Skip to content

Dekadanlık: Bir Tanzimat Zıtlaşması

“Yeşil rûya, mai hûlya… Yahu bunların rengi olur mu? Hayale gerçeklik katmak neyin nesidir? Yazılan yazıların, şiirlerin şekline bakınız… Kafiyesiz, ölçüsüz hepsi. Bunların yaratmak istediği edebiyat değil, saçmalık…”

İster Divan Edebiyatı döneminde olsun, isterse Anadolu’nun bağrından kopup gelen koçaklamacı yiğido Aşık Edebiyatı’nda, tartışma Türk Edebiyatı’nın her dönem ana unsurlarından biri olmayı başarmıştır. Zaman zaman eserler üzerinden kavgalar, zaman zaman ekollere çamur atmalar, kimi zamansa meşhur olmak için, sivrilmek için yapılan aykırı açıklamalar…

Sadece bizde mi böyle oldu? Tabii ki hayır. “Shakespeare insan gibi, doğru düzgün, realist yazsın” diyen İngiliz de olmuş, “Erkeğe hallenenden şair olmaz, bunları çoluğumuz çocuğumuz okuyor, Rimbaud adam değil” diyen Fransız da… Tarihin en büyük sanatçıları da, kendi halinde, evinde şiirler yazanlar da tartışmalara çekildi, savunduğu değerler yıkılmaya çalışıldı, horlandı. Bizde bu tip edebi tartışmaların en büyüklerinden biri ise “Dekadanlık” tartışması olmuştur. Fransızların, şiirde Parnasizm ekolüne karşı çıkan aykırılara verdiği ad olan bu kelime, gümrüğümüzden hızlıca geçip Ahmet Midhat Efendi’nin  (Ahmet Mithat diye bilinir, genel bir yanlıştır. O dönemde sanatçıların hepsi adlarındaki “it”i kaldırmak için “id” kullanırlar. “İt” tartışmalarda silah olarak kullanılmasın diye…) eline ulaşmış, Midhat Bey ve taifesinin kendilerinden sonraki nesle, yani Servet-i Fünun sanatçılarına “aykırı, Batı, özellikle de Fransa özentisi, yalaka ve hatta taklitçi” yakıştırmasına dönüştürülerek kullanılmıştır.

Her şey bir gün Ahmet Midhat Efendi’nin bir arkadaşının (kimine göre öyle bir arkadaş yoktur, böyle bir yazı yazabilmek için kendisi uydurmuştur) “Yahu dostum, şu yazıya, makaleye bakınız! Bunu anlayabilmek için Türkçe okumalı, Farsça yorumlamalı, Fransızca kurgulamalı!” demesiyle başlar. “Ver bakayım neymiş” diye yazıyı okuyan Ahmet Midhat Efendi, Servet-i Fünun döneminde ortaya çıkan Fransızca-Farsça-Türkçe kırması dille yazılmış, Fransız cümle kurgusu ve edebi şekline sahip yazıya derhal misilleme yapar. Dekadanlık tartışmasını başlatan yazı, Sabah Gazetesi’nde yayımlanır.

“Ben mi anlamaz oldum, yoksa bu yeni nesil derdini anlatamıyor mu?” girişiyle başladığı yazıda Servet-i Fünun şair ve yazarlarını halka ve Türkçe’ye ihanetle suçlar, “Nasıl ki bir İngiliz Shakespeare’i, nasıl ki bir Fransız Victor Hugo’yu rahatlıkla anlar, bizim yazdıklarımız da herkes tarafından anlaşılmak zorundadır. Paris’te üç-beş tane genç türemiş, şimdiye kadarki edebi değerleri hiçe sayıp aykırı şiirler yazıyor, kendilerine “avam” demek yerine ‘Décadent’ diyor, bizimkiler de Fransız ne yapsa iyidir diyerek onu taklit ediyor”a getirir söylevini. Taklitçilik, o dönemde yapılabilecek en ağır suçlamalardan biridir, Edebiyat-ı Cedideciler özentilikle, avamlıkla suçlanmaktadır… E tabii bu serttir, karşılık alacaktır.

Ahmet Midhat Efendi’nin yazısı doğal olarak büyük bir yankı uyandırır. Süleyman Nesip Efendi’den Mehmet Rıfat’a, Tevfik Fikret’ten Cenap Şahabettin’e… Bir nevi iki adet Los Galacticos oluşmaktadır dekadan tabirinin iki cephesinde, birinde Ahmet Midhat üstadın yanındaki eskiciler, diğer tarafta başını Fikret’in çektiği Edebiyat-ı Cedideciler.

Özellikle yöneltilen “şekilde Fransız taklidi, dilde Batı özentisi, anlamsız, aykırı, gereksiz şiirler yazıyorlar” suçlamasıyla birlikte isim verilmeden iğneleme yazıları yazılır tartışmanın harlanma döneminde. Kimisi Midhat’ın müridi, Sultani’nin en eski kafalı hocası Muallim Naci’yi isim vermeden “Ah! Batı’nın ne olduğunu bilmeyenler fikir sahibi oluyorlar” diye eleştirir, kimisi eleştirini dozunu -yine isim vermeden- kaçırıp “Mention’sız” laf sokar diğerine.

Edebiyat neredeyse sadece tartışma edebiyatı olacaktır artık aşağı yukarı 4 sene boyunca. Şiirlerin, hikayelerin veyahut makalelerin yerini bolca tarizli, yer yer sinkafa kaçan eleştiri yazıları, iğnelemeler, absürd, başkarakterini yazarın laf atmak istediği kişinin oynadığı dalga amaçlı hikayeler yazılmaya başlamıştır. İşin ilginci, 22 Mart 1897’de, Sabah Gazetesi’ndeki yazıyla başlayıp, küllerinden doğarak 1901 yılına kadar süren tartışmada taraflar sürekli “Münazara-Düello” benzeri bir kavramın içine çekilmeye çalışılmış, ama hiçbiri birebir, yahut topluca, halk önünde tartışmak istememiş, kaçınmıştır. Ya gazeteleri kullanmışlardır fikirlerini savunmak için, yahut bağımsız makalelerini.

Böyle bir tartışmanın asıl çıkma sebebi fikirdir şüphesiz. Namk Kemal ve Şinasi ile başlayan dilde sadeleşme çabalarının böyle yerle yeksan edilmesi, şeklin bozulması, halk için yapılan edebiyatın sanat için yapılmaya başlanmasıyla tüm uğraşları hiçe sayılan Tanzimat tayfasının sert açıklamaları yerindedir, belki kendilerince haklıdırlar da, şiiri şiir yapan duyguların öznelliğine karşı çıkmaları… Biraz garip hakikaten ne diyeyim…

Sonra bir sürü saçma sapan Diego1 ürer. O zaman kadar hiç tanınmamış, yazılarıyla hiçbir şekilde ön plana çıkamamış adamlar saçma sapan tarizlerle gelirler, laf atarlar, eskiyi överler. Onların en önemlisi, hatta tartışmanın bitmesine sebep olan adam da denebilir bir yerde, İbnürrıfat Samih’tir. O döneme kadar hiç bilinmeyen, sadece birkaç şiir ve denemeye sahip olan bu yazar, Cenap’ın şiirlerinin tamamını Fransız şairlerden çevirdiğini, aslında bütün Servet-i Fünun yazarlarının kendilerine özgü eserler yerine Fransızca’dan çeviri yaptığını yazar. Önceleri tartışmada yeni bir kapı açıldı diye düşünülür ama “Samih’teki inanılmaz mantık hatası”nı Fikret gözden kaçırmayacaktır…

“Siz Samih Beyefendi, rica ederim, bunu siz mi buldunuz? Fransızca bilmeyen, Avrupa kültürüne uzak olan siz?” diye başlayan bir yazı kaleme alan Fikret, acımasız olacaktır. Edebi eleştirilerin sadece edebiyata, kültüre, dillere hakim olan insanlar tarafından yapılması gerektiğini, Ahmet Midhat Efendi’den yüz bulan “esas garabetlerin” saçma sapan yazılarla tartışmayı bambaşka bir yere çektiğini yazar Fikret. Yani esas cevap Ahmet Midhat’a verilmektedir, yoksa İbnürrıfat Sanih’in durumu “bizde çok sakat var”2 durumudur.

Tartışma, özellikle Ahmet Midhat Efendi’nin “Yahu iyice sertleşti bu iş, normal eser üretilmiyor, ben böyle bir şey kastetmemiş, istememiştim” geri adımıyla birlikte tıkanır. Özellikle işin içine küfrün ve saygısızlığın ve tabii gereksiz insanların girmesiyle o monokl takan saygın adamlar gitmiş, yerine mahalle delikanlıları gelmiştir. Ahmet Midhat her ne kadar ısrarla yeni edebiyatın garabet olduğunu söylemeye devam etse de, tartışmadan büyük ölçüde elini eteğini çeker. Zaten onun gidişi de, bir nevi tartışmanın bitişi demektir.

Servet-i Fünun, yahut Edebiyat-ı Cedide, bu tartışmanın etkisiyle her daim aykırı, taklitçi ve Batı özentisi olarak kalmıştır insanların aklında. Halbuki savundukları şey sadece sanatın kişiselliği ve muhteremliğiydi. Kendilerinden sonra gelen Fecr-i Ati’ciler de anlaşılamamış, onlar da Milli Edebiyat’a geçiş dönemiyle çakışmış, tartışmalar onları da bitirmiştir.

Tartışmalar Edebiyat-ı Cedide ve Fecr-i Ati sanatçılarını edebiyata, daha ziyade insanlara küstürmüştür, orası kesin. Batı’da eğitim almış, Fransızca’ya hakim, Avrupai yaşayan adamların sade, basit bir dille hislerini anlatması mümkün değildi, olmadı. Kendi ülkelerinde ecnebi yaftası ise ağır oldu, ki onları edebiyata küstüren de esasen buydu…

“Ben de müslüman anadan, babadan doğdum, kendi evimde, yurdumda ecnebi sıfatını taşımak öyle mi? İllallah, artık illallah! Dekadan? Peki. Cühela? Peki. Garabet? Ona da peki. Şimdi sıra asarıma şapka giydirmekte mi? İllallah!”

Kaynak: Bir Tartışmanın Hikayesi – Fazıl Gökçek (okuyunuz)

  1. http://www.itusozluk.com/gorseller/facebook+ta+k%FDz+resimlerine+yorum+yazan+abazan/34683  []
  2. http://www.youtube.com/watch?v=A9B3TbWUgGE  []