Sadece Türk insanına mı özel bilmiyorum ama küfrederek övme diye bir şey var hakikaten. “Sevdiğimden lan, vallahi” diye kırgınlığını alırız sevdiğimiz, bildiğimiz insanın, velâkin sadece ekranda gördüğümüz, yahut videolarını seyrettiğimiz insanları her seferinde küfrederek övmeye devam ederiz.
2008 yazına rastlar Yann Tiersen ile tanışmam. Teyze kızının düğün hazırlıkları çerçevesinde “Hangi müzikle çıksak acaba ya?” sorularına gelen cevaplardan biriydi Amelie Poulain’in ana teması. O dönemde kızlar o temayı telefon müziği yapıp kendilerini Amelie zannediyorlar mıydı, bakın ona hiç dikkat etmemişim. Zaten iyi ki etmemişim, yoksa nefret edebilirdim şarkıdan daha ilgimin kuluçka safhasında. Teyze kızının “Şöyle de bir şarkı var bak” diye çıkıp gelen bir arkadaşının CD’yi müzikçalara koymasıyla başlayan o müzik, ‘ohannes’ etkisi yaratmıştı, çok net hatırlıyorum. Hülyalara, derin hayallere daldım, herifin yanına koşup müzisyenin ismini istedim.
“Yann Tiersen.”
Eve döndüğümde kafamda sadece adamın diskografisini indirmek vardı. “Tiersen… Tiersen… Danimarkalı herhalde. Yaz, Jan Tiersen” akıl yürütmesinin sonuç vermemesiyle yaşadığım hayal kırıklığını ne siz sorun, ne ben anlatayım. Sonra buldum kendisini, Yann’mış meğer, lakin bulmaz olaydım.
Post-modern klasiğin, yahut yeni deyişle “neo-klasik” müziğin uzatmalı prensi, The Tiger Lillies’in yanında tatlısu avant-garde’ı, ana haber bültenlerinin mutluluk çubuğu, Amelie’ye sevimliliğini, Good Bye Lenin’e etkileyiciliğini veren adam, 1970, Brest doğumlu Breton Yann Tiersen’in uysallıktan ergenliğe dönüşünü anlatacağım biraz izninizle.
8-10 yaşlarındayken Brest’te başladığı müzik akademisinde ana-babasına “Sizin oğlan bizi aşar, Nantes’a, Rennes’e falan yollayın, bu çocuğu burada harcarlar matmazel” dendikten sonra Bretonlar diyarından Fransa’nın biraz daha ortalarına doğru başlar yolculuğu. Henüz ergenlik civarındayken post-punk, çingene müziği, klasik müzik, avangartd müzik gibi ayrı ayrı tellerden müzikler dinleyip hepsini özümser Yann Tiersen. Sorulduğunda “Ya kulağıma hoş gelen her türlü müziği dinliyorum aslında” klişesine ne derece girdiği bilinmez, tüm bu harmanın sayesinde bir multi-enstrümantalist (?!) olup çıkar. Keman ve piyano ile başlayan Yann, mandolinden akordeona, oyuncak piyanodan tara kadar her aleti ergenliğin sonuna varmadan öğrenir. Ancak gençlik döneminin en büyük tutkusu, klasik eğitim dolayısıyla zihnine bastırdığı arzusu sonradan, patlayarak çıkacaktır: rock yıldızı olmak.
Her ne kadar ana-babasının isteğiyle, yeteneği doğrultusunda klasik müziğe yönlendirilmiş olsa, ilk işlerinde Frederic Chopin ile Eric Satie arası bir çizgiye bile ulaşsa da, Yann Tiersen hep bir rock yıldızı olmak istedi. Ancak yukarıda da dediğim gibi, klasik müzik eğitimi aldığı için ilk dönemlerinde isteği doğrultusunda değil, eğitimi doğrultusunda yol alır. 1995’te ilk albümü olan La Valse Des Monstres herkes tarafından garipsenir, zira klasik müziğin içine deneysel işler attırmıştır Yann Tiersen. Mandolini arka vokalden alıp grubun solisti haline getirir, oyuncak piyanoya sololar yazar, yahut testereyle minimal klasik müzik yapmaya çalışır. 2001 yılına kadar çıkardığı Rue Des Cascades, Le Phare ve L’absente gibi albümler belirli bir kitle oluşturur kendisine ama asıl ününü Le fabuleux destin d’Amélie Poulain filmi için girdiği stüdyodan çıkartır. Artık tüm dünya tarafından tanınan bir adamdır Yann Tiersen. “E dönüşüm anlatacaktın, müzik dersi sunumuna çevirdin sen?” diyorsunuz şimdi, biliyorum. Ama hikaye zaten burada başlıyor.
2001 yılında gelen “klasik müziğin yeni dehası” unvanıyla “Arif’in Manchester’a attığı golü arıyordum, nereye geldim” psikozuna girer Yann. Zira rockstar olmak isterken klasik müziğin merkezine kaymıştır. 2-3 yıl içerisinde hem röportajlarında, hem de konserlerinde “Millet, ben aslında iyi rock yapıyorum bak” mesajını vermeye çalışarak klasik müzikten sıyrılma işlemini başlatır. Kült olmuş parçalarına gitar soloları atmaya başlar, konserlerinde post rock havası yaratır, piyanoyla çaldığı eserlerinde bile ellerin havaya kalkmasını, tempo tutulmasını ister, sakinliğe tahammülü yoktur… İlk dönemlerinde Brest’te kafelerde çalar Yann Tiersen ara sıra. Akordeonu kapar gider, bir saat çalar, geyik goygoy yapar, evinde döner… İşte o kafe maceralarını bile sertleştirerek “Rakçıyım, herkes bilsin yani” mesajı için elinden geleni yapar, ancak yetmeyecektir.
2005 yılı sonrası stüdyo albümü çıkarmamasının sebebi budur. “Nasıl yapsam da rock’a dönsem, insanları aslında rock yıldızı olduğuma nasıl alıştırsam” soruları içinde bulur kendisini. Dünyanın daha iyi bir yer olması için devrimin gerekliliğini savunan bu adam, kendi devrimi için eski devrimci kafasına sahip babasından fikir almış mıdır bilinmez, yaklaşık üç yıllık bir suskunluk dönemine girer. Sadece rock’a dönmek değildir amacı, aynı zamanda mükemmel bir sert albüm hazırlamak, içindeki ergene “Bak, hayalimizi gerçekleştirdim” demek istiyordur…
Geri dönüşü 2010 yılına rastlar. Filistin gezisinden dönüp, ülkeden çok etkilendiğini, oradaki durumu anlatmak için bir albüm yapacağını açıkladığında “Abooo, acayip dramatik bir albüm geliyor” beklentisi yaratır. Albüm beklenenden çok çok farklıdır, hatta ‘bu ne lan?’dır, zira çok fazla gitar vardır, albüm eskilerinden çok farklıdır, Yann n’apmıştır öyle…
“Ben hiçbir zaman bir klasik besteci olmadım, olamam. Ne buna uygun arka planım var, ne de isteğim. Yaptığım şeyler klasik değil minimalistti, deneyseldi. Beğenildiği için seviniyorum ama asla bir klasik müzik sanatçısı olmadım” açıklaması 2011 yılı başına rastlar. Küçükçiftlik Parı’a gelip, bilinen şarkılarından sadece Sur Le Fil’i çalıp, “bilimkurgusal” yeni müzik tarzıyla aşıklarından “N’aptın Yann?” tepkisini aldıktan birkaç ay sonra yani. Hiç unutmam, büyük ihtimal sadece La Valse de Amelie’yi dinleyen küçük Amelie’cikler “Ay bu ön grup galiba ya… Saat kaç oldu niye çıkmadı bu adaaam?” sorularıyla bayağı bir tepki toplamışlardı çevreden. Velhasıl, değişim başlamış, hatta ilk safhası atlatılmış, insanlar alışmaya başlamıştır artık L’Homme Aux Bras Ballants gibi, Sur Le Fil yahut L’absente gibi şaheserlerin üretilmeyeceğine…
Geçtiğimiz sene çıkardığı Skyline albümüyle de tamamlamıştır artık değişimini Yann Tiersen. Hayranlarınca iyice “WTF?!?!?!” diye karşılanan Skyline, “haunted classical” ve “post rock” terimlerine boğulmuş bir albümdür. Sevimli Charmander’dan, söz dinlemeyen, uçarı Charizard’a dönmüştür Yann Tiersen. 40 yaşına yaklaştığında ergen olmuştur… Belki de herkesin istediği şeyi, “ergenliğinde hayal ettiği şeyi 40’larında yapmak” olgusunu hayata geçirdiği için alkışlanmalıdır da.
“Jan da değilmiş… Yann’ı deneyelim bakayım. Ahana! Buymuş! Diskografiyi hemen indireyim.”
Jan diye bilmeye devam edip bulamayaydım keşke… İki yıl boyunca kendisinden başka hiçbir şey dinleyemedim ilk tanıştığımda… Shuffle’da arka arkaya 15 Yann Tiersen şarkısı geldiğinde n’oluyor demeden dinlemişliğim vardır. Laptop hafızamın 3 GB’ı, müzikçalarımın yüzde 50’si, albüm koleksiyonumun yaklaşık yüzde 25’i kendisine ait olan adamdır Yann Tiersen. Rock’ı geçtim, arabesk rap yapsa da dinlerim. Eminim gerçek Yann Tiersen sevenler de böyle düşünüyordur. Yalnız arada bir akordeon çal Yann… Yine annene küfürler ederek öveyim yaptığın müziği.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane