Christian Petzold, bir süredir Almanya tarihine odaklanıyor. Aslında, Petzold’ün sanatsal gelişimine ve ait olduğu coğrafyaya baktığımızda ortada şaşılacak bir durum yok. Zira Alman yönetmenler (özellikle Rainer Werner Fassbinder ve Wim Wenders) daha önce de meselenin temeline inmek için tıpkı Petzold’ün yaptığı gibi tarihe bakmak durumunda kalmışlardı.
Christian Petzold, kendi ülkesine yaklaşırken, bir yerde günümüz gerçekliğinin yeterli olmadığını fark edip, ilk olarak bir önceki filmi Barbara’da eski defterleri açmıştı. O dönemde verdiği bir röportajda bu geri dönüşün sebebini biraz da Fassbinder’e dayandırarak şu sözlerle açıklamıştı: Bunun Rainer Werner Fassbinder ile ilişkili olduğunu söyleyebilirim. Çünkü bana göre onun bütün filmleri Almanya’yı inceliyor. (…) Almanya’nın şimdisini ele alan filmler yapıyor ama onbirinci filminden itibaren bir yandan da dönem filmleri çekmeye başlıyor. Çünkü günün gerçekliğiyle geçmiş arasındaki bağların farkına varıyor.
Petzold de kişisel sanatsal gelişiminde Fassbinder ile aynı noktaya gelmiş durumda. Fassbinder, özellikle 1977’den itibaren Almanya tarihine dalmış ve o damardan Die Ehe der Maria Braun, Lola, ve nihayet 10.5 saatlik süresiyle Berlin Alexanderplatz gibi başyapıtlar çıkarmıştı.
2012’nin gizli saklı atağıyla belki de en iyi filmi olan Barbara, Petzold’ün “Neden kimse merak etmiyor?” sorusunu ciddi biçimde sorduğu ve yakın Alman tarihinin hatırı sayılır bir kısmını oluşturan Doğu Almanya’ya odaklandığı bir filmdi. Petzold, neden Doğu Almanya üzerine hiç film yapılmadığını sorguladığı Barbara’dan kendince şöyle bir sonuç çıkarmıştı: Çünkü insanlar o dönemi hatırlamak istemiyor.
Türkiye’de yarın gösterime girecek son filmi Phoenix ise Petzold’ün bu kez İkinci Dünya Savaşı yıllarına döndüğü ve meselenin biraz daha derinine indiği bir film. Barbara’da sadece Doğu Almanya ve kapitalizm üzerinden ilerleyen politik çerçeve bu kez daha da genişleyip bütün bir 20. yy. Alman tarihi panoramasına dönüşmüş durumda. Ama büyük hikâyelerden hiçbir zaman hoşlanmayan Petzold, yine Barbara’da olduğu gibi tek bir kadın karakter üzerinden (Nelly) tüm meseleyi görmeye çalışıyor ve bunu da kanaatimce müthiş bir şekilde başarıyor.
Phoenix’te soykırımdan yüzüne aldığı ciddi yaralarla kurtulan Nelly’nin hikayesi anlatılıyor. Toplama kampından zor kurtulan ve arkadaşı Lene’nin yardımıyla Berlin’e dönüp kocası Johnny’i bulmaya çalışan Nelly’nin hikayesi bir noktada görülmek istenmeyen ve yüzleşilemeyen kimlik sorununa odaklanmaya başlıyor. Nelly’nin kendi kimliğini gizlemek isterken bir noktada kendi taklidine dönüşmek durumunda kalması ise dramatik yapının temelini oluşturuyor.
Nelly, onu kurtaran arkadaşı Lene’nin aksine Berlin’e dönünce her şeye baştan başlayabileceğini ve kötü günlerin geride kaldığını düşünürken, kocası Johnny’i Phoenix adlı bir barda buluyor. Burası daha ziyade Amerikalı askerlerin uğradığı ve dönemin caz çağına ayak uyduran, adeta bir film-noir setinden fırlamış bir yapıya sahiptir. Petzold, Phoenix adlı barı bir tür “hatırlamak istememe mekanı” olarak yaratmış. İnsanlar olup biten üzerine kafa yormamak ve unutmak için her gece aynı mekanda buluşuyor ve bir şeyler hiç yaşanmamış gibi davranmaya devam ediyorlar.
Bir halkın kitlesel olarak unutması yahut üstünü örtmek istediği şeylere karşı bir yerden sonra sanki hiç yaşanmamış şeyler gibi davranması sadece Almanya’nın değil bizim ülkenin de bir sorunu. Olup bitene kitlesel olarak sanki hiç yokmuş gibi davranmak Petzold’ün üzerine epey kafa yorduğu, hatta bir noktada şaşırdığı bir durum: Her şey bir uçurum gibi, o kadar derindi ki bakmak istemediler. Hayatlarına devam etmek istediler. Neyse ki 1968’de öğrenci hareketleriyle bir iyileşme süreci başladı. Anne-babalarıyla, büyükanne ve büyükbabalarıyla yüzleşmeye ve şu korkunç soruya cevap aramaya başladılar: Tanrı aşkına ne yaptınız siz?
İşin tuhafı, Almanlar artık Yahudilere karşı öfkeli de değildir. Olağanüstü bir sinizmle hiçbir şey olmamış gibi davranıp bulabildikleri ilk fırsatta ülkeden kaçmaya çalışırlar. Eski kocası Johnny de, Nelly’nin karşısına böyle bir çerçevede çıkıyor. Eski bir şarkıcı olan Nelly’nin mirasına konup ülkeyi terk etmek isterken estetik ameliyatlarla bambaşka birine dönüşen Nelly ile karşılaşıyor ve Nelly’nin merhum eşine çok benzediğini fark edip onu çeşitli elbiseler ve makyajlarla yine Nelly’e dönüştürmeye çalışıyor. Buradaki ironik kimlik sorunu bir noktada orijinal olanın replika rolüne geçmesiyle sonuçlanıyor.
Peki, Phoenix’in diğer soykırım filmlerinden farkı ne? Özellikle Hollywood bu meseleye değinen tonlarca film yaptı fakat olup bitene kendi ülkesinden bakan bir sinemacı çok az çıktı. Yine Hollywood sadece “bakın böyle bir şey oldu” deyip olayları haber veren filmler yapmakla yetinirken, Fassbinder, Wenders ve şimdi de Petzold ısrarla aynı soruyu sormaya devam ediyorlar: Peki neden herkes hiçbir şey olmamış gibi davrandı?
Petzold bu sorunun cevabını verirken kendi ülkesine karşı acımasız bir dürüstlüğe sahip: Herkes onlara karşı körleşmişti. Johnny de bu körlüğün tam bir portresi. Bu suçluluk duygusuyla başa çıkabilmek için düşünebildiği tek şey parayı alıp ülkeyi terk etmek. 60’larda Almanların birçoğu tam olarak bunu yaptı. Kirli paralarını alıp Mallorca’ya taşındılar. Galiba deniz kenarında kokteyl içerken yaptıklarını unutmak çok daha kolay.
Christian Petzold filmleri bir melankoliyi temellük eder. Bu melankoli bazen bir araba kazasıyla trajediye dönüşür bazen de Gespenster’in sonunda annesini gerçekten bulup bulmadığını bile bilmeyen Nina’nın gülümsemesinde ortaya çıkar. Fakat Petzold’de her zaman iyimser bir şeyler bulunur. Jerichow’un sonunda arabasıyla ölüme uçan Ali’de bile vardır bu iyimserlik. O ölüme giderek bir anlamda “kalanların” yaşamak denen utançla baş başa kalmalarını sağlamıştır. Barbara, bu iyimserliğin başucu örneklerinden biri olarak karşımıza çıkmıştı. Phoenix ise bütünüyle iyimser bir film olmasa da özellikle final sahnesiyle tam bir Petzoldvari güçlü kadın imajıyla ardında iyimser bir hava bırakıyor.1
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane