North Carolina, So.
6-8 (2.03), SF
Ames, Iowa (1992)
Arkadaşlar, yazıhane kaynıyor. Bir taraftan İsmail Şenol bir yerlerden duyumlar almış, drafteeleri bu sene TÜBİTAK hazırlıyormuş diyor, gecesi gündüzüne karışmış durumda. Diğer yandan Cem Pekdoğru kanatsız draft olur mu diyor, benim de aklıma mangalda kanat pişirirken bu laf geliyor. Cleveland’ın stajyer asbaşkanı Kubilay Kahveci takımı bu seneki draft ile kurtarmanın hesaplarını yapıyor. Sedat Koç rotayı Andrew Nicholson’a çevirmiş, belli ki bu çocuktan çok şeyler bekliyor. Diğer taraftan War Room’lar kuruldu, perde arkasında mock draftlar yapılıyor. Draft’a çok az bir zaman kala ortalık yanıyor…
Harrison Barnes liseden ilk geldiği anlardan itibaren tuttuğum, zaman zaman bırakmak zorunda kalsam da profilini yazmak konusunda her zaman çok istekli olduğum bir oyuncu olmuştur, “evladım” kategorisindedir. Onu baştan söyleyeyim. 2010 yılında liseden gelirken etrafındaki hype neredeyse LeBron boyutunda olan bir oyuncunun ilk kolej maçlarını büyük bir dikkatle izlediğimi hatırlıyorum. Neticede lisede her türlü All-Star maçını nasıl domine ettiğini biliyorduk. Bütün çakal internet siteleri de Barnes’ı geleceğin fenomeni olarak lanse ediyordu. Tabi pek de adil olmayan bu baskı kolej kariyerinin ilk birkaç ayını olumsuz yönde etkiledi. İlk maçlarında oldukça zorlansa da sahadaki akıcılığı bizim de gözümüzü boyamıştı açıkçası.
Barnes aşağı yukarı Şubat ayına kadar sahada ne yaptığını bilmez bir haldeydi. Sanki ben ne ettim, kendimi nasıl bir sıkıntıya soktum böyle diye düşünen bir havası vardı. Agresif değildi, sorumluluk almıyordu ve sahanın iki tarafında da kaybolup gidiyordu. Şimdi burada bir parantez açıp North Carolina koçu Roy Williams’a “Ya sen ne Puppet Show bir adammışsın be kardeşim!” diye serzenişte bulunmak istiyorum. İlk aylarda bu çocuğun eline doğru düzgün top vermedin, üçlüğün dışında bekletip paralel pas yaptırdın bu biiir. Kampüse o kadar McDonald’s All-American geliyor, aralarından Paul Pierce dışında NBA’e hangi yıldızı kazandırdın bu da ikiii. Neyse bu konuda çok dolmuştum, söylediğim iyi oldu. Barnes’a dönecek olursak, 30 Kasım 2011’deki Illinois mağlubiyetinde tribünler hep bir ağızdan kendisine overrated diye bağırıyordu, tablo hiç de iç açıcı değildi. Şubat ayına kadar çift hanelere ulaşamadığı 6 maç vardı ve bu maçların çoğu da Batuğ turnuvası ayarında maçlardı. Ne doğru düzgün adam eksiltebiliyor, ne de atletizmini gösterebiliyordu. Topu elinde isteyen bir oyuncunun bir hücum sisteminde bu kadar geri plana itilmesinin sonuçlarını o dönemde hep beraber gördük. Roy Williams’ı da bir yere kadar suçlayabiliriz ama sonuçta hırsızın hiç mi kabahati yok? İlk adımınız yavaşsa, top hakimiyetiniz kolej seviyesinde bile yeterli değilse, savunmada adamınızı layıkıyla kovalamıyorsanız, ikili sıkıştırmalara çare üretemiyorsanız, şut tercihleriniz çoğunlukla yanlışsa Barnes gibi bir “baller” bile olsanız zorlanırsınız.
North Carolina’nın takım halinde zorlandığı aşikarken herkes Barnes’dan ilk yılında liderlik beklentisi içine girdi ve açıkçası liderlik vasıflarının onun DNA’sında olup olmadığı sorgulanmaya başladı. Ocak ayının ortalarından itibaren sonunda kıpırdanmaya başladı ve o dönemde birkaç kez kritik hücumlarla takımına maç kazandıran basketlere imza attı. Hala istenilen seviyede değildi ancak bazı şeyleri yavaş yavaş kavramaya başladığı aşikardı. O dönemlerden turnuvadan elendikleri Kentucky maçına kadar düzenli bir şekilde hep daha iyiye gitti. Arada kritik Clemson maçında 40/8 ile patlayıp hele şükür bile dedirtti. Turnuvayı da alnının akıyla oynadıktan sonra sürpriz sayılabilecek bir kararla yeni CBA falan filan cart curt derken bir sene daha okulda kalmak istediğini açıkladı.
İkinci senesinde beklenen seviyede bir sıçrama gösteremese de hemen hemen bütün istatistiklerini geliştirdi ancak beni en çok ilgilendiren maç başına sadece 3.4 kez çizgiye gittiği ilk senenin ardından, bu sayıyı 5.1 gibi elit bir seviyeye çekmesi oldu. Bu da kendisiyle ilgili en büyük soru işaretlerinden biri olan pasifliğini üzerinden yavaş yavaş attığının bir göstergesi olabilir mi sevgili Pekdoğru?
Popüler Luol Deng karşılaştırmasına eyvallah da ben biraz daha farklı bir bakış açısı sunmak adına en iyi senaryo olarak Danny Granger karşılaştırması öneriyorum. Granger kadar skorer olabilir mi bunu zaman gösterecek, ancak oyunlarında bana göre benzer yanlar bir hayli fazla. Bu benzetmeyi yapmamdaki en büyük etken Barnes’ın da savunmacısının yanından rüzgar gibi geçip potaya gidecek bir ilk adımının olmaması ve top elindeyken aynı Granger gibi mekanik hareket etmesi. NBA’de yıllar içinde Granger gibi elit bir şutör olabilirse (ki şut mekanikleri olabileceğine işaret ediyor) ve bu sayede savunmacısını kendisine yakın tutabilirse muazzam orta mesafe oyunuyla NBA’de etkili olabilir. Mekanik veya değil, iş görüyorsa sıkıntı yok.
Genel bir toparlama yaparsak, şutunu izlemek keyif, topu 3 kereden fazla yere vurmasını izlemek sancılı, atletizmi -kullanabildiği zaman- keyif ötesi, fiziği tank, savunma potansiyeli yüksek, pas yönü hiç olmayan bir oyuncu diyebiliriz. Çalışmayı seven, iş ahlakı yüksek, kendini geliştirmeyi ciddiye alan bir oyuncu olduğu da yazıp çiziliyor. Demek ki neymiş, Harrison Barnes topuna bakacak, tüm bu eleştirilere sahada cevap verecek!
Ben açıkçası çok çok önemli aşamalar kaydetmedikçe NBA’de bir süperstar olabilecek kadar rahat potaya gidebileceğini düşünmüyorum. Bire biri şu an kesinlikle o seviyede değil. Clutch özelliğiyle, zengin orta mesafe oyunuyla ve ceza üçlükleriyle tamamlayıcı bir skorer olabilir. Zamanla sistem içinde oynamayı da öğrenirse ki bunun için saha görüşünü ciddi şekilde ilerletmesi gerek,1 o zaman 3’üncü sıradan gayet iyi bir seçim olabilir. Ne dersiniz sevgili Washington’lılar, hoş olmaz mıydı? Evet dediğinizi duyar gibiyim. #hayrigulle
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane