parayı bulmak için gidip 11 ay kaldığım ve babayı aldığım bakü’den istanbul’a döneli bir yılı geçmişti. insanlardan, ‘iş’ fikrinden, şehrin gündüzlerinden soğumuştum. sürekli içiyordum, akşama kadar 10-15 bira, sonra da orda burda allah ne verdiyse, ne bulabilirsem yani, sabahın bir saati sızana dek. uykumu alıp yataktan kalktığımda da ilk yaptığım, kendime koyu bir kahve doldurup içine biraz kanyak, viski, votka, artık ne varsa ondan katmak ve bir de sigara yakmaktı. bunları ziftlenmek için kenefe kapanır, iki dakikada sıçıp en az yarım saat kitap okurdum. böylece günün kalan kısmını geçirebilecek duruma gelirdim. gelecek, benim için akşama kadardı. ümit kavramıyla selamı sabahı kesmiştim. kaygı da onunla birlikte defolup gitmişti.
gündüz içmeye askerlikte alışmıştım, ki bu da en az dört yıl ederdi. biraz yıpranmıştım. karı-kız trafiği de yormuştu beni. çapkınlığa ara vermiş, ilginç ve seksi bir hatunla takılıyordum. aralandığında şehvet uyandıran bir ağzı, iki kedisi, üç meme ucu, çınlayan bir kahkahası vardı. birbirimize karşı çocuksu bir aşk duyuyorduk. habire iddialaşıp didişiyor, her gece sarhoş olup bazen dans bazen kavga ediyor, sık sık tutkuyla sevişiyorduk. onun evinde kalıyordum. kedilerin ikisi de siyah beyaz, azman yapılı matrak tiplerdi. aramız iyiydi. beni en baştan kabullendiler. birayı açar, yemek taslarını doldurur, sigaramı yakardım, beraber takılırdık.
haftada iki defa ayılıp ikişer saat tek pota basket oynuyor, tom waits, santana, tanju okan filan dinliyor, bukowski, fante, saroyan, sait faik, borges vs. okuyordum. 30’u devirmiştim. yaşamaya devam etmek dışında bir amacım yoktu. hiçkimse için herhangi birşey yapmak istemiyordum. yapmıyordum da. beni ilgilendirmeyen işlerle uğraşmak beni aşan bir durumdu artık. istesem de yapamıyordum. sürekli içmek belki karaciğerimin amına koyuyordu, kimbilir… ama sarhoşluk kölelikten kurtarıyordu beni, bunu iyi anlamıştım. memnundum. vazgeçemezdim. para ve güç peşinde koşmak bana göre değildi, artık bunları istemiyordum. şöhret… belki. sorumluluk? asla.
kendimi gerçekleştirmenin yolunu bulmuştum. ayyaşın, aynı zamanda aylağın tekiydim ben. başka biri olmak istemiyordum.
* * *
beni eskiden beri tanıyıp seven ve kollayan, izmir’de gazetede çalıştığım zamanlardan arkadaşım oğuz, nerde-akşam-orda-sabah serkeş halime üzülüp bana maaş bağlamıştı. dört yaş büyüktü benden, ileriyi çoğu insandan daha iyi görebilen geniş akıllı biriydi ve on yılda işleri büyütmüştü. alo-bilgi’yi kurup balyayı indirmişti. sayesinde ben de ’92 yazında tekrar izmir’den istanbul’a gelmiş, alo-bilgi’nin işlerini gören bir prodüksiyon şirketinde memnun-matrak yıllar geçirmiştim. askere gitmeden önceydi bu. aradan beş-altı yıl geçmişti ve oğuz artık bir eğitim vakfının başkanıydı. vakfın da üniversitesi vardı. bu sayede bilgi üniversitesi’nde çalışıyor görünüyordum.
haftada dört-beş gün, uyanma seansımı tamamladıktan, yani öğleden sonra, benim külüstüre atlayıp kuştepe’ye giderdim. doğruca rektörlük katına çıkar, kendime kahve doldurup içine mataramdan kanyak katar, fingirdek sekreterlerle biraz fingirdedikten sonra dinlenme odasına yayılırdım. bir saat filan kahve-sigaraya devam ederek gazetelere bakar, biraz uyuklar ve acıkmış olarak açılırdım. kafeteryaya inip karnımı doyurduktan sonra, sıra nihayet, bitişik binadaki yüzlerce odadan birinde duran masama teşrif buyurmama gelirdi.
kapısında ‘medyakronik’ yazan büyükçe odadaki birkaç masadan biriydi benimki. üzerinde, okulun hızlı sunucusundan sürekli internete bağlı bir bilgisayar vardı. enbiey’i günü gününe buradan takip ediyordum işte. evet ya, zaman değişmişti artık! 2000 yılındaydık. tv’de haftada bir yayınlanan ismetbadem-yorumlu maçlara, günlük gazetelerin çöplük spor sayfalarındaki tek sütunluk yalan yanlış tarihi geçmiş haberlere, iki günde okunup biten aylık dergilere mahkum değildim. benim gibi başkaları olup olmadığını bilmiyordum ama üç-dört yıldır enbiey’i internetten takip ediyordum ve kendi hesabıma hoşnuttum vaziyetten. çocukluktan beri basketbol manyağıydım, 20 yıldır enbiey hastasıydım. içki, duman, kitap okumak, basket oynamak, sikiş ve dans, ara sıra yazmak ve enbiey beni hayata bağlayan birkaç şeydi ve hepsi buydu zaten.
özetle, o bilgisayar çekiyordu beni. sezonu gözaltında tutuyordum, her gün maçların istatistik tablolarını inceliyor, enbiey tarihi ve basketbol kültürü hakkında yazılar okuyordum. arada bir de iş olsun diye medyakronik’in postasını kontrol ediyordum.
medyakronik memleketin ilk gazete-tv eleştiri sitesiydi. birkaç kişiydik odada. kürşat bumin ve alper görmüş sabah 9 akşam 5 ordalardı. babacan tiplerdi. ümit kıvanç ara sıra uğrar ama çok iş kaldırırdı. çok tatlı bir herifti. hâlâ öyle olduğuna eminim. bir de filiz vardı, teknik eleman. medyakronik’i onlar yapardı. benimki ibrikçilikten başka birşey değildi; gelen e-postalara cevap yazmak… patronun arkadaşı olan tembel herif! fakat hiçbiri beni dışlamadı, aralarında biri olarak kabul ettiler, birbirimizden hoşlandık ve idare ettik.
ve tabii her aybaşında üç-beş kuruş yatıyordu hesaba, içki-sigara parası peşinde koşmaktan da yırtıyordum böylece.
işte bu sebeplerle kuştepe’ye gelip gidiyordum.
ha bir de, bakın en önemlisini unutuyordum, haftada iki gün tek pota basket oynadığım salon hemen yandaydı. bilgi’nin salonuydu. ve evet, burada bir parantez açmalıyım. daha eskilere bir pencere. bazen geçmiş daha güzel anlatır ve daha kolay açıklar.
* * *
oğuz’la on küsur yıllık dostluğumuzun temellerinden biri basketboldu. yeni asır’da çalışırken beraber oynamaya başlamıştık, karşıyaka’daki açık sahalarda, atatürk spor salonu’nun önündeki saçma beton potalarda filan.
basketbolu çok severdi oğuz, konuşmaktan ve seyretmekten ziyâde oynamayı. kısa, kıvırcık ve solaktı. fandımentılı iyi sayılırdı ama top elindeyken fiyakaya meraklıydı. bir yandan da maç boyunca skoru takip eder, sayıları tutar, arada ufak müdahaleler yapar, “çizgiye bastın, steps yaptın” diye topu alır, kendi takımının bir attığını iki sayar, ne olursa olsun kazanmak isterdi. gerçi bunda bir acayiplik yoktu. ama kaybederken işi zora koşardı ve bazen gerginlik olurdu. aynı takımdaysak ses çıkarmaz, topu bize vermelerini beklerdim. rakipsek kapıştığımız olurdu. ben giderek sinirlenirken o yan yan gülerdi ve maçı biri kazanırdı. sonra da duşta dal-taşak işin mavrasını yapardık.
’92’den beri tesis işini oğuz hallediyordu. en başta, yani alo-bilgi döneminde, maslak’taki enka’nın salonunda başlamıştık; perşembe ve pazar günleri. ekip sağlam sayılırdı. çoğu benim izmir’den çocukluk arkadaşlarımdı, bornova anadolu’dan. bazıları basketçi, hepsi sporcuydu. bir de şirket tayfası, yani alo-bilgi’ciler; oğuz, sağ kolu yiğit, sol kolu orhun, oğuz’un herhangi bir organı olmayan aydın abi (veteranımız), bir de japon cenk (bursalı ve fenerli).
benim adamlar; yıllardır sürekli beraber takıldığım yakın dostlarım kumarbaz kara memet, hergelelikle gazeteciliği birlikte yürüten riko, gösterişsiz fakat çok sağlam bir herif (aynı zamanda topçu) olan ateş, ehlikeyif domat (domatefendi), kendini sırp zanneden ama aslında iyi kalpli bir android olan ozi baba (off-the-bench’in yazarı), o zamanki sevgilimin yakın arkadaşının kocası olan bilgisayar mühendisi murat (m. kemal bitim’e benzer, ondan iyi oynardı) ve birkaç kişi daha…
çekirdek kadro böyleydi. sık sık birimiz misafir eleman getirirdik -genelde basketten iyi çakan bir arkadaş- ve bunların bazıları sürekli takılmaya başladı, ekip genişledi. başlarda gelemeyen olduğunda takımları tamamlamak için yan potalardan sekizinci, hatta altıncı aradığımız olurdu. bir süre sonra üç-dört takımlı turnuvalar yapmaya başladık.
oğuz, organizasyonun mimarı olmasına rağmen düzenli gelmezdi ama arada bir mutlaka takılırdı. artık önemli ve meşgul bir işadamı olduğundan, bir-iki maç yapar, kazanır veya kaybeder, sonra tüyerdi. biz bazen saatlerce oynardık, özellikle pazarları. öğleden sonra başlar, akşama dek bir sürü maç çevirir, sonra duş alıp içmeye giderdik. beşiktaş’taki turgut’un yerine. balık pazarı’ndaki tek meyhaneydi. her pazar akşamı ordaydık. basketbol geyiği masaya uzanırdı, ana yemekti. etrafına peyniri, pilâkiyi, cacığı, börülceyi, balık köftelerini ve hamsikuşlarını dizer, yer içer eğlenirdik.
dört sene boyunca maslak’taki salonda oynadık ve ekibi büyüttük, yüzlerce harika maç yaptık.
* * *
’96’da babamın kalp ameliyatı geçireceğini duyunca oğuz şirketler grubu’ndan ayrıldım, izmir’e gidip birkaç ay babamla kaldım. bu arada susurluk’ta bir kaza oldu, politikadan, polisten, askerden, devlet işinden biraz daha iğrendim ve iyice soğudum. bir de, nedense sigarayı bıraktım, herhalde pederin durumuyla ilgiliydi.
babam iyileştiğinde benim de artık askere gitmem gerekiyordu. yaş tecil sınırındaydı. neyse ki üniversiteden diplomayı indirmiştim. sekiz yıl sürmüştü ama hemen hiç gitmediğim düşünülürse başarı sayılırdı. “fakülteyi bitir, başka şey istemem” diye yıllardır beynimi kemiren babam haklı çıkmıştı, bu sayede askerlikten kısa dönemle yırtabilecektim. ordudan kaçmayı bıraktım ve ona teslim oldum. dünyadaki 29’uncu yılımın 7,5 ayını da oraya gömdüm.
kütahya’da sekiz sıkıcı ve yorucu haftanın ardından beni istanbul’a gönderdiler, havaalanının arka cebinde bulunan hava harp okulu destek kıtasının hizmet bölüğüne. ortamı kokladım, gevşek kokuyordu, ben de ikinci çarşı izninden dönüşte evden iki-üç şişe içki getirdim; votka, cin, viski. sevgili kırmızı külüstürümü de, akşamları üstünden atlayıp tüydüğüm duvarın karşısındaki arsaya çektim. torpido gözünde bir paket puro vardı, ara sıra tüttürüyordum.
kısa dönem -yani üniversite bitirmiş- çavuşlar koğuşunda on kişiydik. herkese ayrı yerlerde görevler verilmişti. sokuşturulmak istenen işlerin hepsinden ustalık ve eylemsizlikle kaytardıktan sonra benden umudu kesip kendi halime bıraktılar. bütün gün tek başıma koğuşta takılıyor, radyoyu açıp içki-puro eşliğinde okuyor, otuzbir çekiyor, uyukluyordum. geceleri uzun sürüyordu çünkü kışlanın muhtelif yerlerinde mesaisi olan sekiz eleman uyurken, biz osman çavuş’la, onun köşedeki ranzanın üst katındaki yatağında kafaları çekip tüter durur, bir yandan radyoda kaybedenler kulübü’nü dinlerdik. osman antalyalıydı, tekila ve bukowski seviyordu, kıyak herifti. kimileri onu ‘anlamayanadam’ olarak tanır. iyi anlaştık ve tutsaklığı eğlenceli hale getirdik.
bir ay kadar sonra hareketsizlikten sıkılıp basketbol olanaklarını araştırmaya koyuldum. enbiey’e ulaşamıyordum ama belki esaret bitene kadar biraz basket oynayabilirdim. harp okulu spor salonunun deposunda camı çatlamış bir pota bulduk. uzun dönem erlerden bir manga toplayıp malı bölüğün bahçesine taşıttık, çukur kazdırıp diktirdik. sağlam olmamıştı, alçak ve yamuktu. üç-beş oynadıktan sonra kafamıza dağıldı. potayı attık ve neti gerip voleybol oynamaya başladık.
aylar geçti, bahar geldi. ben de bu arada haftada üç-beş gece kaçıp kaçıp arnavutköy barlarında sürterken sarhoşluğu zamparalığa çevirdim. kendime yakıştıracağım bir askerlik yapmıştım doğrusu. bütün gün içiyordum, sigaraya tekrar başlamıştım ve beş yıllık güzelim sevgilimden olmuştum. nihayet bitti.
* * *
serbest kaldım ve haftada iki gün tek pota maçlara kavuştum. birlikte uyuduğum kadın değişmişti ve kaltağın tekiydi ama şut stilim aynıydı. yeniden sayıları, ribaundları, top kayıplarını birbirine eklemeye koyuldum. arada asist de yapıyordum. il postino’yu seyretmiştim, neruda ve cemal süreya okuyordum, dangalak gibi davranıp kötü şiirler yazıyordum. gözü yüksekte bencil orospunun tekine aşık olup bir meleği terketmiştim. henüz dananın tekiydim ve kadınların don lastiğine dolanmaya elverişliydim.
neyse ki dark biralar, malt viskiler ve basketbol vardı. beni idare ettiler. bir sene dolmadan hatundan yakayı sıyırdım. üç numara büyük gelmişti bana. sayesinde new york’a gidip manhattan’da üç hafta kalışım, o sırada beni aldatıyor olsa da, o ilişkiden minnetle hatırladığım tek şeydir. playofflar başlamıştı, benim takım iddialıydı ve ordaydım. akşamları new york knicks’in maçlarını bir sürahi bira eşliğinde west end bar’da seyredip gündüzleri goat park’ta, harlem’de filan basket oynadım. cepte fazla para yoktu ama harika zaman geçirdim. knicks, kanlı geçen ilk turda heat’i 3-2 eledi, istanbul’a sevinçle döndüm. ikinci turda pacers’a elendiler. onların hakkından da jordan geldi. 1998 yazı başlamıştı.
pazarları maç sonrası meyhane geleneği sürüyordu. akşama doğru son maçı bitirip duş aldıktan sonra arabalara atladığımızda biraları açıyorduk. balıkpazarı’na daha az gidiyorduk artık. beyoğlu ocakbaşı’na takılmaya başlamıştık. oraya ‘deli dana’ adını takmıştık. milletin deli dana hastalığı korkusuyla kırmızı et yemediği bir dönem her gece orada tarakları, böbrekleri, koçtaşaklarını yiyip rakıları içerken çıkmıştı isim. öyle de kaldı aramızda.
doyup kafaları parlattıktan sonra çıkıyorduk ve bekar sokak’taydık. gerisi kolaydı. maymun, baykuş, süper restoran, kaktüs, jazz-stop, hayal, safran, mojo… üssümüz, gümüşsuyu’ndaki emektar sokak’taydı. memet’le riko orada altlı üstlü yaşıyorlardı. duman ikmali yapacak, sızıp kalacak yer belliydi.
perşembe maçları akşamüstü başlardı. işten çıkıp gelen çoktu. 9-10’a kadar oynardık, mesai mahkumu olanlar eve dağılırdı, kalan haytalar soluğu istiklâl’de alır, barlara dadanırdık. iyi bir maçın üstüne birkaç soğuk bira, güzel bir yemek ve bolca sert içki gibisi yoktur. hakkın olduğunu hissederek doyasıya yer içersin… bu arada vücut dinlenir, yorgunluk da rahatlamaya ve dinçliğe dönüşür. insana bunu sarhoşluğu haber verir. sonra birden müziği duyarsın, akıp giden uzun gecenin ortasında bir an… ve daha çok eğlenmek istersin; dans edebilecek kadar özgürsen, mümkündür. talih yanındaysa sabaha karşı hoş kokulu yorgun bir sikiş… bitmesi şart değildir, hatta asıl ortasında sızmak harikadır. kadının içinde, kollarının-bacaklarının arasında uyuyup kalmak, boşalmaktan çok daha iyidir bence. (sigarayı söndürmeyi unutmamak koşuluyla!)
gördüğünüz gibi, günlük hayatımı oluşturan az sayıda meşguliyeti birbirine bağlamaya uğraşıyordum. vaziyet yolunda görünüyordu. iki şey hariç…
birincisi; karı-kız işinde sorunlar çıkıyordu. biri gidiyor öteki geliyordu. aceminin teki olduğumdan, bazen suçun bende olduğuna inanıyordum, bazen de kadını suçluyordum. kendimi anlatabileceğime, kabul edileceğime inanıyordum. kadın-erkek işini çözülebilir sanıyordum. oysa bir türlü içinden çıkamıyordum.
beni rahatsız eden diğer şey, parayı bulma dürtüsüydü. bunun, esasen diğer insanların, ailem, dostlarım, manitalar filan, çevremdeki hemen herkesin, hatta toplumun benden beklentisi olduğunu göremiyordum… içimden gelen, bana ait, doğal bir dürtü olduğuna inanıyordum.
parayı bulma fikrinin, hep orda olan, insanların tümünün önüne bırakıldığı ve üstüne itildiği bir kara delik, zaman katili ve ömür tuzağı olduğunu farkedemeden sahiplendim onu. galiba karı-kız sorunsalına faydası olacağını da düşünüyordum. ahmaklık bende ara sıra ortaya çıkan özelliklerden biridir.
böylece, henüz tanımadığım ‘büyük öteki’ namlı büyük orospu evlâdı tarafından içime ekilmiş parayı bulma telaşının peşine düşüp azerbaycan’a gittim.
* * *
bakü’de bir yıl boyunca lodos fırtınası gibi bir hayat yaşadım. her dakikası ful-alkollüydü, renkli ve yorucuydu, çılgınlık anlarıyla doluydu… sigaranın yanan ucuyla elimin sırtını bezemeye, sarhoş kavgalarında kendimi yumruklamaya başladım. içimdeki şiddeti bana kimler ne zaman doldurmuştu henüz kestiremiyordum ama onu başka insanlar yerine kendime yöneltmeyi keşfetmiştim. böylece öfkeyi kontrol etmek daha kolay oluyordu. acıya alışmak mümkündü. biteviye sarhoşluk da işimi kolaylaştırıyordu.
gündüz tam ayılamıyor ama işimi yapıyordum. basketten de uzak kalmamıştım. birkaç haftada birilerini bulmuştum, düzenli oynuyorduk. arada sıkı maçlar dönüyordu.
öte yandan, enbiey’den yine mahrum kalmıştım. internet işi henüz kelekti bakü’de. tv’de sadece cnn’in üç dakikalık spor bültenlerinde sonuçlara rastlıyordum, o da her gün değil. nba.com’un virtual gm oyunundan da uzak kalmıştım. bildiğim kadarıyla fantazi oyunlarının atası ve basket izleyicisine ‘yararlılık/efficiency’ kavramını yerleştiren oyundur. başlangıçta haftalık takım yapılırdı, sonradan günlüğe geçtiler. memet’le iki-üç sezondur kaptırmış oynuyorduk. her gün telefonda yarım saat vgm geyiği yapar, ertesi günün maçlarını, sakatları, formsuzları, eşleşmeleri konuşurduk. arada maç sonuçlarına bahis de oynardık ama esas oyun vgm’di. bedavaydı, zevk içindi, heyecanlıydı, sırf basketboldu. enbiey’i ayrıntılı takip etmeye, istatistiklerle fazla vakit geçirmeye başlamamın ana sebebiydi vgm. bakü’de geçirdiğim 11 ayda değişik zevkler yaşamıştım ama benim için temel zevklerden biri olan vgm’den ayrı kalmıştım.
aylar geçti, 1998 geçti, bazı kızlar geldi geçti, kış geçti ve paralar tükendi. şirketimiz alacakları bir türlü tahsil edemedi. içtiğim içkilerle sigaraların kalitesi düştü, miktarı arttı. ve nihayet hazar’ın batı kıyısına bahar geldi.
dört ortak, varı yoğu bırakırsak yakayı anca kurtaracağımızı anlamıştık. zaten bakü’de duran bendim, diğerlerinin karıları çocukları vardı, daha çok istanbul’dalardı. ben de bıkmış ve insanlardan soğumuş olarak tası tarağı toplayıp döndüm. iyi hatırlıyorum, uçak bakü’den havalanmıştı ve pencereden, ilk geldiğimde izmir’e benzettiğim rüzgarlı boz şehri son kez seyrediyordum, şuna benzer bir veda cümlesi belirdi kafamda:
“umarım bir daha üzerinden bile geçmem.”
azeri kadınlar iyiydi. heriflerse ebemizi sikmişti. üstelik adamım starks ve takımım knicks final oynamıştı ve ben hiç bir bok seyredememiştim.
bir kez daha istanbul’a, tanıdıklara, eski ve yeni kadınlara, kırmızı opel kadett’ime ve nihayet enbiey’e döndüm.
haftalık tek potalar elbette sürüyordu. ekip enka’dan akatlar’daki salona taşınmış, bir süre sonra bilgi üniversitesi’nin yeni spor salonu tamamlanınca oraya, yani kuştepe’ye geçmişti. yine pazar ve perşembe.
bir senelik bakü macerasından, günlük ortalamayı 20-25 biraya getirip dönmüştüm. geç saatte sert içkiye de geçiyordum mutlaka. haftada iki basketleri kaçırmıyordum ama. beni o halimle sevip kabul eder görünen buket’le beraberdim. arnavutköy’ün akıntı burnu sırtındaki boyalı köşk çıkmazı’nda olan 32 metrekarelik boğaz manzaralı gecekonduyu boşaltıp topağacı’na, onun ve kedilerinin yanına taşındım.
böylece hikayenin başladığı zamana dönmüş olduk.
* * *
2000 yılının başlarıydı. kış hareketli geçmişti, sezon hızını almıştı. buket’le ilişkimiz çeşitli barlarda, meyhanelerde ve onun evinde, çalkantılı, çekişmeli ve sarhoş halde sürüyordu.
gündüz ayılıp kuştepe’ye topukluyordum. masama varmam bazen akşamüstünü bulurdu. 5’te 6’da herkes savuştuktan sonra, cihazın başında 9-10’a kadar oturuyor, sadece çişe ve kahve almaya kalkıyordum. paso enbiey… kendimi alamıyordum. maç yazıları, hücum-savunma analizleri, oyuncularla röportajlar, geçmiş sezon istatistikleri, vgm mesaisi… zevkten geberiyordum, boşalmış binanın karanlık odasında tek başıma, sigara üstüne sigara yakıp mazotlu kahve içerek. organizasyonun tarihi, kuralların gelişimi, kulüplerin hikayeleri, efsane basketçiler… oku, oku, oku.
ama hepsi ingilizceydi.
türkçe, bırakın enbiey yazısını, doğru dürüst spor sitesi bile yoktu. hatta şöyle anlatayım; tv’deki tek yerli spor kanalı lig tv idi. haftada bir çok geç saatte enbiey maçı yayınlanırdı. ama karşınıza her an ender bilgin, ismet badem, doğan hakyemez, bilgin gökberk, esat yılmaer gibi bir yorumcu çıkıp tadınızı kaçırabilirdi. sabaha karşı zurna gibi maçı takip etmeye uğraşırken boş lafa dayanamayıp tv’nin sesini kısarak müzik açıp da seyrettiğim çoktur. yiğiter abi ya da kaan’a rastlarsak talihliydik. enbiey stüdyo başlamış mıydı, hatırlamıyorum. türkçe enbiey bu kadardı işte.
bir gece buket’le fena kapışmıştık, evdeydik ve ikimiz de öğlenden beri içmiştik. orda burda bana asılıp duran kevaşeler yüzünden sürekli suçlanıyordum, oysa kimseyle bir halt karıştırdığım yoktu. sabaha karşı kıskançlık dırdırından iyice gözüm döndü, buket’i sol elimle boynundan kavrayıp oda kapısına yapıştırdım. sağ elimle kulağının yanından geçen müthiş bir yumruk savurdum. tahta kapı çatlamıştı. buket yakamdan düştü, biraz daha içip salonda sızdım.
sabah uyandığımda elim şişip iki katına çıkmıştı, mosmor olmuş zonkluyordu. öğleden sonra buket hastaneye gitmeye ikna etti beni ve kırılan elimi alçıya aldılar. bir buçuk ay sonra açtılar; el zayıflamıştı, güçsüz ve yamuktu. “yanlış olmuş o alçı” deyip tekrar sardılar. “allah belanızı versin” dedim ve üç ay basketten uzak kaldım. amerikan hastanesi’ydi.
top oynamayınca bilgisayar başında geçirdiğim zaman artmıştı. sol elle fare kullanmaya alıştım. klavyede sorunum yoktu zaten. hızım yarıya inmişti, o kadar. zaten bir bok yazdığım da yoktu. okuyup duruyordum.
sonra bir gün oturup tek elle bir yazı yazdım. basketbolla ilgiliydi fakat enbiey hakkında değildi. hürriyet sitesinin yan cebinde açılmış agora adlı siteye gönderdim. ara sıra okuyacak birşeyler bulduğum bir siteydi. aynı zamanda entel ve züppe de bulurdum orayı ama nedense yayınlayacaklarını düşündüm. iki gün sonra yazıyı koydular, 20 milyon da para yolladılar. o gece 20 milyonluk fazla içtim.
birkaç gün sonra bir yazı daha yazdım. alonzo mourning hakkındaydı. kırık burunla maça çıkıp hayvan gibi oynamıştı. etkilenmiştim, yazmadan edemedim. sonra yazıyı agora’ya şutladım. iki gün sonra yayınladılar ve 20 milyon daha yolladılar. pek önemsemedim fakat o gece viskiye erken geçtim ve bir ara durumu düşündüm. arada enbiey hakkında yazıp agora’ya göndermeye karar verdim. “hatta,” dedim içimden, “yarın yazıp yollayayım hemen. yok, yarın perşembe, basket var. olmaz. cuma yazar yollarım.”
barda yanımda duran genç kadın bana doğru eğilip ateş istedi ve sol memesi sağ dirseğime yaslandı. sigarasını yakıp kendime burbon şat söyledim, kolumda memeyle tom waits’e kulak verdim. “in the morning i’ll be gone” çalıyordu. şarkının gereken yerinde kadehi dikip boşalttım. bacağıma bir kalça bordalamıştı. basket de, yazmak da uçtu aklımdan. kapanışa kadar içip, giderken de 20 milyon bahşiş bıraktım.
pazartesi akşamı oturup bir yazı daha yazdım. enbiey’de geçen haftayı değerlendirdim, takımları, yıldız oyuncuları sıralayıp hepsine birşeyler uydurdum. uzunca olmuştu. gözden geçirip düzeltmeler yaptım ve postaladım, kendime de “gelen 20’likle üç tane rom içeceğim” vaadinde bulundum.
bir hafta geçtikten sonra yayınlamayacaklarını anladım. biraz kafam bozuldu, “koyayım götlerine” deyip unuttum gitti. ama birşeyi gözden kaçırmadım: basket yazmak iyi gelmişti.
yazı, hayatımda hep olan birşeydi, okumanın doğal sonucu olarak görür, okuduklarımla yaşadıklarımdan etkilenip arada mutlaka kafama göre çiziktirirdim. basketbol da ergenlikten beri hastalıktı bende. ve basketbol hakkında bir halt yazmışlığım yoktu. hayatımın bu kadar önemli iki parçasını ayrı tutmuştum.
“basketbol yazmazsam yuh bana!” diye düşündüm. doğru dürüst bir agora bulunurdu nasılsa.
2000 playoffları sürüyordu. turlar ilerledi, takımlar azaldı. geçen sene final oynamış knicks, o sezon doğu finalinden döndü. phil jackson lakers’ı şampiyon yaptı. shaq ayısı enbiey’de taşları yerinden oynatmıştı. 1980’den itibaren on yıldan fazla tuttuğum lakers’a artık hepten ayar oluyordum ama yapacak birşey yoktu. memet’le knicks’e üzülüp, haftalık ve günlük vgm’de dünya sıralamasında iyi dereceler yaparak sezonu kapattık.
* * *
tek potalar artık salı ve perşembe oynanıyordu. işime gelmişti çünkü bazı cumartesi geceleri hepten kopuyordum. pazar ne vakit ayılacağım belli olmuyordu. pazar akşamüstleri kendime gelebilirsem, topumu alıp conrad otel’in önündeki yahut ıhlamur kasrı’nın arkasındaki sahaya gidip oynuyordum. sokak basketçisiydim zaten ben. bu boku salonlarda öğrenmiş değildim. alışıktım taş sahalara, severdim de.
o yaz da geldi geçti. manita sayesinde araya on gün amsterdam seyahati sıkıştırdık.
amsterdam’a ayak bastığımda zaten bir uçurtma kadar sarhoştum, orada kuzey ışıkları olup döndüm. buket’le mantarlı kekleri yeyip bir çift skunk eşliğinde vondelpark’da geçirdiğimiz güneşli öğleden sonrayı hiç unutmam. herkes toprağa-çimene yayılmıştı, sağdan soldan çeşitli şarkılar-melodiler duyuluyordu, hepsi de yumuşak ve güzeldi. rengârenk kıyafetli, kafasına parlak külah geçirmiş genç bir tip karşımda bağdaş kurmuş, dört-beş tane koca bıçağı iki eliyle atıp tutarak havada çevirip duruyordu. yaşlı, uzun ağaçların altına serilmiş insanların arasında bisikletliler geziniyor, ellerinde buz kovasıyla dolaşan tipler soğuk bira satıyordu. kıyaktı herşey ve ortasından bir dere akıyordu. mantarın kafası gelmişti ikimize de. uzanıp buket’in bacağına başımı koydum ve melez otun tadını çıkardım.
basket oynamadan amsterdam’ı terketmediğimi de söylemeliyim. müzeler meydanı’nda, van gogh binasına yakın potada dişime göre bir grup saptadım. üç gün gidip oynadım. fena sayılmazlardı ama oynanan oyun bizim salı-perşembe maçlarına yaklaşamazdı bile. iyiydi bizim ekip.
şunu da ekleyeyim; amsterdam’da edindiğim tecrübeye göre, sativa ile basket maçı birlikte zevkli olabiliyordu. indica, çekip de oynamak için elverişli değildi, daha çok seyir için uygundu. melez içip oynamadım. o kafa daha yoğun ve karmakarışıktı, müzelere yahut sex-shop’lara gitmeyi tercih etmiştik.
özetle, amsterdam on günlük harika bir tripti. bolca kavga edip eğlendik ve döndük.
sonbahara kadar içki-basket rutinime devam ettim, bir yandan da enbiey’de transfer dönemini, yaz liglerini, hazırlık kamplarını gözaltında tuttum. genelde sarhoştum ama top oynamak dışındaki herşeyi sarhoşken yapabiliyordum zaten. salı-perşembe uyandıktan maç saatine kadar birkaç saat içmemek yetiyordu. bir-iki tek atıp oynadığım da oluyordu tabii… pete maravich’i eskiden beri severdim.
ekimde hazırlık sezonu başladı. istanbul yeniden soğudu ve hareketlendi, maçlar da geceler de kalabalıklaştı. genellikle imam adnan’daki kaktüs’e takılıyordum.
* * *
ahşap sandalyelerle minik masaları olan bir salondu kaktüs, 50 metrekare filan. iki duvarı boyunca uzanan sabit kırmızı koltukları rahattı. sokağa bakan cephesi camekândı, perdeliydi, demir çerçevesi koyu yeşildi. duvarlarda iki büyük ayna, aplikler, yüz yıllık bir pera kerânesinde soba başında dinlenen orospuları gösteren iyice büyütülmüş bir fotoğraf, irili ufaklı kedi çizimleri ve başka resimler asılıydı. girişin solu diklemesine amerikan bardı, bittiği yerde, mekânın mutfağına ve tek tuvaletine dönerek inen merdiven vardı.
gazeteci-dergici takımı, çizer ve karikatüristler, reklamcılar, sinemacılar, tiyatrocular, ressamlar, müzisyenler, rehberler, iyi, kötü, parasız, ayyaş ya da göt yazarlar ve şairler, enteller, eski solcular, eski başkaşeyciler, keşler, eroinmanlar, ünlüler, az ünlüler, ünlü olmak veya ünlülerle yatmak isteyenler, avukatlar, öğrenciler, işverenler, götverenler, amsalaklar, ibneler, lezbiyenler, maço sikiciler, heryolcular… velhasıl kimi ürkek, kimi cazgır, kimi yalnız, kimi rahatsız, kimi delirmiş bir alay tuhaf ve sıradan tip, ilgi, eğlence ve seks bulmak amacıyla gelip duruyorlardı.
gündüzleri ayrı bir tiyatro dönüyordu kaktüs’te. paris kafesi tribi… o halini hiç bilmezdim ben, akşam çöktükten sonra varırdım anca. bol alkollü perde açılmış olurdu, bazen benim açtığım da olmuştur ama genellikle kapıdan girerken, tam karşıdaki masada saçları, sakalları, gözlüğü, cüssesi ve rakısıyla çöreklenmiş riko’yu görürdüm. yıllar önce büyük şehire, insanların arasına taşınmış bir ayı ya da kurda benzerdi orada otururken. çekirdek müdavimdi. bizi de o alıştırmıştı.
açıldığından beri oradaydı riko ve bir ara işletmeci kadınla takılıp kendine hesap açtırmayı başarmıştı. barın yanından tuvalete inerken, aynalı sütunun arkasında asılı borçlu listesi, herkesin gözüne çarpmazdı. bu yüzden, riko’nun bu dalda yıllarca hüküm süren rakipsiz şampiyonluğu fazlaca bilinmez.
kaç yıldır takıldığım kaktüs’te artık kendimi iyice rahat hisseder olmuştum. ertuğrul vardı bir kere; dünyanın en bilge, sâkin ve canayakın hayaletiydi, aynı zamanda kaktüs’ün garsonuydu. tenten, red-kit veya asteriks’te filan rastlayabileceğiniz bir tipti ert. herşeyi ve herkesi sessizce izler, ona güveneni kollar, puro ve tom waits sever, enbiey’den iyi anlardı.
ert’in yanı sıra barmen vahit ile diğer garson çocuklar da iyilerdi. biramı bitirirdim ve boş bardağı masaya geri koyarken yenisiyle karşılaşırdım. ne istesem güleryüzle oluruna bakarlar, nazımı çekerlerdi. geç vakte kadar içip kaya balığı gibi olduğum kimi zamanlar, sonuna kadar gidip orada sızabileceğimi düşünürdüm, bir anlamda evde gibi hissederdim yani. ev kavramı fazla gelişmemişti bende. uzun süredir külüstür arabamdan başka evim olmamıştı.
kaktüs’te piizlenmek veya cilâ çekmek adetim haline gelmişti. başka yere gidiyorken bile yol yakınsa mutlaka uğrar, hava sıcaksa bir bira, soğuksa bir kanyak atar, ayaküstü ert ile taze enbiey haberlerini konuşur, yoluma öyle devam ederdim.
durum bu olunca, perşembe basket sonrası içişleri kaktüs’e yönlendirmem uzun sürmedi.
maçtan çıkıp grup halinde 9 civarında geliyorduk. iki-üç masayı birleştirip çöküyor, önce içmeye sonra yemeye girişiyorduk. sohbetin ana konusu, basketbol, enbiey ya da sporun başka türleri olurdu. tartışmalar, iddialaşmalar ve alaylar bazen anırtı seviyesine ulaşırdı. bu terâne en az üç saat sürerdi ve sürekli içildiğinden dolayı anırtılar arada yaygara halini alırdı.
ve ‘perşembe öküz gecesi’ âdeti, tüm sakarlığı ve içtenliğiyle kendini kaktüs’e yerleştirdi.
barın müdavimleri arasında bizim muhabbetten hoşlanan vardı, gıcık kapan vardı. ama biz de onlardandık. perşembe geyiği sürdü ve giderek eğlenceli hale geldi. sağlam spor sohbeti dönüyordu. bağırıp durduğumuz için başkalarının kulağına gitmesi uzun sürmedi ve basket oynayan ekip haricinde de katılanlar çıktı. kanat, yiğiter, haşmet, umut ve başkaları… özellikle perşembeleri geliyorlardı. öküz gecesinin birer parçası oldular.
sporun her haline açıktı sohbet ama enbiey lafı mutlaka dönerdi çünkü ben demirbaştım. yan masalarda oturan tanıdıklar ara sıra bizi dinlemeye çalışır, beş dakika kulak kabartıp hiç bir bok anlamazlar, kimisi neden bahsettiğimize bile uyanamazdı. ara sıra trans haline geçip başka dilde konuşuyorduk, bazılarına göre. bu tespit doğruydu.
* * *
kasım ayında, o perşembelerden biriydi. dört masayı filan kaplamış kalabalık bir gruptuk. önümüzde bitiştirilmiş masaların üstü öyle doluydu ki, uzun tek bir masa gibi görünüyordu; bira, rakı, su, votka, şarap dolu bardaklar, havuç, hıyar, patates, zeytin tabakları, sigara paketleri, leblebisi bol çerez kaseleri, kibrit kutuları, çakmaklar, peçeteler, boş-dolu küllükler…
bir uçta futbol konuşuluyordu. benim taraftaysa dört-beş kişi enbiey geyiğinin dalağını yarıyorduk. iki de kız vardı aramızda, futbolla enbiey arasında kalmış, sıkılarak bizim sarhoş olmamızı, müziği duymamızı ve onları görmemizi bekliyorlardı.
yanımda memet, tam karşımda riko oturuyordu.
riko, günde en az bir büyük rakı deviren, esmer, saçı sakalına karışmış, iri yarı, tanımayanı tedirgin edecek bir tipti. ayrıca sağırdı ve enbiey’den-spordan derinlemesine çakmazdı. masadaki iki karıyla arasına, duymadığı, duysa da anlamayacağı bir eşşek muhabbeti girmişti. sıkılan kızlardan uzak kalmanın sıkıntısıyla bir sigara daha sardı. muhabir yeleğinin kimi düğmeli kimi fermuarlı çok sayıda cebini kurcaladı, sırtında biryerlerden katlanmış bir yabancı gazete çıkardı, biraz açıp masaya serdi, okuyormuş gibi yaparak sigarasını yaktı, kalan rakısını bitirdi. yenisini istemek için limonata kadehini havaya kaldırdı, barın oralara doğru bakınmaya başladı. ert’i arıyordu. gördüğünde sesini eski türk filmi moduna geçirip yükseltecek, “ert! bana bi beyaz” diye seslenecekti.
göremedi. çünkü ert, riko’nun tam arkasında ayakta duruyor, bizim enbiey geyiğini dinliyordu. bu sırada memet bana sprewell, houston ve camby hakkında birşeyler söylüyordu. takım düşüşteydi, wtc de son senesine girmişti zaten. biramı azaltarak lafın bitmesini bekliyordum, dumanlı ağzımda “jeff van gundy ile zor bu iş” başlıklı bir cevap birikiyordu.
riko boş bardağı kaldırıp mal mal bakınırken ert onun omzunun üstünden uzandı ve bardağı hop diye alıverdi, diğer eline sığdırdığı rakıyla suyu da riko’nun havadaki kolunun altından masaya koydu. riko bir an ne olduğunu anlayamadı. arkasına dönüp tepesinde dikilen ert’i gördü.
— ha! sen burda mıydın lan?
ert gülümseyerek baş selamı verdi ve bize, knicks geyiğine döndü. riko ona baktı, bize baktı, vaziyeti çaktı. şaka yollu ert’e çıkıştı:
— sen de mi bunları dinliyosun birader? yettiniz be!
memet’le sohbeti kesip duruma güldük. riko da kabarık sakalıyla bıyığını gerip “ıhı ıhı ıhs ıhs tsı” diye güldü. takılmadan duramadım:
— baba… nedir ya? şu ert’i iki dakika sal da laflayalım. herifin tek işi sana rakı getirmek değil. bari öküz gecesinde rahat bırak adamı.
— ya git abicim be! bi de bu enbiey sikini çıkardınız başımıza. oynadığımız yetmiyor, üstüne gece içerken bıdıdı bıdıdı, yabancı yabancı isimler, acayip terimler. zaten zor belâ işitiyoruz burda. karılara set çektiniz oğlum.
— lan riko, bi perşembemiz var şurda… basketbol kültürünün önünü tıkama bre hayvan ağa, yol ver! iki saate gidecekler, sonra bizbizeyiz, iyice içip andon’a, kemancı’ya, hayal’e filan atlarız. bırak önce enbiey’imizi boşaltalım.
riko yeni rakısından ikinci yudumu alıp bardağı yarıya indirdi, sigarayı filtreye kadar içine çekip kalanı küllükte ezdi, yenisini sarmaya koyulurken konuştu:
— içini yazarak boşaltsana sen birader. burada bu ayyaşlara anlatacağına otur yaz enbiey’i.
— yazayım da götüme mi sokayım abi? kim yayınlayacak?
— yayınlarız oğlum. nethaber’de bi köşe açalım sana, haftada bir yaz.
— nethaber ne lan?
— süperonlayn’ın… haber sitesi. ben de yazıyorum.
— iyi de niye enbiey yazarı istesinler ki? enbiey bölümü mü var?
— yok, hiç bi bok yok, yeni daha. yapanlardan birini tanıyorum, arkadaşım.
memet birasını bitirip köfte dudaklarının arasına bir sigara yerleştirdi ve lafa karıştı:
— harbiden yazsana oğlum. bence çok takip eden olur.
— iyi, yazarız. yarın yazayım hemen. sana mı yollayayım riko?
riko bizden kopmuş, çapraz masadaki bir karıyı kesiyordu. duymadı. bağırdım:
— hoaa! sana mı yollayayım aga?
— ha! neyi?
— rakı yollayayım diyorum birine. sana mı yollayayım?
bardağına baktı, kalanı ağzına döktü:
— yolla tabii baba. bana olduğunu söyle, sıkı yapsınlar.
— enbiey yazısı yazacam diyorum. yarın yollayayım mı sana?
— ha o mu?! ben yarın bi konuşayım seray’la. ararım seni. haftada bir iyi mi?
— farketmez abicim, her türlü uyar.
— tamamdır birader. şimdi kesiyor musunuz şu muhabbeti? derim çekildi valla.
— ağır ol babuş. de ki beni susturdun, şu masanın ucundaki domat’ı nasıl susturacaksın? ksk-basket’e getirdi yine mevzuu. aralıksız içip konuşuyor. rengi mora döndü. baksana, kanat lafa girmeye korkuyor.
riko sırıtarak döndü, başka masalardaki karılara bakınmaya koyuldu.
bir sigara yakıp yeni gelmiş biradan kontrolsüz bir yudum aldım, alt dudağımın kenarından çeneme akan sıvıyı koluma silip memet’e döndüm, “hocam, takım artık değişti. van gundy ile olacak iş değil” diye başladım lafa. memet sırıtarak sözümü kesti:
— yaz bunları abicim, yaaz… yazın bunlarııı!
kahkahalarda kaybolduk. başka masalarda oturanlar dönüp bize baktı.
* * *
nethaber işi harika olmuştu. haftada bir at yarrağı gibi upuzun bir yazı gönderiyordum, aynen çakıyorlardı. karşılığında da 75 dolar ödüyorlardı. dört defa enbiey yazıyordum ve ayda 300 dolar! anlam veremiyordum, üstünde de durmuyordum ama. elime ne kadar para geçerse geçsin çar çur edeceğimi bildiğimden, pek önemi yoktu. para sadece harcanırken işe yarardı. basketbol yazıyordum ben, enbiey yazarıydım.
pazarları kimseler yokken okuldaki masamda oturup başlıyordum döşenmeye. aklıma hangi takım, hangi oyuncu, hangi fikir düşerse, içimden ağzıma geldiği gibi cümlelere döküyordum. bazen sayfalarca sürebiliyordu. nethaber editörü seray, “bu kadar uzun yazmana gerek yok” diyordu. ben de “var,” diyordum, “var çünkü okuyorlar.”
bir alay mesaj gelip duruyordu. e-postaların hepsini cevaplıyordum, bazen uzun uzun, hiç üşenmeden. benim köşenin meraklıları birikmişti, bolca yazmamdan memnunlardı. birkaç günlük ağır sarhoşluklara girip yeni yazıyı geciktirdiğimde hemen işi soruşturmaya başlıyorlardı. mesajlarında hal-hatır sorup ilgili davranıyorlardı.
memleketteki diğer enbiey hastalarını bulmuştum nihâyet. onlar da beni.
sürekli mesaj atanlar arasında orkun, yanlış hatırlamıyorsam anıl, alim, övünç filan vardı. en sık yazıştığım eleman orkun’du. ilişkimiz, şuna benzer biçimde gelişti:
“Sayın Evcimen, merhaba, nasılsınız?
Son yazınızda bilmemkim için şudur budur diyorsunuz, bunu da şu şu sebeplere dayandırıyorsunuz. Oysa işin bir de bu bu boyutu var. O zaman da mesele şöyle şöyle olmuyor mu? O vakit de o değil bu kazanır vs…
Hoşça kalın
Orkun Çolakoğlu”
“Merhaba Sayın Çolakoğlu, idare ediyoruz sağolun, sizi sormalı.
Tamam da, onu derken işin bu tarafını hesaba katmayı ihmal etmişsiniz vır vır vır… Orası öyle olunca da bunlar yine savunmaya ağırlık verip onları yener, öyle değil mi?
Saygılar, iyi günler.
Batuğ Evcimen”
“Sayın Batuğ Evcimen, iyi günler, nasılsınız? Yazı gecikti yine, sağlığınız yerinde mi?
Sizi anlıyorum, ama ben yine de şu şu şartlar altında Phil Jackson’ın bunları bunları deneyip Shaq’la Kobe’den maksimum playoff performansı alabileceğine inanıyorum. Geçmişteki başarıları bunun örneğidir falan filan…
Sevgi ve saygılarımla
Orkun Çolakoğlu”
“Sevgili Orkun Çolakoğlu, mazotu fazla kaçırmışım, anca kendime geldim, yazıyı birazdan yazıp yollayacağım. Bu arada son mesajında o dediğin tamam da, sakatlıkları hesaba katmıyorsun. Bak biz de 20 yıldır kafa patlatıyoruz bu işe, o senin dediğinin benzeri bi defa 1988’de olmuştu ama sonra 1995’te de bu defa tersi olmuştu cart curt bır bır bır…
Kendine iyi bak, hoşça kal
Batuğ”
“Sevgili Batuğ abi, son yazını okudum. Yine uzun uzun döşenmişsin, eline sağlık. Yazın her zamanki gibi hoşuma gitti, çoğu yerine katılıyorum fakat aklıma takılan birkaç nokta var: Şurda bi de şurda, bilmemne takımı bu gidişle zor playoff yapar, demişsin. Oysa önceki yazında aksini ileri sürmüş, benimle yazışmalarında da bana şu şu şekilde cevap vermiştin vs. vs…
Kolay gelsin, görüşmek üzere
Orkun”
“Kıymetli bilâderim Orkun, yazıyı beğendiğine sevindim. Haklısın, seninle mütalaamız sonucunda konuyu tekrar düşündüm ve öne sürdüğün ihtimalin ihmal edilemeyeceğine inandım. Akıllı adamsın, kafan iyi basıyor bu işe. Yine de o takımın yaş ortalamasını hesaba katınca iş benim dediğime gelecektir… Bu arada nasılsın, iyi misin, okul nasıl gidiyor? Bir ara görüşelim de tanışalım.
Hadi eyvallah
bat”
* * *
nethaber işi birkaç ay sürdü, belki üç belki dört, bilemiyorum. nasıl bittiğiniyse gayet net hatırlıyorum. martın 28’iydi, bir salı…
sezonun son üç haftasına girilmişti. knicks’in playoff’a kapağı atıp atmayacağı kalan maçlara bağlıydı. takım deplasman turluyordu, sırada da dönemin güçlü ekibi kings vardı. haftalık yazıyı bir gün geciktirmiştim. sabahın köründeki knicks@sacramento maçını seyredip uyumadan kuştepe’ye gidecek ve erkenden yazıp yollayacaktım. biraz zor olacaktı zira makul bir saatte yatıp maça kadar uyuyacağıma, sabaha kadar içerek beklemeyi tercih etmiştim. buna niyetlenip sızarak maç kaçırdığım çoktu ama bu kez iş başkaydı.
enbiey tv karşısında ayılıp bayılarak takıldım, güneş doğduktan sonra birayı kestim ve kahve yaptım. buket’in evindeki içkilerin çoğunu içip bitirdiğim için, kahveye koyacak rom, viski, kanyak, hatta votka dahi kalmamıştı. köşede durup duran altın likörünü alıp kahveye ekledim. güzel kokuyordu, içinde altın parçaları yüzüyordu. içerken yuttum onları. bundan iki tane daha içtim ve maç başladı.
oyun çekişmeliydi. sonuna kadar kafa kafaya gitti. kings neredeyse alıyordu. bitmek üzereyken kurt thomas mucizevi biçimde sıfırdan üçlük soktu ve 48 dakika berabere tamamlandı. heyecanlıydım, çok da zevklenmiştim. kim uzatma sevmez ki? bir sigara yaktım, kahveyi tazeledim, içine alkollü altını döktüm, koltukta kelebek’le memiş’in arasına yerleştim.
maç tekrar başladı. güneş iyice yükselmişti. buket birazdan uyanırdı. knicks maçı alırsa ne yazarım, kaybederse ne yazarım, diye düşünerek uzatmayı izlemeye koyuldum. kings ağır yüklenmişti, iş zor görünüyordu. derken takım sprewell’le fast-break atarken, tak! yayın kesildi.
“n’oluyo lan!” diye ayaklandım. kediler de fırladı.
kahve koltuğa dökülmüştü. her boka maydanoz kelebek yanaşıp kokladı, sonra da lekenin içindeki altın parçalarını yalamaya başladı. tv’ye bakakalmıştım, mavi zemin üzerinde dicitürk amblemi… öylece durdum. yandan perdeye vuran güneşin parlaklığı gözümü aldı, saati arandım. 8 olmuştu. vaziyeti çaktım.
o zamanlar enbiey tv’nin günlük yayını 12 saatti. akşam 9’da başlayıp önceki günün maçının tekrarını, bir de greatest game verir, sonra bir canlı maç yayınlar, boşlukları nba action’la filan doldurup sabah 9’da kapanırdı. dicitürk’le anlaşma böyleydi. normalde bunda bir sorun yoktu. batı maçı olsa dahi, sabah 9’a kadar mutlaka bitiyordu. fakat o gün farklıydı. çünkü tam da, mart-nisan geçişindeki, abd’nin yaz saatine bizden önce başladığı ve aradaki farkın bir saat arttığı iki haftalık dönemin ilk günündeydik. kaliforniya ile saat farkımız iki hafta boyunca artık 10 değil, 11’di.
işte bu sebeple, dicitürk’ün bu işlere bakan dallaması da enbiey tv türkiye yayınını o günden itibaren akşam 8-sabah 8’e almıştı. yahut belki de yayın abd’den öyle geldi ve hıyarlar işe uyanamadı. neticede, 5:30’da başlayan maç uzatmaya gidince iki buçuk saatte bitmemişti. 8’de enbiey tv’nin 12 saati dolunca yayın da otomatik olarak kesilmişti.
bu salaklığa öfkelenmiştim. sabaha dek sızmadan dayan, üç saat maç seyret, notlar al, playoffa kalma savaşı veren takımın göt zoruyla işi uzatmaya götürsün ve düşüncesiz aptalın teki yüzünden oyunun en heyecanlı yerinde yayın gitsin, sik gibi ortada kal! bu işin sorumlusu her kimse, muhtemelen osura osura uyuyordu o anda.
dicitürk’e birkaç telefon ettim, bir-iki kişiye ulaştım, neden bahsettiğimi bile anlamadılar. zaten yapacakları birşey yoktu ama “pardon” demek de gelmedi akıllarına. küfredip kapattım.
buket zırıltıma uyanmıştı, şaşkındı. basketle ilgili bir halta sinirlendiğimi anladı. mahmur bir gülüşle sordu:
— n’oluyo oğlum sabah sabah? maçı mı kaybettiniz?
ona baktım; üstünde sadece uzun ince bir tişört vardı. iştah açıcı görünüyordu. sabah postasını severdim ama dicitürk’ün enayiliği aklımdan çıkmıyordu, üstelik maçın sonucunu da merak ediyordum. yanaşıp öptüm onu ve pantolonu giymeye koyuldum.
— kaçıyorum ben güzelim. derhal bir yazı yazmam lâzım. akşamüstü top var, sonra ararım. kaktüs’te buluşuruz belki.
— iyi iyi hadi bakalım. leş gibi kokuyosun yine. uyumadan içtin mi bu saate kadar?
— gayet ayığım ben yavru. öfkemi kaybetmek istemiyorum çünkü yazıya boşaltacağım.
sonra eyvallah deyip savuştum. külüstüre atlayıp hızla kuştepe’ye vardım. masama geçip önce skoru öğrendim. kaybetmişti knicks, uzatma 14-7 bitmişti. öfkem biraz daha kaşındı, kahve alıp masanın çekmecesindeki mataradan kanyak ilâve ettim, sonra da oturup bar bar bir yazı döşendim. “bu ne rezalet! yayıncılık böyle mi olur? en basit hesabı yapamıyor musunuz, salak mısınız, geri zekalı mısınız? elinize yüzünüze bulaştırdınız, hay ben sizin kalıbınıza tüküreyim!” mealinde akıp gidiyordu. bunun yayınlanacağı süperonlayn sitesi ile dicitürk’ün aynı gruba ait olduğu biliniyordu ama bu beni pek frenlememişti. yazarken kendimi frenlemem. birkaç sayfa doldurdum ve yolladım nethaber’e, gitti.
iki gün sonra akşama doğru cihaz başında vgm’e takılırken orkun’dan mesaj geldi:
“abi selam, senin nethaber’deki yazıyı sansürlediler, haberin var mı? ben salı öğleden sonra okumuştum. demin bir kere daha baktım, dicitürk’ün ağzına sıçtığın bölümleri çıkarmışlar.”
hemen kontrol ettim, yazının yarısını atmışlardı. ayazda kalmış çük gibi olmuştu yazı. nethaber’e mesaj attım, “madem öyle, hepsini kaldırın” dedim. süperonlayn, dicitürk, akşam gazetesi, şov tv, yapı kredi, türksel… hepsiyle birden uğraşacak halim yoktu. basketbola konsantre olmaya çalışıyordum ben, vahşi kapitalizme değil. ama onun da sırası gelirdi elbet.
geniş çerçevedeki enbiey yazarlığım, çukurova holding şirketler grubunun sansürüne uğramıştı. çok da sikimdeydi sanki. oturup yazmama engel olamazlardı nasılsa. yazılar okuyucularını bulurdu.
* * *
playofflar başladı, knicks sondan girip ilk turda toronto’ya 3-2 elendi. takım batıyordu. lakers da ikinci şampiyonluğa gidiyordu. istifimi bozmadım ve haftalık yazılara devam ettim. her seferinde sekiz-on sayfa doldurup word belgesi halinde e-postaya iliştiriyor, nethaber’den takipçim olan, yazışıp durduğum 30-40 kişiye postalıyordum. bir çeşit e-bülten. neyse ne, sorun değildi. ben oturur yazardım. kim nasıl okursa okurdu.
üç-beş hafta kadar böyle devam etti. yazdıklarım hakkında e-posta üzerinden tartışmalarımız, fikir alışverişimiz sürüyordu. orkun’la herhalde vgm geyiğine filan da geçmiştik, hemen her gün yazışıyorduk. bir gün şöyle bir mesaj gönderdi bana:
“abicim, senin yazıları okumak isteyen bir ton adam var. biz elimizden geldiğince e-mail olarak yayıyoruz ama o şekilde dolaşması vakit alıyor, üstünden gün geçiyor, yazı eskiyor. sen bir site açsan, yazıp oraya koysan. biz de kolaylarız hem. konuştum arkadaşlarla, öyle bişey olursa seve seve yazı gönderecek olanlar var. ben de yazarım. ne dersin?”
olabilir, diye düşündüm. bu gençler sağlama benziyordu. bir süredir medyakronik odasında da değildim. kampüsün hemen dışında, üniversitenin internet sitelerinin yapıldığı iki katlı binaya geçmiştim. burayı nevzat abi yönetiyordu. yeni asır’da beni işe aldığından beri 14 yıldır abilik ediyor, götümü kolluyordu. bakü’de de beraberdik. şimdiyse masamın taşınmış olduğu bu servisi yönetiyordu. benim tam aksime, işten asla kaçmayan, telaşlı, titiz, sorumluluk sahibi, yufka yürekli bir adamdı. destek verirse bu iş olurdu. durumu anlattım.
— valla bence iyi fikir betmen, dedi nevzat abi, oğuz’la konuş, okey desin hemen başlatırız. gel yemeğe kaçalım, sonra uğrarsın. sabah odasındaydı.
— hm, burdaysa ben direkt gideyim abi. kantinde bulurum seni.
ana binaya geçip rektörlük katına çıktım. oğuz’un yanında birileri vardı. kahve-sigara içip on dakika sekreterlerle fingirdedim. birazdan kapı açıldı, birileri çıkıp gitti. odaya daldım.
kafası çok meşgul değilse beni gördüğüne sevinirdi oğuz. benden beş yaş genç görünen suratıyla sırıtıp hal-hatır sordu.
— iyi, dedim, bildiğin gibi… senden birşey isteyeceğim.
— anlat bakalım…
— benim enbiey yazıları var ya, e-postayla yollayıp duruyorum hani…
— evet abi, geliyo da, bakamıyorum pek.
— biliyorum abi, siktiret, diyeceğim başka. müdâvim gençler diyor ki, abi bi site aç da oraya koy, rahat rahat okuyalım… biz de yazarız, diyorlar.
— e ne güzel işte!
— yapayım mı yani?
oğuz başını cam masasından kaldırıp bana baktı. benden daha ötesini görüyor gibiydi. onunlayken bazen bu hisse kapılırdım.
— n’aparsan yap abi, dedi.
bir talepte bulunmuş olduğum için biraz açıklama ihtiyacı hissettim:
— o zaman okulun sörvırında biraz yer ayırmak gerekecek. sorun olur mu bilmiyorum… tabii benim de biraz bu işe vakit ayırmam lâzım.
önüne dönmüştü, tekrar başını kaldırıp baktı, gülümsedi ve yüzü aydınlandı. gevezeliği kestim, o da konuştu:
— canının istediğini yap.
* * *
sitenin hikayesi işte böyle başladı. bu hikaye de burada bitti.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane