Psikolojik Kadın Filmi
Kasım 2011’de Karşıyaka’dan Bornova’ya dönmek için bir taksiye binmiştim. O mesafeyi sürekli taksiyle alacak kadar zengin bir birey değildim ama acil yetişmem gereken bir gösterim vardı. Ege Üniversitesi’nin 50. Yıl Köşkü’nde her Çarşamba film gösterimi yapıyorduk. İşte o gün de benim sunacağım Öğleden Sonra Aşk (L’Amour l’après-midi) filmi toplamda 14 kişilik bir seyirci kitlesiyle buluşacaktı. Her neyse, aslında konu bu değil. Konu şu, ben taksinin içinde yapacağım sunumun içeriğini hazırlayıp bir şeyler not almaya çalışırken, taksici elimdeki afiş ve notlara baktıktan sonra bana dönüp “benim oğlan sinema okuyor” dedi. Enteresan taksici muhabbetlerine alışıktım ama o an hiç zamanı değildi. O yüzden “doğrudur abi” deyip sustum. Ama taksici devam etmekte ısrarlıydı. “Geçen işte bayramda geldi bu dedi baba hadi film izleyelim. İyi dedim koy bir film izleyelim. Neyse, bu böyle siyah-beyaz bir film açtı. İki kadın sürekli konuşuyor, ağlıyor başka da bir şey olmuyor filmde.” Bana bir film anlatılıyorsa ve ismi de hatırlanmıyorsa anında odaklanmak gibi kötü bir huyum var. O yüzden taksiciye dönüp “kim oynuyordu, hangi ülkenin filmiydi hatırlıyor musun abi?” dedim. “Valla ben oyuncu bilmem ama İsveç diyordu bizim oğlan. İki kardeş vardı filmde, öyle konuşuyorlardı işte sadece.” Taksici, Ingmar Bergman’ın Sessizlik filminden bahsediyordu. Bunu kendisine de söyledim. “Haa belki de, hiç bakmadım adına bile,” bir an için yandan yüksek sesle geçen mobilete baktı, sonra da bana dönüp cümlesini tamamladı “neyse ya, öyle psikolojik kadın filmiydi işte.”
Uzun sayılacak bir zamandır sinema üzerine konuşup yazmaya çalışıyorum. Bunun yanında da bolca eleştiri vs. okuma gayreti içindeyim. Ama o güne kadar Bergman, Almodovar ya da Cassavetes gibi daha ziyade kadınlar üzerine eğilen ve bir bakıma “kadın filmleri” yapan yönetmenlerin bu hamlesine bundan daha iyi bir isim verildiğini görmemiştim. Ben de o taksici ile tanıştığım günden beri daha ziyade kadın hikâyelerine yönelen ve gücünü dramdan alan filmlere “Psikolojik Kadın Filmi” diyorum. Yarın da Gregg Araki’nin bu tanıma gayet uygun son filmi ülkemizde gösterime giriyor: Karda Bir Beyaz Kuş (White Bird In a Blizzard).
Gregg Araki Nereye Koşuyor?
Gregg Araki enteresan bir adam. En azından ben son birkaç filminde ne yapmaya çalıştığını anlamıyorum. Araki’nin ilk filmlerini izleyenler yönetmenin belgesele yakın tarzda düşük bütçeli filmler ile kariyerine başladığını ve Yeni Dalga’dan epeyi etkilendiğini tespit etmiştir. İlk filmi Three Bewildered People in the Night Jean Eustache’in başyapıtı Anne ve Fahişe’ye (La Maman et la Putain) bir saygı duruşu niteliği taşırken bunun yanında minimalist yapısıyla Chantal Akerman’ın Ben, Sen, O, O (Je, tu, il, elle) ve Jim Jarmusch’un başyapıtı Cennetten de Garip (Stranger Than Paradise) esintileri de taşıyordu. İki erkek, bir kız ve bir kahve dükkânı ekseninde gelişen bu ilk filmin ardından Araki ikinci filmi The Long Weekend (O’Despair) ile daha ziyade X kuşağı gençlerine odaklanan düşük bütçeli filmlerle yola devam edeceğini belli etmişti. Nitekim üçüncü filmi The Living End de benzer temalardan hareket eden fakat bu defa işin içine şiddeti de katan bir yapıya sahipti.
Bu ilk dönem filmlerinin Araki’nin politik tavrını da belli eden bir yapısı vardı. Kuir sinemanın Amerika’daki önemli isimlerinden biri olan Araki’nin yerleşik değerlere duyduğu öfkenin bir bakıma Kuir sinemanın öfkesiyle birleştiği nokta ise daha sonra çekeceği The Doom Generation olacaktı. Kuir sinemanın Amerika’daki diğer önemli temsilcisi Bruce LaBruce’un filmleri gibi daha ziyade avangart etkiler taşıyan ilk dönem Araki filmleri bir anlamda bu sinemanın yeraltından çıkıp popüler kültürün bir veçhesi haline gelmesine de önayak olmuştu. Ama bu noktada yani popülerleşme noktasında Araki diğer sinemacıların bir adım önüne geçse de sineması da ters istikamette bir düşüşe geçmişti.1
Araki’nin Totally F***ed Up, The Doom Generation ve Nowhere’den mürekkep Teenage Apocalypse üçlemesi ise bugüne kadar yaptığı en iyi filmlere ev sahipliği yapıyordu. Bununla beraber Araki özellikle üçlemenin ikinci filmi The Doom Generation ile o güne kadar bilinen düşük bütçeli ve sade tarzını tamamen değiştirip plastik bir sinemaya yönelmişti. Bu, Araki’nin kariyerindeki ilk kırılmaydı ve bu yeni biçimci anlayıştan The Doom Generation gibi bir başyapıt çıksa da sonraki biçimci denemeler Araki sinemasına hiç de olumlu yansımadı. Nowhere ile çıtayı biraz düşüren Araki, Splendor ile kanaatimce dibe vurdu. 5 yıllık bir aradan sonra çektiği Mysterious Skin ile toparlanma emareleri gösterse de bu filmin ardından çektiği Smiley Face ile bir kere daha düşüşe geçti. Fakat asıl felaket Kaboom ile gelecekti. Öyle sanıyorum alabildiğine sarhoş olduğu bir dönemde çektiği bu akla zarar filmden sonra Araki, yeni bir toparlanma hamlesi olarak Karda Bir Beyaz Kuş ile geri dönmeyi başardı. Bu toparlanmada ona en büyük katkıyı ise filmde şahane performanslar gösteren Eva Green ve Shailene Woodley veriyor
Kadınlar Vardır Kadınlar Her Yerde
Karda Bir Beyaz Kuş 80’lerin sonunda küçük bir Amerikan kentinde yaşayan Connor ailesini anlatıyor. Evin annesi Eve Connor yaptığı başarısızlık evlilikten dolayı pişman ve kocasından yana hayli dertli bir kadındır. Bunun farkında olan ve eşinin yavaş yavaş delirmeye doğru uzanan mutsuzluğuna bir çare bulamayan evin babası Brock Connor ise sessizliği tercih etmiş ve bir anlamda bu mutsuz yaşantıyı kabullenmiştir. Ailenin genç kızı Kat Connor ise hem annesinden hem de babasından eşit derecede uzak tipik bir Amerikan ergeni olarak yaşamını sürdürmektedir. Kat’in sevgilisi yakışıklı bir oğlan, Phil aileye dâhil olduğunda ise bu küçük Amerikan ailesi dağılma emareleri göstermeye başlar. Eve, kızı Kat’e karşı ciddi bir kıskançlık besler ve biraz tuhaf hareketler sergileyerek kızının sevgilisinin ilgisini çekmeye çalışır. Bu durum anne-kız arasındaki ilişkiyi daha da gerginleştirirken annenin gizemli bir şekilde ortadan kaybolmasıyla filmin istikameti bir aile dramından çıkıp gerilimin sularına doğru ilerlemeye başlar.
Şimdi, filmin konusuna baktığımızda karşımızda çok da orijinal bir şey olmadığını görebiliriz. Gregg Araki biraz iddialı bir biçimde türleri birbirine karıştırmaya çalışıyor ve bunu bir ölçüde de başarıyor. Fakat Karda Bir Beyaz Kuş’u akraba olduğu filmlerle karşılaştırırsak Gregg Araki’nin hamlesinin güçsüz kaldığını da belirtmemiz gerekiyor. Söz gelimi bastırılmış cinselliğin bir gerilim unsuruna dönüşmesini Kuir sinemanın bir başka önemli ismi François Ozon hayli irdelemiş ve o damardan Kızgın Taşlara Düşen Su Damlaları yahut Havuz gibi başyapıtlar çıkarmıştı. Diğer hususta, yani bütün bir dramatik yapıyı kadınlar üzerine kurma konusunda Karda Bir Beyaz Kuş’un akrabalarına bakarsak da Gregg Araki gidip kafasını bulduğu ilk duvara vurabilir. Hadi türün babası Bergman’ı bir kenara bırakayım, ama John Cassavetes var mesela. Gregg Araki’nin de bolca övdüğü Cassavetes’in Gena Rowlands’ın destan yazdığı herhangi bir filmine, mesela Aşk Irmakları (Love Streams) Açılış Gecesi (Opening Night) ya da Etki Altında Bir Kadın’a (A Woman Under the Influence) baktığımızda Araki’nin yapmaya çalıştığı şeyin en üst modelini görebiliriz. Elbette bunlar orantısız karşılaştırmalar, Araki’nin 2014 yılında üzerine bunca şey söylenmiş, film çekilmiş bir türde yepyeni bir başyapıt çıkartmasını beklemek haksızlık olur. Ama yine de türe çok yeni bir şey katmadığını filmin başarısını daha ziyade oyuncularının hakikatli performansına borçlu olduğunu belirtmek gerekiyor. Kariyeri daha ziyade “arzulanan seksi kadın” üzerinden ilerleyen Eva Green’in ufaktan delirmeye başlayan ev hanımı rolünde bu kadar iyi performans göstermesi takdire şayan. Aynı şekilde kariyerinin daha başlarında böyle “ağır” bir rolde bir an bile tökezlemeyen Shailene Woodley de bir o kadar takdiri hak ediyor.
Gregg Araki’nin Karda Bir Beyaz Kuş özelinde en büyük başarısı kadın oyuncularından aldığı performansın yanında film boyunca gerilim dozunu bir an olsun düşürmemesi. Gerilim hususunda tecrübesiz bir yönetmen olmasına rağmen baştan beri az çok tahmin ettiğimiz annenin akıbetini bir noktada ters köşe yaparak sonuçlandırıyor. Kayıp annenin nerede olduğunu daha filmin ortalarında tespit etsek de bunun sebebini öğrenene kadar geçen sürede filmin temposu hiç düşmüyor. Fakat Araki gerilim konusunda ne kadar başarılıysa, anne kız arasındaki ikircikli ilişkinin derinlerine inme konusunda da bir o kadar başarısız. Biraz da bilinçli bir hamleyle bu ilişkinin sert taraflarını görmezden geliyor ve üzerine fazla eğilmeyip ana meselesine odaklanmaya çalışıyor. Belki de yukarıda ismini saydığım baba yönetmenlerin alanına “haddim değil” diyerek fazla bulaşmak istemiyor. O da mümkün.
Bütün bunlarla beraber, diğer filmlerini referans aldığımızda Karda Bir Beyaz Kuş’un Araki’nin kariyerinde ileriye doğru değilse de olumlu bir adım olduğu söylenebilir. Gregg Bey bundan sonra bize ne tür hoş veya nahoş sürprizler yaşatacak bilemem; fakat biz onu ne yapsa The Doom Generation ile hatırlamaya devam edeceğiz. Yine de, arada eski günlerini hatırlatan işler yapsa hiç fena olmaz hani.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane