Yazıhane jürisi seçiyor! Dünüyle, bugünüyle bazıları sinema tarihine, pek çoğu kişisel tarihimize iz bırakan, geceleri uykumuzu kaçıran karakterler…
Arkası yarın demiştik, arkası budur. İlk kısmı kaçıranlar şuradan…
Marty ve Doc’un konuşmalarına kulak kabartıp iki dakikada zaman yolculuğu denen akıllara seza olayın sırrına eren, spor almanağını genç haline götürmek için 78’inde DeLorean’in direksiyonuna geçmekten çekinmeyen bir adamdan söz ediyoruz, Biff Tannen…
Sadece kendi kötü olsa yine iyi. Adamın yedi sülalesi kötü. Büyük büyük babası Buford “Mad Dog” Tannen’in, serinin 3.filminde bizim çılgın doktor Emmett Brown’a ve Hill Valley ahalisine neler çektirdiğini hatırlarsınız. Biff’in torunu olan Griff ise, uçan kaykayların, kendi kendini kurutan giysilerin falan olduğu 2015 yılında1 hâlâ itlik, serserilik peşindedir.
İlk filmde, 1955 yılında lisedeki Biff’i, Marty’nin babası, George “The Mario Gomez” McFly’a ödevlerini yaptırırken, Marty’nin annesi Lorraine’e sarkıntılık ederken gördük. George “Denizin Altındaki Büyü” partisinde Biff’e o yumruğu çaktığında içimizin yağları nasıl da erimişti.
İkinci filmde işte o meşum almanak hikayesi ve Biff’in yarattığı zamanda kırılma ile alternatif 1985, nam-ı diğer “Terör Çağı” ne büyük kabustu ama. Biff, George’u öldürmüş, almanak sayesinde kazandığı milyonlarla tiranlık kurmuş, Emmett Brown akıl hastanesine yatırılmış, Biff’in metresi Lorraine, Aksaray pavyon şarkıcılarına dönmüş. Of ki of.
Üçüncü filmde de Biff’in büyük büyükbabası Çılgın Köpek Buford’ı tanıdık ve pek de şaşırmadık açıkçası.
At arabası, 1946 Ford Super Deluxe convertible yahut bir uçan kaykay altlarındaki. Ama nihai istikamet her zaman taze gübre Buford, Biff ve Griff için…
Mersin’de, sanırım, 1989’un sonlarında bir hafta sonu büyük kuzenlerimin babama sorduğu “Sinemaya gidiyoruz, Çetin’i de götürelim mi?” sorusu benim mütevazı sinefilimin başlangıç noktası (Vecihi’nin uçakla eve dalış sahnesinden açıklanamaz şekilde korktuğumun evdekiler tarafından keşfedilmesi üzerine defalarca yapılan “Gülen Gözler” video gösterimlerini saymazsak). O gün ilk kez girdiğim o karanlık salonda ve devasa perdede Joker’i görmek sanırım ancak sıkı bir psikanaliz sonucu açıklanabilecek tahribatlar yaratmıştı bünyemde: Çocukluğumdan ilkgençliğime kadar yıllar boyunca ancak holün ışığını yakarak uyuyabilmek, suyun üstüne çıkabilen bir tanesiydi sadece.
Aslında Batman çizgi romanlarında geçmişi çok daha bulanık olan Joker, 1989 işi Tim Burton yorumunda gangster eskisi Jack Napier’in ikinci hayatı olarak çizilmiştir. Kendisinden yaklaşık 20 yıl sonra Christopher Nolan imzalı “The Dark Knight”taki olağanüstü Heath Ledger yorumunda kötülüğünün açıklanamazlığını dünyanın kaotikliği üzerinden anlatan Joker bir külte dönüşmüş, “Why so serious?” cümlesi binlerce gencin “Budur abi ya!” diye “kendini bulduğu” bir ifade olmuştur. Öyle ki, “The Dark Knight”ta Joker’in tarafını tutan izleyici sayısı hiç de az değildi.2
Ama Jack Nicholson’ın Joker’inde kötülüğün tarafını tutmanız imkansız. O her şeyi istiyor, Batman’i alt etmeyi, Vicki Vale’e sahip olmayı, şehri alt üst etmeyi, binlere hükmetmeyi, dünyayı ele geçirip kendisinin yapmayı. Yüzünü, karakterini, hayatını, her şeyini kaybetmiş bir insanın kötülüğünde mantık aramıyorsunuz zaten. Ve bir gün onla karşılaştığınızda size merhamet etmeyeceğinin, zira uzlaşmak için önüne koyabileceğiniz hiçbir şeyin onu memnun etmeyeceğinin farkındasınız. Bu yüzden korkuyorsunuz ondan. Ama her zaman kusursuz olmak zorunda olan Batman’in aksine o kadar renkli, hissiz Bruce Wayne’in aksine o kadar hareketli, iştahlı ki, perdede gözünüzü ondan alamıyorsunuz. Bu, Tim Burton’ın yarattığı dünya kadar, Jack Nicholson denen büyücünün yarattığı yorumun da başarısı.
geçirdiğiniz bir kazadan sonra sizi kurtaran bir kadının yatağında uyanmak ne kadar kötü olabilir ki sorusuna verilebilecek en güzel yanıt heralde annie wilkes’tir.
annie, kazada kurtardığı yazar paul sheldon’ın yarattığı seri roman karakteri misery’nin saplantılı bir hayranı. bu hükümet gibi kadın, paul’ün taslağını bitirdiği son kitabında misery’yi öldürdüğünü öğrenmekten hiç hoşlanmıyor ve kendi yöntemleriyle paul’e istediği gibi yeni bir kitap yazdırmaya başlıyor. kathy bates’in oscarlık performansı ile daha geniş kitlelere ulaşan, stephen king eseri bu sadist, manik depresif, psikopat kadın kesinlikle sinema tarihinin en korkutucu dişilerinden biri. filmin büyük bölümünü yatakta geçiren yazar paul sheldon’ı, james caan gibi maço rolleriyle aklımızda kalan bir adamın oynaması, bana göre annie wilkes’in dominantlığını arttırıyor. zaman zaman paul’ün gözünden yatak seviyesinde yapılan çekimlerle de olay biraz daha klostrofobik bir hal alıyor. sevgi dolu bir hemşireyken bir anda ne yapacağı tahmin edilemez bir caniye dönüşebiliyor annie ve bu değişimi gözlerinin içinde görüyorsunuz. kriminal bir dahi olmasa da, annie kesinlikle yatağında uyanmak isteyeceğiniz bir kadın değil.
‘Medeni’lerin ‘nimet’ arayışını konu alan Yeni Dünya’nın keşfi filmlerinin pek çoğu, ister Amerika, isterse başka gezegende geçsin, ‘barbar’ların ‘ıslah’ı savaşına ve başlı başına sinir oynatan iyi-kötü çatışmasına dönüşür. 1492’de görece iyi olan Christopher Columbus da kötü kampına dahil edilebilir ancak öyle bir kötü vardır ki, Colombus yanında melek kalır: Adrian de Moxica.
Michael Wincott’ın canlandırdığı Adrian de Moxica, ortasında girdiği filmi nihayetine taşır. Hırçın atıyla bütünleşmiş bedeni, siyah giysileri, esmer oluşu, keskin yüz hatları, konuşma şekli klişe kötünün de ötesindedir. Soylu olması dışında karakteri oluşturan geçmiş bilinmez. Yüzeysel kalması, karakterin eylemlerine yönelmemize sebep olur. Empatinin önüne geçen bu durum ve her eyleminin hükmetmeye, şiddete, küçümsemeye yönelmesi, Moxica’yı saf kötü mertebesine yükseltir. Moxica kötü olarak dahil olduğu filmde işlevini başarıyla gerçekleştirir. Emperyalizm savaşında, iktidarın isteğini pek gözetemeyen Columbus’a son kazığını da, kendi yaşamına son vererek atar.
Suzanne Stone Maretto’ya tesadüfen cnbc-e’de denk gelmiştim. Sene 2000 falan olabilir tam hatırlayamıyorum. Ekrana ağzım yarı açık şekilde aval aval bakarken “Aaa Nicole Kidman’a bak ne kadder de Meg Ryan’a benziyür” diye düşünmüştüm ki sonradan dersime çalışınca Meg Ryan’ın bu rolü son anda geri çevirdiğini öğrendim. Tabi o zamanlar hevesliyim, okulda sinema dersleri falan alıyorum. Eyes Wide Shut’a gösterime girdiği gün gitmeler, en önlerden biletler almalar, bunlar hep var… Kubrick babanın başrol tercihini Nicole Kidman’dan yana kullanması beni değişik duygulara sevk etmişti, neticede öyle çok beğendiğim bir oyuncu değildi ama “Babanın bir bildiği vardır, Kubrick’ten iyi mi bilecem, sümme haşa!” diye düşünmüştüm. To Die For’u izledikten sonra babanın tabi ki bir bildiği varmış dedim. Arkasından da Dogville geldi biz de iyiden iyiye kendimizi dost meclislerinde Nicole ablayı cansiperane savunurken bulduk, yeri geldi çirkin argümanlara başvurduk: “He canım he… Stanley Kubrick, Lars Von Trier bu işi bilmiyo, bi sen biliyosun he.”
To Die For temelde şöhret yolunda aşırı hırslı bir kadının hikayesini anlatıyor. En tepeye çıkmak için herşeyi ince ince planlıyor ve planlarını inanılmaz bir soğukkanlılıkla hayata geçiriyor. Tam burada Nicole ablanın oyunculuğu sizi avucunun içine alıyor ve ‘yok canım bu kadar da olmaz’ ile ‘lan yoksa?!?’ arasında gidip geliyorsunuz. Bu performansla zaten o sene Golden Globe’u cukkalamıştı ama Oscar’a aday bile gösterilmedi.
Şahsen benim sinemada iki türe zaafım vardır; post-apocalyptic bilim kurgular ve femme fatale filmleri. Bu iki türe ait bir filme denk gelince sorgusuz sualsiz izlerim ve Suzanne Stone Maretto için izlediğim en unutulmaz femme fatale diyebilirim. Ancak filmi herkese şiddetle tavsiye ediyorum diyemem, neticede arıza bir film. Komedi filmi izleyeyim, biraz güleyim diye izlenmemeli çünkü filmde kara komedinin yanında bol miktarda şiddet, trajedi ve asap bozucu öğeler var. Tamamı Youtube’da var, izleyin ama lütfen hazırlıklı olalım, “Bu sefer güldürmedi” gibi çirkin espriler yapmayalım. Bu arada göldeki sahnede favori yönetmenim David Cronenberg görünüyormuş, bunu da yeni öğrendim, yakalarsanız Twitter’dan bi dürtüverin.
Bir saattir konuşuyoruz daha bir kere Joaquin Phoenix demedik ama o da gencecik haliyle harika iş çıkarmış filmde, bahsetmeden geçmeyeyim istedim.
İşini yapış şekliyle, bu işi yapmak için doğmuş dediğim insanlar arasında Jeremy Irons önde gelenlerdendir. Onun hayata geliş amacı kötü adamı oynamak sanki, ancak bu kadar hakkı verilebilir dedirtiyor. İyi ve kötü adamların başarısında birbirlerini tamamlamayabilmeleri neredeyse elzemdir benim açımdan. John McClane’le Simon Gruber, birbirini tamamlama olayını bir adım öteye taşıyor, birbirilerini tanımlıyorlar neredeyse. Bruce Willis ve kanlı atletinin seviye atlayarak seriye geri dönmesini bile geride bırakıyor, Gruber ailesinin geri dönüşü. Yaz aylarında “Doktorlar”dan sonra televizyonda en sık rastladığınız yapımlardan biri olmasına rağmen, içindeki pek çok klişeyi bile zevkle izlettirip, her seferinde beni ekrana kilitleyebiliyor McClane, Zeus ve Simon üçlüsü. Kendisinin bilmecelerinden biriyle daha sonra iş mülakatında karşılaşıp, başarılı olmanın hazzı da yılların sadık izleyiciliğinin bana ayrıca ödülü.
NYPD’nin sınıfta kaldığı “Simon says” oyunundan, her aşaması ayrı bir planlama şaheseri olarak önümüze sunulan soygun planına, tatlı olarak menüde bulunan intikamdan kendi ordusu içinde çevirdiği entrikalara kadar bir kötü adam olarak sunduğu portföy son derece geniş. Hem Alman, hem de asker oluşunun etkisiyle sahip olduğu, film ilerledikçe daha da büyük hayranlık uyandıran soğukkanlığı ve eğlenceli karakteriyle karizmanın her yerinden fırladığı bir adam. Daha da ilgi çekici olan karakter olarak uçlara gitmeden farklı kötülük unsurlarına bir arada sahip olması. Planı çerçevesinde Wall Street’i havaya uçurabilmesine rağmen, “I’m a soldier, not a monster. Even though I sometimes work for monsters” lafını edip acımasızlığının bir sınırı olduğunu gösterebiliyor. Ya da asıl mevzu para olsa da Sahil Güvenlik’e bıraktığı sahte siyasi mesajdan planının bir parçası olmasının ötesinde bir zevk duyduğunu hissettirebiliyor. Onu gerçekten kötü yapansa onu New York’a getiren, hırsının kaynağı olan geçmişini dışa vurduğu “Yesterday we were an army with no country, tomorrow, we have to decide which country we want to buy!” konuşmasını yaptığı yol arkadaşlarını dahi satabilmesi. Yine de hiçbir şey onun planını uygularken aldığı keyif kadar ilgi çekici değil, güce sahip olmaya, hükmetmeye o da bayılıyor sonuçta. “Hook, line and sinker.”
Filmin başında, Dalton Russell’ın monoloğunu izlediğimizde, onun neden bankayı soyduğuna dair net bir yanıt alıyoruz: çünkü (çok bariz olan finansal nedenlerin dışında) o, bu işi becerebiliyor. Büyük bir banka soygununa kalkışmasının sebebi işte bu kadar basit. Kanun, vicdan, ahlak gibi konuları çoktan kendi içinde çözmüş, kafasına bile takmıyor. Geçmişi sorgulanabilecek bir maddiyatı ele geçirmek suç ise, o zaman suç olsun. Ona göre suç ve kötülük bu adaletsiz dünya düzeni içinde aynı kefeye koyulabilecek iki kavram değil. Bunu GTA türevi bir oyun oynayan çocuğu, “bu meseleyi babanla konuşacağım” diye uyardığında görüyoruz. Tam olarak bir Robin Hood olduğunu, kötüden çalıp, fakirlere dağıttığını söyleyemeyiz ama -her kötü karakterde olduğu gibi- kötülüğün belirsiz sınırlarında sıkışmış bir adam olduğu ortada. Nitekim, Dalton Russell’ı izlediğiniz dakikalar arttıkça bir nevi Stockholm Sendromu’na yakalanıyorsunuz ve kötü adamlar olarak soyguncuları değil, “aynasızları” görmeye başlıyorsunuz.
Spike Lee’nin bize pek göstermediği daha büyük resmi görmek istersek, Ken Parker’ın soyguncu Durango’ya dediğine bakabiliriz: “Sen yanlış meslek seçmişsin, Durango! Gerçek soyguncular, bankaları kuranlardır. Elde silahla parayı çalanlar değil!”
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane