Bir Lakers taraftarı olmaya başladığımı hissederken beni en çok etkileyen oyuncu Kobe Bryant değildi. Shaquille O’Neal da… Magic Johnson zaten bitmiş gitmişti. Televizyonda haftada bir NBA yayınlanan, internetin dünyayı değiştirmediği günlerdi ve uykuya direnebildiğim ölçüde yakalayabildiğim o tektük yayınlarda en çok izlemek istediğim, Nick Van Exel’ın üçlükleriydi. Evet, Van Exel… Şu sıra Stephen Curry’nin dünya çapında yarattığı etkiyi Van Exel o günlerde benim üzerimde oluşturmuştu. NBA’e ilgim giderek artıyordu, Chicago Bulls’a karşı oynayan tüm takımları tutuyordum ve aralarından birini daimi takımım olarak belirlesem iyi olacaktı ama sırf bunu nihayete erdirmek için Lakers’ı seçmedim. Lakers’ı sevdim işte, bir şekilde.
Kobe’ye sıra daha sonra geldi ve favori oyuncuma dönüşmesi fazla vakit almadı. İtiraf etmem gerekirse, Kobe’nin attığı sayıların ve kahramanlaşarak kazandırdığı maçların beni diğer Lakers oyuncularınınkine göre daha mutlu ettiği bir dönemdi o. Gençlik işte… 2000 final serisinde, ayak bileğindeki sakatlık nedeniyle kaçırdığı üçüncü maçın ertesinde, Shaq’ın 6 faul alıp çıktığı dördüncü maçın uzatmalarında saçmasapan zorlukta atışları sokup maçı tek başına alışı benim için neredeyse şampiyonluktan bile kıymetliydi. Yazıları o günlerde hayatımdaki en büyük keyif olan Batuğ Abi’nin o maç sonrasında yazdıklarını dönüp dönüp okuyordum; Kobe’nin takımın liderine dönüşmeye başladığını söylüyordu. Ertesi sezon Sacramento ve San Antonio serilerindeki inanılmaz performanslarının ardından girilebilecek bir Twitter olsaydı, herhalde takipçilerimin çoğuna yeter dedirtip bloklanırdım. İkinci şampiyonluk iyi güzeldi de, ah be, finalde de aynı çizgide devam edip MVP’yi alsaydı keşke… Allen Iverson’ın en çok konuşulan olmasına biraz bozulmuştum sanki.
Kendime gelmeye bir sonraki sezon 2001-02’yle başlayabildim. Dönüm noktası da herhalde meşhur Sacramento Kings serisiydi. Dönüp bakınca anlıyorum, önceki iki sezona göre pabucun pahalandığını görünce, takımın başarısının daha önemli olduğunu hatırlamıştım. (2000’de, yedi maça giden Portland serisindeki hiçbir maçı izlememiştim. İzlemeyince de aynı gerginliği yaşamıyorsunuz.) Yine de Lakers taraftarlığımın içinde Kobe’ye bir zaafım vardı. 2003’te şampiyonluk serisinin bitişinin sorumlusu olarak gösterilirken ben Shaq’ın formsuzluğuna ve takımın kadro darlığına takılıyordum. 2004’te Gary Payton-Karl Malone’lu kadro finalde Detroit tarafından ezilirken Kobe’nin “satışları” mideme oturdu ama bir yandan da “savunma böyleyken zaten ne olacaktı” diyordum. Haksız değildim, onlar da ciddi problemlerdi ama Kobe’nin kabahatlerini görmezden gelmeye çalışıyordum.
2004 yazında Shaq’ın ve Phil Jackson’ın gidişi, takımın baştan aşağı yenilenmesi ve ertesi sezon play-off dışı kalınması hem beni hem de Kobe’yi biraz daha terbiye etti. Kendi adıma, Lakers’ın yeni bir şampiyonluk kazanmasının uzun vakit almasından korkuyordum ve artık iyiden iyiye takım odaklı düşünmeye başlamıştım. 17’lik Andrew Bynum’ın en ufak olumlu hareketi ya da Lamar Odom’ın dış şut sokması benim için Kobe’nin sayılarından daha değerliydi çünkü Lakers düştüğü yerden çıkacaksa onların da omuz vermesi gerekiyordu.
Yıllar geçip olgunlaştıkça Kobe, sorumlulukları paylaşmaya, arkadaşlarını yukarıya çekmeye ihtiyaç duyduğunu giderek daha iyi idrak etti ve basketbolu daha doğru yorumlamaya başladı ama bu “doğruları” hiçbir zaman, örneğin LeBron James gibi, kendi içine ve oyununa tam olarak işleyemedi. Saha dışında verdiği demeçlerin işaret ettiği basketbol zekasıyla, sahada süper yeteneklerine kapılan ve kendini kaybeden adamın gösterdiği basketbol zekas(ızlığ)ı arasında net bir dengesizlik vardı. Bu yüzden bütün o olağanüstü yeteneklerine rağmen 20 yıllık kariyerindeki tüm sezonlarda şut isabet oranı %47’nin altında kaldı; bu yüzden 2010 final serisinin yedinci maçında 24’te 6 atarak, arkadaşları geri almadan önce şampiyonluğu verdi; bu yüzden kariyerinin finalini %35’le yaptı… Eğer kusursuza yakın basketbol tekniğinin yanına, LeBron James’in topu etrafındakilerle paylaşmaya olan gönüllülüğünü ve savunmanın zayıf noktasına oyunu yönlendirme zekasını koyabilse, bugün belki de onu Michael Jordan’ın da önünde gösteriyorduk. Olmadı, yapamadı.
Jordan demişken, ikisini kıyaslamak elbette kaçınılmazdı, ama farklı jenerasyonlardan, farklı çağlarda oynayan her iki oyuncunun kıyaslaması için olduğu gibi anlamsızdı da. Aralarındaki 15 yaş ve NBA kariyerlerinin başlangıcındaki 12 yıllık fark, hem oyunun oynanışı hem de medya tarafından ele alınışı bakımından ciddi bir fark demekti. Jordan tüm kariyerini alan savunmasının yasak olduğu bir NBA’de, Kobe kariyerinin büyük bölümünü alan savunması izninden sonra oynadı. Jordan’ın kariyeri maç başına yarım üçlük isabetiyle biterken, Kobe’nin sahneden çekildiği bugün üçlük atışların basketbolda edindiği yer ortada. Jordan handcheck izinli savunmalara karşı oynuyordu, Kobe’nin kariyerinin yarısından fazlası yasaktan sonraki döneme geldi. Jordan’ın takım arkadaşlarıyla ilişkisindeki iniş ve çıkışları ve zor karakterinin yarattığı sorunları derleyen “Jordan Rules” isimli kitap yayımlandığında olay olmuş ve yazarı Sam Smith’in kulüple arasının açılmasına sebep vermişti, bugün ise Kobe idmanda Nick Young’a küfür ettiğinde dakikalar sonra Vine halinde Twitter’da görüyoruz. Evet, Jordan’ın 6 şampiyonluğu, 5 MVP ödülü, sayı krallıklarının miktarı, istatistikleri ve diğer hemen hemen tüm bireysel başarıları Kobe’ninkilere üstünlük sağlıyor. Ve Kobe’nin bunlara kafa tutması ancak aklını daha fazla oyununa katmasıyla mümkündü. Yine de farklı evrenlerin çizgi roman kahramanları gibi geliyorlar.
Kobe’yi MJ ile kıyaslamalardan kaçırmak istediğimi zannetmeyin çünkü gelmiş geçmiş en iyi oyuncu olmadığını, hatta gelmiş geçmiş en iyi 10 içindeki yerinin bile sorgulanabileceğini kabulleneli çok oluyor. Birisini kusurlarını görerek de çok sevebilirsiniz; üstelik bu daha saf ve içten bir sevgidir. Kobe’yi epeydir kimseyle kıyaslamaya çalışmıyorum, kıyasladığımda önüne birilerini koymaktan rahatsızlık duymuyorum.
Buna rağmen, bir yandan da keşke aşil kopmasından sonraki halini hiç görmeseydik, keşke kariyerini tam orada sonlandırma kararı alsaydı diye geçiriyorum içimden. Pozisyonunu ona yalakalık yapmaya adamış, berbat bir koçun yönetimindeki berbat bir takımın içerisinde, %35 ile şut atarak, savunmada ayağını çekemeyerek, yanındaki gençlere saha dışını bilmem ama saha içinde destekten ziyade engel oluşturarak değil de, kolu kanadı kırılmış bir takımı play-off’a sokmak için insanüstü bir yük taşırken sakatlandıktan, hatta kopmuş aşil tendonuyla sahaya dönüp son iki serbest atışı sokup oyundan çıktıktan sonra bıraksaydı keşke basketbolu.
Kobe Bryant’sız bir Lakers izlemek, bir zamanlar aklıma geldiğinde içimi ürperten bir düşünceydi. Onun son maçında Staples Center’da bulunmayı ve bunun bir şampiyonluk maçı olmasının hayalini kurardım. İmkanım olsa bugün yine orada olmak isterdim ama şartlarımı zorlama fikrinden bir süre önce vazgeçmiştim. Bugün hissettiğim şeylerin ağızdan çıkan karşılığı şunun gibi bir şey: “Oh be, bitiyor!” Kobe’yi bu halde basketbol oynarken, Lakers’ı da böylesi bir sirk olarak izlemek beni mutlu etmiyor, üzüyordu. Bugün son kez sahaya çıkacak, Byron Scott’ın açıklamalarına bakılırsa 40 dakikaya yakın oynayacak, tuhaf bir durum yaşanmazsa serbest atışlar hariç 25 civarı şut deneyecek, etrafındaki oyuncular yine normal bir basketbol maçı yapmakla Kobe gösterisine malzeme olmak arasındaki çelişkiyi aşmaya çalışırken bocalayacak, zaten daha önce başlayan maçta Houston kazanır ve Utah’ın iddiasını sıfırlarsa ortadaki şey de maçtan başka her şeye benzeyecek ve ondan sonra bu sirk gösterisi nihayet son bulacak. %65’ini kaçırdığı şutlar, zaten düşük seviyede olan akışın tamamen öldüğü hücumlar, salary cap’te kapladığı 25 milyon dolar ve sırf eski takım arkadaşı diye getirilen kuklası Byron Scott’la birlikte…
Bütün o güzel anılar ve kendime çizdiğim yolda bir katkın olduğu için teşekkürler Kobe. Bunca yılda seni biraz tanıdığımı düşünüyorum ve açıkça dillendirmesen de, şu son üç yılın senin de hiç içine sinmediğine eminim.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane