Passolig’e karşı bireysel olarak yürüttüğüm protesto devam ettiğinden sadece yurtdışında futbol maçı izleyebildiğimi yazdığım bir önceki yazıda belirtmiştim. O maç da geçen sezonki Atletico Madrid–Athletic Bilbao maçıydı. Gürcistan’a gerçekleştirdiğim kısa geziden önce o haftasonu Tiflis’te oynanacak maçları kontrol ederken, elbette Vicente Calderon’da gördüklerime yakın bir şeyler beklememem gerektiğini biliyordum. Üstelik Gürcistan’ın en büyük stadının ev sahibi olan ve en başarılı takımı Dinamo Tiflis de deplasmandaydı. Ancak 16 takımlı Umaglesi Liga’nın beşinci haftası geride kaldığında 3 puanla 12. sırada yer alan Lokomotif Tiflis ve 6 puanla 10. sırada bulunan Shuqura Kobuleti’nin maçında gördüklerim, hayal ettiğimden oldukça farklı bir deneyim oldu benim için.
Söz konusu maç, Cuma günü 18:00’deydi. Gün boyu şehri dolaştıktan sonra stadın hemen bitişiğindeki devasa Vake Park’a giden bir otobüsü güç bela bulup (Tiflis’te otobüslerin üzerinde sadece Gürcüce yazılar oluyor) maçın başlamasına 15 dakika kala Mikheil Meskhi’ye ulaştım. Ancak stadın önünde alıştığımız maç ortamıyla alakası olmayan bir manzara vardı. Ne bir kalabalık, ne gürültü, ne takımın formasını, atkısını, ıvır zıvırını satan birileri, ne de turnike tarzı bir giriş kontrol sistemi vardı. Lokomotif her ne kadar komşusu Dinamo gibi şanlı bir geçmişi olmasa da köklü bir takım, daha fazla taraftar olmasını beklerdim. Ancak gördüklerim, futbolla alakalı bir şey giymemiş tek tük taraftarlar, 2-3 satıcı teyze ve kapıda bekleyen iki güvenlik görevlisinden ibaretti. 3 Lari’ye (yaklaşık 4 TL) biletimi alıp girişi geçtim. Stadın kendi girişine kadar olan yokuş aşağı yolu yürürken bilete baktım, saat bölümünde 20:00 yazıyordu. Zaten ortada hiç maç ortamı olmaması, daha ışıkların bile yanmaması beni yeterince şüpheye düşürmüştü, bu yüzden ‘herhalde erken geldim’ diye düşünüp dışarı çıktım. Zaten maçın ilk açıklanan saati 20:00 idi. Emin olmak için kapıdakilere sordum, çat pat İngilizceleri ile bana maçın gerçekten 6’da başlayacağını anlattılar ve kafam karışık bir şekilde yeniden stada yöneldim. Stat girişindeki görevli bileti yırtıp bana tribünümü gösterene kadar maçın başlamak üzere olduğuna ikna olamadım.
Mikheil Meskhi Stadı 27 bin kapasiteli, güzel sayılabilecek bir stadyum. Tiflis’e gitmiş olanlar bilirler, Kura (Mtkvari) Nehri’nin ortasında yer aldığı bir vadiye kurulmuş bir şehir burası ve vadiyi çevreleyen tepeler bir anda yükseldiği için şehir uzun ince bir formda gelişmiş. Stadyum da tam bu tepelerin başladığı bir bölgede ve arkasında çok güzel bir orman manzarası var. Ama stadın ıssızlığı, ormanın ıssızlığını aratmayacak cinstendi açıkçası. Protokol tribünü denilebilecek bölüm dışında stadyum bomboştu. 150 kişi ya var yoktu. Stadın ışıkları maçın başlamasına 5 dakika kala ancak yakıldı.
Dışarıdakiler gibi içeridekilerde de ne bir forma, ne bir bayrak, ne de tezahürat yapma konusunda bir heves görebildim. İnsanlar çekirdek çitleyip sigara içiyorlardı tribünlerde. Neredeyse hepsinde maça yanlışlıkla veya zorla gelmişler gibi bir hava vardı. Derken bir anda bir bağırış duydum. Üzerinde Lokomotif’in tişörtü olan bir adam, var gücüyle bağırıyor, alkış tutuyor, etraftakilerin saklamaya ihtiyaç duymadığı gülümsemelerine aldırmadan adeta kendini yırtıyordu.
Sonra sahaya oyuncular geldi. Yalnızca taraftarı selamlayıp birbirlerine başarı dilemekten ibaret olan seremoninin ardından maç başladı. Çıt çıkmayan tribünlerde yalnızca o abimiz kendini paralarcasına bağırıyordu. Ama her kaybedilen topa, her kaçan pozisyona, her hakem kararına… 10 dakika geçmemişti ki güvenlik görevlileri adama bir şeyler söyledi, kısa bir tartışma yaşandı. Hayatımda ilk kez kendi taraftarını susturmaya çalışan görevliler gördüm. Bilemiyorum tabii, belki adam küfrediyordu, son derece şık giyinmiş kadınların da bulunduğu tribünlerde bir rahatsızlık olmuştu. Kısa bir süre susan adam, çok geçmeden tekrar başladı bağırmaya. Tabii stadyumda başka hiçbir ses çıkmayınca oyuncular bile arada dönüp bu tuhaf sesin kaynağını araştırıyordu. Özellikle Kobuleti’nin serbest vuruş ve kornerlerinde adamın çıkardığı sesler insandan çok bir gorilden çıkıyormuş hissi yaratıyordu. Ben bir ara adamın Lokomotif’in cezalı teknik direktörü falan olabileceğini düşündüm, ama elinde yardımcısına taktik verdiği bir telefon yoktu. Amigo sandım, ama etrafındakileri gaza getirmek gibi bir amacı yoktu, hatta tam tersine etrafından iyice kopmaya çalışıyordu sanki. Hani yanımda yılın taraftarı gibi bir ödül olsa kendisine oracıkta takdim ederdim, nitekim bu kadar karşılıksız bir destek -eğer herkesin tanıdığı stadın delisi falan değilse- şapka çıkarmaya layıktır benim gözümde.
İlk yarının bitişinin ardından sanırım Lokomotif’in altyapı oyuncuları olan minikler çeyrek sahada maç yaptılar ve tribünde maçın kendisinde olduğundan daha fazla kıpırdanma oldu. Muhtemelen çocukların aileleri olan kişiler bir sürü fotoğraf çekip tezahürat yaptı. Futbolcuların dünyanın her yerinde olduğu gibi güzel eşleri, çocuklarıyla birlikte saha kenarına indiler. Zorla getirilmiş gibi duran taraftarların niye öyle olduğunu birazcık anlamış oldum tabii. Bu sırada ben de maça ait bir hatıra fotoğrafı çektirmek için etrafıma bakıyordum. Söylediğim gibi, hiçbir taraftarda herhangi bir atkı ya da bayrak yoktu. Yanında Gürcistan bayrağı olan arkamdaki izleyiciyi gözüme kestirmiştim, o da ilk yarı biter bitmez başka bir yere gidince fotoğrafta maça yanlışlıkla gelmiş, yolunu şaşırmış bir turist gibi çıktım, turist olduğum doğru ama ironiktir ki stadyumdaki birkaç yüz kişi içinde o maça isteyerek gelen, gelme planını en uzun süre önce yapan kişi belki de bendim. İlk yarı boyunca bu yazıyı yazarken kullanmak için not defterime notlar alırken benim gazeteci falan olduğumu zannedenler, fotoğrafımı çekmesi için birilerine İngilizce ricada bulunduğumu duyunca kesinlikle su katılmamış deli olduğuma ikna olmuşlardır. Zaten fotoğrafımı çeken beyefendi de bana o bağıran adama baktığı gibi gülerek baktı.
Türkiye’de daha kaliteli oyuncularla daha zevksiz maçlar izlediğim çok olmuştur. İki takımın oyuncuları da ellerinden geleni yapmışlardır eminim, ancak sonu gelmez top kayıpları, bariz yetenek eksikliği ve tribünlerde bir gram coşku bulunmaması maçı gerçekten izlenilmez kıldı diyebilirim. İkinci yarıda Lokomotif hafiften kıpırdansa da, iki takım da dengeyi bozmak için maçın başından sonuna hiç zaman öldürmeden didinseler de, o amigo kılıklı abimiz bütün maç boyunca bağırıp dursa da skor değişmedi. Son dakikada Kobuleti’nin karambolde attığı gol de ofsayt gerekçesiyle sayılmadı ve maç başladığı gibi 0-0 bitti. Her ne kadar deplasman takımı Kobuleti maçı biraz daha fazla hak etmiş gibi gözükse de bu maça başka bir skor yakıştıramazdım zaten. Taraftarlar tribünleri terk ederken, daha bitiş düdüğünün üstünden 5 dakika bile geçmeden ışıklar kısılmaya başlamıştı bile. Maç boyunca ara ara taraftarlar gelmeye devam etti ancak en kalabalık anında bile 350-400’den fazla kişinin olduğunu sanmıyorum.1
Maçtan sonra oturduğum bir mekanda -ve etraftaki diğer mekanlarda- insanlar, Dünya Şampiyonası’nda mücadele eden Gürcistan ulusal rugby takımının Arjantin’le oynadığı maçı büyük merakla izliyordu. (54-9 kaybettiler.) Maç sonrasında da bizdeki gibi eski sporcuların katıldığı programlarda maç yorumları yapılıyordu. Gürcistan’da rugby’nin bu kadar popüler olduğundan hiç haberim yoktu açıkçası, öğrenmiş oldum. Halkın her kesimi çok seviyor anladığım kadarıyla, Türkiye’ye dönerken yol kenarındaki rugby sahalarının yeşermiş yarısında otlayan ineklere aldırmadan antrenman yapanlar gördüm mesela.
İlk başta maça kimsenin gelmemesini insanların Cuma akşamını daha keyifli işler yaparak geçirme isteğine veya rugby maçına bağlamıştım. Şu maç gibi münferit bir olay olduğunu düşünmüştüm. Ancak Türkiye’ye dönünce yaptığım küçük araştırmalar hiç de mantıklı bir akıl yürütme yapmadığımı bana kanıtladı. 1.2 milyon kişinin yaşadığı Tiflis’te 54 bin kişilik Dinamo Arena bile 1000 civarında ortalama seyirciye oynuyormuş. Geçen sezon tüm ligde 2000 ortalamaya ulaşan takım yokmuş, hatta takımların yarısı 1000’den daha az bir ortalamaya sahip.2 Sadece Dinamo’nun önemli Avrupa maçlarında stadyum 20 bin civarı seyirci çekiyor, onun dışında ortalamalar yerlerde sürünüyor.
Ülke futbolunda son yıllarda biraz artar gibi gözükse de devamlı bir rekabetin bulunmayışı, ülkedeki iyi oyuncuların hep yurtdışında oyanaması, yabancı oyuncu oranının düşüklüğü (birçok takımda hiç yabancı oyuncu yok), dolayısıyla oyuncu kalitesinin düşüklüğü bunu etkiliyor olmalı. Son açıklanan Gürcistan ulusal takımı kadrosunun 22 oyuncusundan sadece 3 tanesi ülkede forma giyiyormuş örneğin. Zaten Gürcistan’ın genel anlamda fakir bir ülke oluşu, ulusal sanayisinin neredeyse sıfır oluşu (bakkallarda neredeyse her şey Türk malı, özellikle Batum’da) ülkede zengin herhangi bir oluşumun var olmasına engel oluyor, altyapı tesisleri de gelişmiyor ve oyuncu çıkmıyor diyebiliriz. Yani dolar yükseliyor, ruble düşüyor, petrol krizi patlak veriyor, ülkenin futbol takımı alabilecek kapasitedeki az sayıda enerji zengini de krize giriyor anladığım kadarıyla.
Biz bazı eski futbolcuların milletvekili seçilmesine laf ediyoruz ama Gürcistan’ın çıkardığı belki en tanınmış futbolcu olan Kakhaber Kaladze, futboldan kazandığı parayla büyük bir enerji şirketi kurdu ve bugün ülkenin Enerji Bakanı olmuş durumda. Tabii varolan enerji kaynaklarını kullanmak yerine sürdürülebilir bir kalkınma vadeden sanayiye yatırım olmayınca diğer sektörler gibi futbol takımları da iyiye gidemiyor, taraftar maçlar ucuz olmasına rağmen rağbet göstermiyor. Bir yandan Güney Osetya gibi büyük dertleri var. Avrupa Birliği’ne bir an önce girebilmek için harıl harıl uğraşan bu ülkede, her ne kadar bu haliyle bile çok güzel bir şehir olsa da merkezdeki turistik yerlere bol miktarda makyaj yapılan Tiflis’te hala Sovyetler Birliği döneminden beri belki tek çivi çakılmamış gibi duran metro hattı kullanılıyorken, futbol kalitesi ya da seyirci azlığı sorunların çok küçük bir kısmını teşkil ediyor olmalı.
Ama düşünüyorum da, tribündeki adamın yaptıkları mı daha garipti, benim orada o maçta bulunmam mı, sanırım bu soruya hiçbir zaman mantıklı bir yanıtım olmayacak.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane