Tanıdık bir hikaye kalıbıyla başlayalım. Liverpool en son bir lig maçında yedi gol birden yediğinde (1963) henüz Jürgen Klopp doğmamıştı. Bir önceki yılın İngiltere şampiyonunun kalesinde yedi gol gördüğü son maç ise (1953) bundan bir on sene daha eskiydi.
Eşi görülmemiş (İng. unprecedented) zamanlarda yaşıyoruz ya da öyle olduğu söyleniyor. Diğer yandan geride kalan on yıllık süreçte bu tarz alışılmadık skorların bazen geri dönüşler bazense büyük hezimetler biçiminde daha sık yaşanmaya başladığından ve iyiden iyiye normalleştiğinden söz edilebilir. Bu durum bir kez tanımlandıktan veya yeni bir mesele olarak ortaya atıldıktan sonra da açıklama arayışları doğuyor elbette.
Bu yılın başlarında, savunma futbolunun neden ortadan kayboluyor olduğuna dair 2018 tarihli bir Michael Cox yazısı çevirmiştim. Ama Liverpool’un mağlubiyetini bunun gibi büyük trendler yerine bazı özel nedenlerle açıklamanın daha isabetli olacağını zannediyorum.
Arka plan: Ölçülebilir Risk
Maçın tekrarını bir Sky Sports yayınından izledim. Yorumcu Jamie Carragher, Liverpool’un sahadaki durumunu açıklarken kendine atıf yapar bir tavır takınıyordu; bu durum dikkatimi çekti. Bunu şu yüzden anlatıyorum: Maçın öncesinde konuşulanlara dair kafamda bir şeyler birikmesi maçı izledikten sonra oldu, esasında bu fikirlere sahip olarak izlemeye oturmuş değildim.
Jamie Carragher’ın kullandığı tabir ölçülebilir riskti (İng. calculated risk). Carragher, Sky Sports’un ağırlıklı olarak futbol taktikleri konuşulan programı Monday Night Football’un analistlerinden biri olarak görev yapıyor. Bu tabiri, Aston Villa maçının bir hafta öncesindeki son bölümde kamuoyunun gündemine getirmiş. O bölüm, bu yazıyı okuyorsanız büyük ihtimalle karşınıza bir şekilde çıkmış olan Roy Keane – Jürgen Klopp ‘atışma’sının yaşandığı bölüm.
Aslında geri dönüp kesitin tamamını izleyince ortada hemen hemen sıradan bir durum olduğu, hatta aşırı reaksiyon verenin belki de Klopp olabileceği görülüyor. Böyle bir çıkış yapması, o esnada maçın sıcaklığını hâlâ koruyor olmasıyla ve sivri dilli Keane’in eski kafalılığının kötü bir üne dönüşmesiyle ilişkili olsa gerek. Nitekim Keane’in üzerinde durduğu konu, Carragher’ın anlattığından çok da farklı durmuyor. İşte aralarında geçen diyalog:
Jürgen Klopp: Bugün dağınık (İng. sloppy) bir performans sergilediğimizi söyleyebilir misiniz? Doğru duyduğumdan emin değilim, belki de başka bir maçtan bahsediyordu; çünkü o, bu maç olamaz. Kusura bakmayın ama bu maça dair inanılmaz bir ifade bu.
(Klopp’un açıklaması sürüyor)
Roy Keane: Liverpool’un ‘dağınık’ gözüktüğü bazı anlar olduğunu ama takımınızın olağanüstü oynadığını söyledim. Kulübe tamamıyla övgüde bulunuyordum, bu yüzden beni doğru anladığınızdan emin değilim.
JK: ‘Dağınık’ kelimesini duydum, hepsi bu, bu yüzden yanlış maçı izliyor olabileceğinizi düşündüm.
RK: Tamamını izlemelisiniz.
JK: Tekrar izleyeceğim, yüzde yüz.1
Diğer yandan ölçülebilir risk, dağınıktan daha kurumsal; muhtemelen daha fazla saygınlık uyandıran bir ifade. Carragher, dünyanın diğer önde gelen kulüpleri gibi Liverpool’un da rakiplerini son derece önde karşıladığından, hatta bu stratejiyi en başarılı uygulayan kulüplerden biri olduğundan söz ediyor ama bununla beraber bu oyun biçiminin savunma arkasında zaman zaman önemli boşluklar yarattığının da altını çiziyor. Liverpool’un bu tip boşluklar verme ya da Keane’in ifadesiyle zaman zaman dağınık gözükme pahasına oyun biçiminden vazgeçmemesini ise ölçülebilir bir risk alma olarak tanımlıyor. “Başıma neler gelebileceğini biliyorum, ama buna değer!” demek gibi. Carragher’ın kendi Twitter hesabından paylaştığı o kesite altyazı ekledim, işte aşağıda.
Peki bu arka plan hikayesinin ne önemi var? Futbol taktikleri tarihi yazarı Jonathan Wilson, The Guardian‘daki köşesinde Keane – Klopp atışmasını tarihsel bir yaklaşım içinde değerlendirdi. Wilson, Ferguson’ın son dönemlerinde Manchester United’ın çok daha az risk alan, az gol yiyen bir takıma evrildiğinden söz ediyor ve iki yaklaşımdan birinin diğerinden üstün olmadığı şerhini de düşerek Keane’in o dönemlere ait olan futbol felsefesi ile Klopp arasındaki farkın futbolun ne yöne doğru gittiğinin bir göstergesi olduğu tespitinde bulunuyordu. Burada küçük bir ekleme: Liverpool’un seneler içinde Premier League’in en güçlü takımı hâline dönüşmesi de aslında Keane’in sözünü ettiği dağınık anları törpülemesi ve başlangıçtaki eğlenceli oyundan sıkıcı bir oyuna geçmesi ile mümkün oldu. Wilson’ın yazısı ise şu şekilde bitiyordu: “Belki de Keane’in kaygıları haklı çıkar ve Liverpool’un açık oyunu onlara önemli bir maça mal olur. Ama işte bu da modern futbol.”
Bu maçın ne ölçüde eşi görülmemiş olduğunu anlayabilmek için maçın öncesine ve Liverpool’un genel durumuna dair bir panorama çizebilmem gerekir diye düşünüyordum. Böyle bakınca, 7-2 belki de o denli büyük bir sürpriz değildir ve açıklaması nispeten daha kolay olabilir. Daha öncesinde Liverpool’un yüksek riskli oyununa dair en iyilerden birkaç örnek gördüysek işte bu da aynı oyunun sınırlarına dair aksi yönde bir başka örnek.
Aston Villa’nın payı: Korunan alışkanlıklar, yerinde eklemeler
Favoriler beklenmedik sonuçlar aldığında genellikle mesele büyük oranda favorilerin perspektifinden değerlendirilir. Bu skorun ortaya çıkışında Aston Villa’ya ait özellikler ne kadar etkili olmuş olabilir? Kendimi taraftarı olarak tanımlayabileceğim iki kulüpten biri olması sebebiyle meselenin bu kısmına biraz daha hakimim.
Villa’nın önceki maçlarına nazaran tek kayda değer değişikliği, takımla ilk resmi maçına çıkan Ross Barkley’di. Bunu şu yüzden söylüyorum: Bazen ağır favori rakiplere karşı oynarken takım şeklinizde ya da oyuncu tercihlerinde kritik değişiklikler yaparsınız; bu, öyle değildi. Villa ligdeki ilk iki maçına aynı ilk 11’le çıkmıştı, bu sefer de yalnızca Hourihane’in yerine Barkley girdi. Barkley’nin varlığı, diğer oyuncuların rollerinde bazı ufak değişikliklere sebep olmuş gözüktü ve hatta bu ufak değişikliklerin Liverpool’a baş belası olma hususunda da son derece önemli olduğundan bahsedilebilir. Ama yine de bu maça özel yapılmış bir düzenlemenin söz konusu olmadığını düşünüyorum. Benzer saha içi rollerini bir sonraki lig maçında da görebiliriz.
Aston Villa’nın omurgası bundan üç sezon önce Steve Bruce döneminde şekillenmeye başladı. O dönemde Championship’te yer alan takım, zorluk derecesi yüksek maçlarda savunma önünde Jedinak veya Whelan gibi veteran kesicileri kullanıyor; zaman zaman da Bjarnason gibi farklı pozisyonların oyuncularını tercih ederek bazı arayışlar içinde olduğunu gösteriyordu. Sorunlu altı numaranın önündeki iki iç oyuncusu nispeten netti; golcü bir forvet arkası olarak transfer edilen Hourihane ve önceki yıllarda çoğunlukla sol kenar oyuncusu olarak değerlendirilen Grealish. Villa, Bruce döneminde ligin geri kalanına kıyasla teknik kalitesi yüksek fakat bununla beraber topu kaptırdığı vakit çok da hızlı biçimde kazanma arayışında olmayan bir takımdı. Bu durumda Bruce’un kendi oyun tercihi kadar yaş ortalaması yüksek Villa kadrosunun eforlu bir oyunu oynayacak dinamizme sahip olmaması da etkiliydi denebilir.
Bir sonraki sezon, takıma yine bir Bruce transferi olarak John McGinn eklendi. Enerjisi ve skorerliği ile hızla ilk 11’in değişmezi hâline gelen McGinn, Grealish’in yanındaki yeri aldı ve Hourihane de geçici bir çözüm olarak sorunlu altı numaraya itildi. Aslında son derece sıkıntılı başlayan bir sezondu ve kulübün ciddi ekonomik problemleri bulunuyordu. Ama bir anda iki güçlü yatırımcının ortaya çıkması ve Bruce’un kötü şekildeki ayrılığının ardından (maç esnasında bir taraftar kendisine lahana fırlatmıştı) Dean Smith’in başa geçişi sonrası, Villa farklı ve ‘modern’ bir kulüp olarak karşımıza çıkmaya başladı. Bu kimliğin sahadaki tezahürü oyunu daha fazla kontrol etmek isteyen, korku hissetmeden oynama iddiasındaki bir takım oldu.
“Dean her maçı kazanmamız gerektiğini düşünüyor. Eğer onlar üç gol atarsa, biz de dört gol atarız diye aklından geçiriyor. Hazır olun beyler, Manchester City deplasmanına gidip 0-0 için oynamayacak. Her maç kazanılmak için var.”
– Aston Villa CEO’su Christian Purlsow, 19-20 sezonu öncesi yaz döneminde
Maceralı geçen o sezonun sonunda Premier League’e geri dönen kulüp, yıllardır kısa vadeli çözümlerle idare eden kadrosunu hemen hemen tamamıyla değiştirerek riskli ve az daha da pahalıya mal olacak bir yeniden yapılanmayla yeni sezona girdi. Tercih edilen açık oyun ile sezon öncesinde ortaya konan iddiaların altının doldurulamayacağının birkaç ay içinde ortaya çıkmasıyla ise çeşitli arayışlar başladı. Grealish’in tekrar sol kenara geçmesi işte bu döneme denk geliyor. Sakatlıkların ve sonrasında da başarısız bir ara transfer döneminin eklendiği kış mevsimi, Villa açısından çok yıpratıcı geçti. Pandemi sebebiyle lige ara verildiğinde 19. sırada yer alan kulüp, özgüvenini ve yönünü kaybetmiş görünüyor; en büyük düşme adaylarından biri olarak öne çıkıyordu.
Ligler yeniden başladıktan sonra dramatik değişim gösteren (iyi veya kötü anlamda) pek çok takım oldu. Son derece iyi bir savunma takımı olarak geri dönen ve ilk haftalardaki oyun anlayışının zıttı istikamette bir gelişim göstererek ligde kalmayı başaran Aston Villa da bu takımlardan biriydi. Villa’nın bu sezona yaptığı güçlü başlangıç eğer bir bağlama oturtulamıyorsa, bunun Jack Grealish’ten ibaret ve hücumla son derece ilgisiz bir takım olarak zihinlerde kodlanmalarıyla ilgisi olsa gerek. Halbuki en sonda gördüğünüz o zayıf takımın başka türlü bir gelişim süreci vardı ve bana göre bu gelişim sürecini bilmek hem o anki zayıf görüntüyü hem de sonrasını (bugünü) açıklayabilmek için şarttı. Kısacası, Arsenal gibi ısrarla geriden pasla çıkma felsefesine sahip olmasa bile Villa da özgüveni fazlasıyla yüksek oyunculardan kurulu ve esasında amiyane tabiriyle oyunu oynamak isteyen bir takım. Bununla beraber hâlâ çok yeni de bir takım ve geçen sezonun gösterdiği üzere ulaşılmak istenen yer öncelikle başka yönde birkaç adım atmayı gerektiriyor.
Pandemi arasının Villa adına en büyük kazançları, ilk 11’deki yerlerini sağlamlaştıran Douglas Luiz ve Ezri Konsa oldu. Öncesinde derinde savunma yapmayı katiyen beceremeyen takım, bu alanda kaydettiği ciddi ilerlemeyi yeni sezona da aynen taşımış ve kaleci ile sağ bek sorunlarını da çözerek istikrarlı bir geri hatta kavuşmuş gözüküyor. Derindeki savunma aksiyonunun ardından hızlıca ve başarılı bir şekilde karşı kaleye gidebilme ise büyük oranda bu sezon edinilmiş bir beceri. Ollie Watkins ve Ross Barkley transferlerinin bu açıdan son derece önemli olduğu açık.
Ross Barkley, A takımın değişmezi olduğu Roberto Martinez döneminde tipik bir on numara olarak öne çıkmıştı. Bir iç oyuncusu olarak becerilerini geliştirmesi ise muhtemelen Maurizio Sarri ile başladı. Barkley, iki yıl önce yaptığı açıklamada İtalyan antrenöre övgülerde bulunmuş ve daha önce böyle antrenmanlar yapmış olsa belki de daha iyi bir futbolcu olabileceğinden bahsetmişti. Villa’nın ilgilendiği bir diğer oyuncunun Ruben Loftus-Cheek olması ve her iki oyuncunun da Chelsea’de genellikle sol iç olarak görev yapması, orta üçlünün artık en zayıf halkası olarak gözüken Hourihane yerine bir transfer düşünüldüğünü gösteriyordu. Barkley’nin Liverpool maçındaki rolü ise bundan farklı oldu.
Takım savunmaya geçtiğinde forvet Watkins ile aynı hatta kalan Barkley, Everton’dakine benzer bir roldeydi. McGinn yine öne doğru çıkışlar yapan oyuncu olsa da bu kez Douglas Luiz’e daha yakın kalıyor ve Villa iki dörtlü blok hâlinde savunuyordu. Sağdaki Trezeguet’nin pandemi arası sonrası gösterdiği çıkışı bu sezon da devam ettirmesi ve bir forvet oyuncusundan ziyade Dirk Kuytvari bir efor gösteren kenar oyuncusuna dönüşmesi; bununla beraber Grealish’in de tipik bir kenar forvetten farklı oluşu, Smith’i kenarları biraz daha orta sahaya yaklaştırıp Barkley’i öne attığı bu doğal çözüme itmiş olabilir. Nitekim takımın şu anki hâlinde ön üçlünün son parçasını Trezeguet’ten ziyade Barkley oluşturuyor. Onun bu serbest rol içinde aldığı pozisyonlar ve kendini sık sık Liverpool’un savunma hattı ile orta sahası arasındaki boşluğa atışı, Villa’nın geliştirdiği hızlı hücumlarda kilit bir rol oynadı. Kısacası, Smith’in Grealish üzerindeki baskıyı azaltacak oyuncu tanımını bir kenar forvet olan Bertrand Traore’den ziyade on numara olarak akıllıca pozisyonlar alan Barkley karşılamış gibi gözüküyor.
Ollie Watkins: Psikolojik Açıdan Pozisyon Değişimi
Aston Villa tarihinin en pahalı transferi olan Ollie Watkins, Dean Smith’in daha önce Brentford’da çalıştığı ve transfer sürecinin uzamasına karşın ısrarla istediği bir oyuncuydu. Fakat Smith dönemini ve esasında bir önceki sezona gelene dek kariyerinin büyük kısmını sol kenarda geçirmişti. Watkins’in bu geçmişiyle ilişkili olarak sıklıkla sola deplase olması ve aynı taraftaki Grealish’le gösterdiği uyum, Liverpool’un sağ stoperi Joe Gomez’in 60 dakikanın sonunda oyundan alınmasına sebep oldu. Maç boyu kritik hatalar yapan 23 yaşındaki savunmacı, özgüvenini yitirmiş görünüyordu.
Liverpool’u mağlup etmek için beklerin arkasına hücum etmeniz gerektiği artık biraz herkesin bildiği bir sır. Villa’nın bu açıdan yeni bir şeyler gösterdiği söylenemez ama Watkins’in çok yönlülüğü ve sürekli oyunun içinde oluşu yine de bahsedilmeye değer bir durum. Bir yandan geleneksel dokuz numaraların son vuruş keskinliğine, diğer yandan kenar oyuncularının bire bir oynama kabiliyetine sahip ve maç içinde sürekli alan değiştirerek boş alanlara doğru koşular gerçekleştiriyor. Belki bir sahte dokuz değil, ama sürekli arayış içinde; yıpratıcı bir forvet.
2006-2018 yılları arasında Exeter City’i çalıştıran ve gerek bu istikrarı gerekse entelektüel görüntüsüyle zaman zaman ulusal medyanın da gündeminde yer alan Paul Tisdale, birlikte çalıştığı Watkins’ten bahsederken ‘psikolojik açıdan pozisyon değişimi’ (İng. psychological repositioning) şeklinde bir ifade kullanıyor. Tisdale, gençliğinde diğer pek çok oyuncu gibi topu ayağına bekleyen biri olan Watkins’in gelişimini oyunu farklı bir şekilde algılayabilmeye başlamasına bağlıyor. İmkanı olanlara tamamını okumalarını önerdiğim o röportajdan kısa bir kesit paylaşarak bu yazının sonuna geliyorum.2
“Ona dedim ki ‘Sadece bunun hakkında düşün, Ollie. Sana pas veren hiç kimse olmasaydı nasıl olurdu? Nasıl hâlâ iyi bir oyun çıkarabilirdin? Oyundan çıkarken seni izleyenlerin vay canına, Ollie Watkins bugün gerçekten de iyi oynadı değil mi demesini nasıl sağlayabilirdin?’
Bir an sessizlik oldu. Kendi kendine bunun mümkün olmadığını düşünüyordu.
Ama mümkün.”
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane