekli ağlıyor. Yakışıklı değil, yani itiraf edelim, değil. Güzel değil, topu ayağına aldığı andan çıkardığı ana kadar geçen sürede kafanızdan geçen yüzlerce kelime arasında “güzel” yok. El Nino gibi topla salınmıyor, Owen gibi bitiremiyor, Fowler gibi karizmatik gol sevinçleri yok. Ve hepsinden farklı olarak ona baktığınızda güven duymuyorsunuz. Takımda kalmayacağını, bırakıp gideceğini, şehirdeki yağmuru terk edip kaçacağını düşünüyorsunuz. Yani Luis Suarez’le ilgili kafanızda beliren düşüncelerin çoğu olumsuz. Bu belki de ilk ve onu farklı yapan da bu.
Luis Suarez’e dair düşündüğümüz her şey eksik, yanlış ve belki de hatalı. Manchester City’ye attığı frikik golünde değil, 5 dakika sonra tüm maç yaptığı gibi saçma pas hatalarını, kötü tercihlerini sürdürdüğünde bunu anladım. Onu anlamamız zor ama onu anlamamızın zor olduğunu anlamak için bile o kadar zaman harcadık ki… – İnan Özdemir
Ünlü Türk teknik direktör Mehmet Özdilek “İngiltere’de düğünlerde bile 4-4-2 oynuyorlar” demişti zamanında. Tamam, İngilizlerin damat halayının büyük fanatiği olmadıklarını tahmin etmiştim ama 4-4-2’ye bu kadar bağlı olduklarını da görmemişim.
Son dönemlerde aslında bu sistemden vazgeçişler olmuştu. Örneğin Alex Ferguson 2010-11 sezonunda ligi kazanıp Şampiyonlar Ligi’nde finale yükselirken sık sık 4-3-3 dizilişiyle çıkmıştı sahaya. Arsenal birkaç sezondur 4-5-1’in varyasyonları olan 4-1-4-1 ya da 4-2-3-1’i kullanıyor. Keza Chelsea de uzun zamandır orta saha ile forvet arasında bir ya da iki kişi kullanmayı seviyor. Ancak bu denemelerin hiçbiri Roberto Mancini’nin bu seneki taktiği kadar cesur olmamıştı.
Mancini takıma 3-4-1-2 oynatmaya karar verdi bu sene. Bunu ilk kez Community Shield’da denedi ve Chelsea’yi mağlup ederek olumsuz sonuç almadı. 3-4-1-2 son olarak Liverpool maçında sahneye çıktı.
Üç savunmacıyı birbirine uzak, geniş alanlarda kullanmaya karar vermişti Mancini. Vincent Kompany diğer stoperlere oranla bir adım geride, eski sarkık libero gibi oynarken; Kolo Toure sağ, Pablo Zabaleta da sol tarafı kontrol etti. Fakat orta sahanın dizilişi ve takımın hücum anlayışı savunma üçlüsünün işini çok zorlaştırdı. Çünkü rakip yarı sahadaki ilk hedef, hücumu kanat oyuncuları üzerinden kurmaktı. Ortada Nigel De Jong ve Yaya Toure’yle başlayan hazırlık pasları çoğunlukla kanatlara atıldı. Atakları forvet ikilisinin arkasındaki Samir Nasri’yle değil, sağdan James Milner ve soldan Aleksandar Kolarov ile başlatmayı tercih ettiler. Böyle olunca da hücuma öncelik veren kanat oyuncularının savunmaya katkısı azaldı, savunma üçlüsüyle aralarındaki mesafe arttı. Özellikle Milner’ın savunmadaki yetersizliği Liverpool’da 17 yaşındaki Raheem Sterling’in sol kanatta çok boş alan bulmasını sağladı. Sterling biraz heyecanını yenebilse, Liverpool’un ilk yarıda oradan gol bulması kaçınılmazdı.
City’nin en önemli sorunlarından biri de Mario Balotelli-Carlos Tevez santrafor ikilisiyle hemen arkasındaki Samir Nasri’nin birbirine çok yakın oynamasıydı. Bu Liverpool beklerinin daha rahatlaması ve hücuma daha rahat çıkmasıyla sonuçlandı. Hele bir de Sterling’in savunma katkısı eklenince, Pool her pozisyonda daha fazla kişi gibi görünüyordu.
Eğer bu sistemde ısrar edilecekse kanat oyuncularının savunma katkısının artması, üçlü savunmanın sağa-sola kaymaları daha rahat yapabilecekleri şekilde yerleşmeleri ve takımın hücumda kanatların yanı sıra ortadan da atak geliştirebilmesi gerekiyor. Yani yapılacak çok iş var ve mağlubiyete tahammülü olmayan takımda bunları gerçekleştirebilmek çok kolay değil.
Sonuç olarak Mancini’nin üçlü savunma hayali, bu uygulanış biçimiyle Manchester City’ye ciddi zararlar verecek gibi. City geride sık sık üçe üç pozisyon vermekle kalmıyor, savunmacılar arasındaki mesafe uzak olduğu için yardım getirmekte de zorlanıyor. – İsmail Şenol
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane