Üzerinden daha fazla zaman geçtiğine yemin edebilirim. Ama hayır, 2019’un Aralık ayının son günleriydi. Bir zamanlar yaşadığı şehre beklenmedik bir ziyaret yapan bir Fransızla buluşmak, birkaç kadeh şarap eşliğinde belki biraz makarna yemek için sözleşmiştik.
Gelgeç biriydi. Karar süreçlerine ihtiyaç duymazdı, hevesler çoğu zaman tek başına yeterliydi. O heveslerden birinin bir sonucu olarak, işte buradaydım, spesifik olmak gerekirse, Moda’da. Bir başkasının sonucu olarak, o sırada Romanya uçuşu için check-in yapmakta olduğunu ise ertesi gün öğrenebilecektim.
Buluşmadan ümidimi kestiğimde rezervasyonumuzu iptal ettim ve Kadıköy Sineması’na doğru yürüdüm. İyi bir film görme hevesiyle.
Hayatımın ilk otuz yılında, Kadıköy Sineması’yla gerçek anlamda bir bağ kurabildiğimi hissetmemiştim. 2019’un Aralık ayının son günlerinde, 20:30 seansında, Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi bunu değiştirdi. İki saat içinde her şey ters yüz olmuştu… Vadedilmiş buluşma, gorgonzola kremalı ev yapımı gnocchi ve geceye dair muhtelif hevesler görünürden kaybolmuş, gömülü oldukları yerden ancak sinemanın çıkarabileceği hisler boşlukları doldurmuştu.
Birkaç hafta sonra, Sight & Sound’un Ocak sayısının sayfalarında başka bir Fransızla buluştuk. Derginin, tehdit altındaki sinema salonlarına dikkat çekmek ve destek olmak için başlattığı “Dream Palaces” köşesinin konuğu, 20:30 seansındaki filmin yönetmeni Celine Sciamma’ydı ve Isabel Stevens’a Cergy’deki ergenlik yıllarında hayal kurmasını sağlayan bir sinemadan bahsetmişti.
Fransızlar, hevesler, kayıplar ve hayaller arasındaki tüm bu kesişmeleri kendi haline bırakmıştım aslında. Tuhaf bir bahar ayının sonunda, Rexx, Atlas ve son olarak Beyoğlu Sineması’ndan gelen endişe verici haberler üzerine buraya bir not düşmek istedim.
#Sayenizde projesiyle Beyoğlu Sineması’na destek vermek için: TIK!
“Sinemayı yaşamımın merkezine yerleştirmeye karar verdiğimde on üç yaşındaydım ve muhtemelen ömrümün en büyük kriziyle boğuşmaktaydım: ergenlik.
Ailemizde tevarüs eden büyük bir sinema kültürü vardı; en başta da beni erken yaşlarda tüm o müzikallerle, Fred Astaire ve Cary Grant’le, Amerikan komedileriyle ve klasiklerle tanıştıran büyükannem… On üçüme geldiğimde, çoktan, tüm hayatımı sinema biletlerine yetecek kadar para kazanmak üzere tasarlamıştım.
Şanslıydım, çünkü büyüdüğüm yerde, yani Paris’in kuzeybatı banliyölerinde kurulmuş Cergy adındaki “yeni şehirde” –2007 yılında Naissance des pieuvres’ü de burada çekecektim– müthiş bir gösterim programına sahip bir “arthouse” sinema salonumuz vardı. Bu sinemanın adı Utopia’ydı; sonradan öğrendiğime göre, ilki 1976’da Avignon’da açılmış dokuz bağımsız sinemadan mürekkep bir ağın parçasıydı. Utopia’nın yalnızca beş perdesi vardı ama düzinelerce film gösterirlerdi. Koca bir hafta boyunca aynı filmi döndürüp durmaktansa, her perdede her gün farklı bir gösterim yapmayı tercih ediyorlardı.
Genellikle yeni filmler gösterirlerdi. Ve ben de hepsini izlemek için orada olurdum. Ken Loach filmleriyle bu sinemada tanıştım, Clint Eastwood’un yönettiği Yasak İlişki’yi (The Bridges of Madison County, 1995) burada gördüm. Eski filmleri gösterdikleri de olurdu… Metropolis’i (1927) de ilk kez Utopia’da izlemiştim.
Utopia, kendine özgü bir görselliği olan mekânlardandı: her yer kırmızı kadifeyle kaplıydı ve buna güçlü bir ahşap kokusu eşlik ederdi. Gerçekten bir sinema salonunda olduğunu hissederdin. Gerçekten özel hissederdin.
Haftada üç filme gidecek kadar cep harçlığı çıkarabilmeye başlamıştım. O günlerde tek tabancaydım ama sinema salonundayken yalnızlığımı daha az hissediyordum. Krzysztof Kieslowski’den Üç Renk: Mavi’yi (Trois couleurs: Bleu, 1993) izlediğimde, ilk kez, sinemanın hayatımın tutkusu olacağını duyumsamıştım. İlk kez bir yönetmenin sıradaki filmini bekler olmuştum ve –eğer yanlış hatırlamıyorsam– ilk kez yanımda ailemden biri olmadan sinemaya gidiyordum.
Bu da en az filmler kadar mühimdir; sinemaya nasıl gittiğin, tüm o deneyim… Bisikletimi çıkarıp yola koyulduğumu hatırlıyorum. Yağmurlu bir gündü. Sinema, evimize sekiz kilometre mesafedeydi. Evet, sinemaya ilk kez o gün kendi başıma gittiğimden neredeyse eminim. Bir bakıma, hayatımda ilk kez kimseye ihtiyaç duymadan, kendi başıma bir karar verdiğimi hissetmiştim. Evden çıktığımda yağmur yağıyordu ve üzerimde mavi bir palto vardı. Film ile hayatım arasında bir bağ kurduğumu anımsıyorum. Sinemada yalnızca kendime bir sığınak bulmamıştım, oradaki her şey hayatıma bir şekilde sirayet edecek kadar güçlü görünüyordu.
Paris’te sinemaya gitmeye başlamam, daha ileriki yaşlarıma tekabül ediyor. Cergy, Paris’in merkezine otuz metre uzaklıktadır – yakın olduğunu düşünebilirsiniz ama gençlik yıllarında o işler öyle yürümüyor. Müze ziyaretleri için senede yalnızca iki kez Paris’e gidebiliyordum. Beni ilk defa Latin Mahallesi’ne sürükleyen de, o günlerde hayal kurmamı sağlayan yegâne şey, yani sinema salonları olmuştu. İkiz Tepeler: Ateşte Benimle Yürü’yü (Twin Peaks: Fire Walk with Me, 1992) Latin Mahallesi’ndeki sinemada gördüğümü hatırlıyorum; öncesinde diziyi seyretmemiştim ama fena bir başlangıç değildi. Diziyi seyretmediğim için, Laura’nın babası tarafından tecavüze uğradığını bilmiyordum (spoiler için özür dilerim!) ve ilkin pek bir şey anlamamıştım. Gelgelelim, salondan çıktığım gibi atmosferin değiştiğini hissetmiştim. Sinemanın bu yanını çok önemsiyorum; yaşamlarımızda salt “bir ruhsal konum” olarak var olmamasını, başlı başına bir yaşam biçimi olmasını.
Birkaç hafta önce, Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi’nin (Portrait de la jeune fille en feu, 2019) özel gösterimi için Utopia’daydım. Pek de iç gözlemci biri olduğumu söyleyemem ama o sahneye çıktığımdaki hislerimin gücünü neyle kıyaslayabilirim, bilmiyorum – filmlerimin Cannes’da gösterilmesinden bile öte bir şeydi benim için. Çünkü o salondayken, geçmişimle yan yanayım. Ne kadar yol aldığımı görebiliyorum.”
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane