Geçen ay Çin’de bir “Dünya Kupası kliniği” açıldı. Gidenlerin temel şikayetleri tahmin edebileceğiniz gibi: Brezilya’yla saat farkının yarattığı uykusuzluk, aşırı içki ve abur cubur tüketimine bağlı sorunlar, yüksek dozda heyecan kaynaklı histeri krizleri vb. Bugünlerde benim de o kliniğe ihtiyacım olabilir. Sebep: Dünya Kupası’nın bitmesiyle başlayan depresyon.
Evet, hala Dünya Kupası’nın hangover’ındayım, ya da Türk Dil Kurumu’na önerdiğim şekliyle, hengosundayım. Ya da, Teoman’ın İsmet Özel’den arakladığı gibi “Bir aşkın komasında” da diyebilirim. Kupa bitti, şampiyon evine, elenenler hayatına döndü. Ben ise hala Dünya Kupası’nın dibini içmeye çalışıyorum. Meyve suyu kutusu gibi, bitti, bitmedi…1
Bu, gelmiş geçmiş en iyi kupa mıydı? Grup maçları sırasında goller bendine sığmayan nehirler gibi akarken, devler bir bir avlanır ve minikler gürlerken heyecanla herkes aynı şeyi söyledi: Gördüğümüz en iyi kupa. Bunda yanlış bir şey yoktu, kupa harika başlamıştı, üstelik Twitter çağındaydık. Bir şey hakkında görüş bildirmemiz için o şeyin bitmesini beklemediğimiz zamanlarda. Eğer gollü maçları, hücum futbolunu seviyorduysanız, 1970 yaygın olarak en iyi kabul edilendir. Eğer takımların taktik disipline daha bağlı kaldığı bir futbolu seviyorduysanız, şu günlerde sıkça hor görülen ama kulüp futbolu düzeyine oldukça yakın olan 2010 hiç fena değildi. Sürprizlere bayılanlardansanız 2002 sizin kaleminizdi. Eğer futbolun defansif tarafının ağır basmaya başladığı yıllarda kontrol oyunuyla hücum futbolu arasında sentez ilginizi çekiyorsa, Aime Jacquet’nin devrimci Fransa takımı ve 1998 unutulmazdı. İflah olmaz bir romantikseniz Maradona’lı 1986 sizin klasiğinizdir ya da görkemli kaybedenleriyle 1974 veya 1982.
Peki 2014’ü nasıl hatırlayacağız? Pek çoğunun bir birleşimi olan, “klasik” bir kupa olarak. Dünya Kupası’nın 1970-86 arası dönemini mitleştirenler ama o zamanlara yetişememişler/ucundan yetişebilmişler için çok iyi bir “yeniden çevrim” olarak. Yarı finalleri hatırlasanıza, Brezilya-Almanya, Hollanda-Arjantin. Toplamda 9 Dünya Kupası, 21 defa finalist çıkarmış bir grup (sayılar sırasıyla 10 ve 23’e yükselmiş durumda tabii). İkisi kupa tarihinin en başarılıları, ikisi en sevilenleri arasında. Hoş, Brezilya, muhtemelen “Çıkmaz olaydık” diyor şimdi. Luiz Felipe Scolari “Aynı derede iki defa yıkanılmaz” sözünü, 2002’nin rüya takımının anılarını bile berbat eden bir performansla hatırlattı. Brezilya, müthiş ev sahibi desteğini, her şeye rağmen iyi bir oyuncu havuzunu, hatta tartışılır tercihlere karşın iyi bir 23 kişilik kadroyu da yanına almasına karşın feci halde kaybetti. Kanımca bu, turnuvada “Biz rakibe bakmayız, kendi oyunumuzu oynarız” tarzı yönetimin en büyük iflasıydı. Ama yegane örneği bu değildi: İngiltere, “sorun ortağınız” Roy Hodgson’la ilk iki maçta bunu göstermişti. İyi kötü istenenlerin sahaya konduğu İtalya maçından sonra en ufak bir değişiklik yapmadan Uruguay karşısına çıkan İngiltere, teknik direktörlüğün FIFA 2014 gibi, iyi olan oyuncuları sahaya koymaktan ibaret olmadığını iyi bir şekilde gösterdi. The Guardian’ın esprili köşesi The Fiver, Hodgson faciasını en iyi özetleyendi: “Bay Roy, her nasılsa beklentileri düşürmeyi ve İngiltere turnuvanın beşinci gününde elendikten sonra büyük suçlamalardan sıyrılmayı başardığı için, üstüne de sanki her şey planladığı gibi gitmişçesine havaalanından çıkarken en ufak bir umursama belirtisi göstermediği için, turnuvanın menajeriydi.”2
Oysa uluslararası futbol, rakibe göre taktik biçmenin, karşındakine göre kendini şekillendirmenin arenasıdır. Eğer 2008-2012 arası İspanya veya 2008-2014 arası Almanya gibi projelerden bahsetmiyorsak, oyuncularınız birbirlerini kulüp düzeyindeki kadar tanımazlar, oynanan oyun da, diyelim Şampiyonlar Ligi seviyesinde, komplike değildir. Bu düzeyde hocaların sürprizleri, en büyük fark olabilir. Kosta Rika’ya bakın: Uruguay ve İtalya’yı Jorge Luis Pinto’nun yıktığını görmemek mümkün mü? Hadi Uruguay Joel Campbell’ın kontra gücünü hesap edemedi ve gafil avlandı diyelim, İtalya karşısında (İngiltere’nin durdurulamaz sandığı) Andrea Pirlo etkisini neredeyse sıfırlayan müthiş ofsayt taktiğine ne demeli? Turnuvayı beş maçta kapatmasına karşın 41 defa rakiplerini ofsayta düşürdü Kosta Rika: Maç başına ortalama 8 defa. En yakın takipçilerinden 3-4 daha fazla. Kosta Rika sadece bu değildi elbette: En iyi oyuncuları Bryan Ruiz’in Fulham, Joel Campbell’ın Arsenal tarafından kiraya gönderildiğini düşününce yapılan işin büyüklüğü daha iyi anlaşılıyor. “Yapılan işin büyüklüğünü anlamak” doğru bir tabir değil aslında, zira kimsenin idrak etmediği yok. Puan almasına bile şans verilmeyen bir takımın grubunu lider bitirmesi, beş maçında sadece iki gol yemesi ve Hollanda’ya penaltılarla elenmesi… Anlatacak kelimenin bulunmadığı bir başarı.
Hoca deyince, Louis van Gaal, kupanın herhalde en kariyerli hocasıydı ve turnuva boyunca kararlarıyla da kanımca kenardaki en parlak performansı sundu. Joachim Löw’ü bir kenara koyalım, Şili’nin hocası Jorge Sampaoli, Meksikalı Miguel Herrera ve Pinto da takımlarına müthiş şekil veren hocalardı şüphesiz. Ancak van Gaal, yüz yıllık “Teknik direktörün takıma etkisi kaçtır?” tartışmasına yeni bir boyut getirecek kadar çok oynadı takımıyla. Her maç içerisinde şekil değiştirmelerini izlemek ilginçti. Hatta giderek, muhteşem profesyonel Dirk Kuyt’ı maç içinde takip etmek bile ilgi çekiciydi. Tim Krul hamlesi tarihe geçecek elbette ama Meksika maçında su molasında basketbol koçu gibi takımı değiştirmesi de mükemmeldi. Arjantin maçı hem genel olarak futbol, hem de Portakallar özelinde edilgen oyun açısından şüphesiz büyük hayal kırıklığıydı, ama o maçta da takımıyla oynayışı ilginçti. Hollanda önde üç veteran yıldızı, geride bolca genç (ya da yaşı olan ama bu seviyede tecrübesi olmayan) oyuncuları ile ilginç bir karışımdı. En sonunda, ilginçtir, bence kendilerini yarı yolda bırakanlar gençler olmadı.
Sürpriz açısından da bereketli başladı kupa: Hadi Şili’nin, Belçika’nın, Nijerya’nın, hatta ABD’nin ilerlemeleri pek sürpriz sayılmaz belki, ama asıl sürpriz kimlerin çıkamadığıydı. İspanya, açılış maçındaki 5-1’lik hezimetinden sonra herhalde şimdilerde Brezilya’ya duacıdır: Yoksa kupanın en büyük yıkımı onlar olacaktı. Portekiz yine Cristiano Ronaldo’nun üzerine bir şey koyamadı, İngiltere zaten bildiğiniz gibi, dört yıl sonraki kupa için iyi bir imaj vermek isteyen Rusya da en ufak bir etki yaratamadı. Ama gerçek anlamda bir sürpriz, yarı finale çıkan, 7. maça kadar giden bir joker takım çıkmadı. Kosta Rika Hollanda’ya, Şili ve Kolombiya Brezilya’ya, Belçika Arjantin’e, Cezayir de Almanya’ya diş geçirmeye çalışmalarına karşın yenilerek veda ettiler.
Eh, hem “klasik” Dünya Kupası olsun, hem de bol sürprizli olsun olmuyor. Bir noktada “en iyi” olan kazansın istiyorsunuz. Almanya, belki finalde en iyi futbolunu oynamadı, hatta Arjantin’e göre kafasındaki oyunu daha az yansıtan takımdı bile denebilir. Alejandro Sabella’nın finaldeki planı işledi ve Arjantin savunmada gedikleri buldu. Higuain, Messi ya da Palacio’dan bir tanesi kaleyi bulsa, bugün başka bir dünya şampiyonumuz vardı. Ama eğrisi doğrusuna denk geldi ve Almanya, tıpkı Cezayir maçında olduğu gibi, geride boşluk verdiği pozisyonlarda golü yemedi ve uzatmada attığı golle rakibi kırdı. Eğrisi doğrusuna denk geldi çünkü hem turnuvanın geneline, hem de önüne bakınca Almanya herkesten “iyi” olandı. Buraya nasıl geldikleri, milyar avroluk yatırımı ve 2004 sonrası gençlik aşısını her yerde okudunuz, tekrar etmeye gerek yok. Ama başarının hakkını verirken Löw’ü es geçmemek gerekiyor. Bizde sıklıkla yapılan “Herkes şampiyon yapardı” kolaycılığının çekiciliğine kapılmamalı. Löw, yukarıda anlattığım gibi takımıyla turnuva boyunca gerektiği kadar oynadı. Genç Christoph Kramer’i iki maçın sonlarında bile olsa oyuna alıp denedi, finalde gerçekten iş düştüğünde Sami Khedira’nın yerine onu koyabildi. Andre Schürrle, Mario Götze ve Miroslav Klose arasında kurduğu rotasyon, her birinin attığı goller ve yaptığı asistleri hesaba katınca dahice bir iş gibi görünüyor. Öte yandan Mats Hummels’in kupa boyunca “idareli” kullanılmasının da hakkını vermeli. Almanya için hep “turnuva takımı” tabiri kullanılır; elindeki malzemeden 7 maç boyunca optimumu alışına bakarak Löw için de “turnuva hocası” demek gerekiyor.
Peki turnuvanın oyuncusu kimdi? İlk beş maç biterken buna David Luiz diyen bile bulabilirdiniz.3 Çeyrek final sonrasında pek çok kişinin Lionel Messi diyebileceği gibi. Bir kupada “bitirebilmek” önemli. James Rodriguez, takımı çeyrek finalde elenmesine karşın, veda ettiği maçta dahi 60,000 rakip seyircinin önünde ayağı bir an bile titremeden oynayabildiği için mükemmeldi bu kupada. Neymar da finalini o maçta yaptığı için düşünülebilirdi, ama takımı o kadar kötü bitirdi ki, muhtemelen kimsenin eli gitmedi oy vermeye. Peki Messi? Bir önceki Dünya Kupası’ndan önce verdiği demeç hala aklımda: “Herkes bana 1986’daki şampiyonluğu soruyor ama ben 1987’de doğdum.” Şartlar Messi’nin kendi tarihini yazması için uygundu, ama Hollanda maçında markajdan, Almanya karşısında da muhtemelen baskıdan parlayamadı. Şüphesiz ikinci yarının başında o golü atabilse tarih farklı akacaktı. Peki tarih farklı akmamasına karşın neden turnuvanın en iyi oyuncusuna verilen Altın Top ödülünü aldı? Sorun, FIFA’nın ödül sistemini değiştirmesinde. Son turnuvaya kadar ödülü gazetecilerin oylamaları belirliyordu. Bu sefer ise FIFA Teknik Komitesi seçti kazananı. Muhtemelen oylamayı kendi aralarında final maçından önce yapmışlardı. Altı maçın ardından ödülün Messi’ye verilmesi bile kabul edilebilirdi, ama “Moneyball”da Billy Beane’in dediği gibi “Son maçın kadar iyisindir.” Bu ödül Messi’ye gitmemeliydi.
Kime gitmeliydi? Alman milli takımından bir tane futbolcuyu çıkartmak gerçekten kolay değil. Grup maçlarında Thomas Müller, sonrasında Toni Kroos, Brezilya karşısında Sami Khedira ve finalde Bastian Schweinsteiger yıldızlaştı: Belki de Cannes gibi film festivallerinde olduğu gibi toplu bir ödülü hak ediyordu Alman orta sahası! Sadece orta saha da değil, grup maçlarından sonra sağ beke geri dönen Philipp Lahm, kritik golleriyle Hummels… Ve elbette Manuel Neuer! Final maçında kurtarış yapması gerekmedi, evet, bazı meslektaşları gibi penaltıların stresini de yaşamadı, ama Cezayir ve Fransa maçlarındaki performansı ve jeneriklere armağan ettiği bazı kurtarışları inanılmazdı. Cezayir maçındaki, “Futbol tarihinin en merak edilen sıcaklık haritası” unutulabilir mi?4
Hep “Kalecilerin kupası” dedik, Keylor Navas’ın oynadığı her dakika tehdit altında geçen Kosta Rika kalesindeki performansı mükemmeldi. Guillermo Ochoa, Brezilya ve Hollanda gibi iki büyük takıma karşı devleşmekle kalmadı, bir de Neymar’ın kafasını 1970’teki Gordon Banks misali kurtararak bu Dünya Kupası’nın “vintage” anlarından birisine imza attı. Krul’un Kosta Rika karşısındaki mini performansı, herhalde “Pulp Fiction”daki Christopher Walken’dan beri gördüğümüz en iyi cameo’ydu. Kolombiya’nın file bekçisi David Ospina’nın performansı da çok iyiydi ama Faryd Ali Mondragon’un en yaşlı oyuncu olarak tarihe geçmesi bize ayrıca iyi geldi. Nijerya’dan iyi bir hikaye çıkacağını biliyorduk, Victor Enyeama bunu bize sağladı. Sergio Romero grup maçlarından sonra hiç gol yemedi, İsviçre maçında belki kalesini melekler korudu, Hollanda’ya karşı kurtardığı penaltılar da onu kahraman statüsüne yükseltti, ama finalde Götze’nin şutunda ezilip büzülünce onun da payına hayal kırıklığı düştü. Yine de fazla üzülmesin, Igor Akinfeev, Iker Casillas, Joe Hart, Fernando Muslera gibi A sınıfı kalecilerin hayal kırıklıklarının yanında lafı edilmez.
Benim turnuvadaki takımım şöyle olurdu: Neuer – Lahm, Hummels, Giancarlo Gonzalez, Blind – Mascherano, Kroos – Müller, James Rodriguez, Robben – Messi.
İkinci 11’im ise Navas – Zabaleta, Rafa Marquez, Ron Vlaar, Ricardo Rodriguez – Khedira, Pogba – Mathieu Valbuena, Schweinsteiger, Alexis Sanchez – Neymar
Bir de hayal kırıklığı 11’i koyalım: Casillas – Sergio Ramos, Gerard Pique, Pepe, Marcelo – Paulinho, Alex Song, Steven Gerrard, Eden Hazard – Diego Costa, Fred
Evet, bu Dünya Kupası baskın olarak topa sahip olmanın yüceltildiği bir kupa değildi. Teknik olarak, pek çok kişi pozisyon futbolunun helvasını yemeye meraklıysa da, gerçek anlamda bir kırılma yaşadığımızı düşünmüyorum. Kulüp düzeyindeki futbol çok daha ilericiyken, Dünya Kupaları her zaman gel-gitin olduğunu kesin olarak ortaya koymayabilir. Ancak, illa bir yargıya varacaksak, “kontrollü sürat” bu turnuvanın anahtarıydı. Almanya Brezilya’yı, Hollanda İspanya’yı akıllı, gerektiğinde vites artırabilen bir neo-kontratak futboluyla yıktı. Kontratak deyince topu tamamen rakibe bırakmayı düşünmeyin, (zira Almanya’nın yaptığı bu değildi) topu ayağına aldığı anda ne yapacağını bilen ve bunu hızla sonuca giderek uygulayan diye düşünün. Kontrolsüz hız nasıl olur derseniz, İtalya maçı boyunca ve Uruguay maçının ikinci yarısında deli danalar gibi koşturan İngiliz futbolculara bakabilirsiniz. İsterseniz “geçiş futbolu” da diyebilirsiniz ama sürat, kilidi açan şey olmaya devam edecek. Öte yandan özellikle Güney Amerikalı teknik direktörlerin üçlü savunma yorumları da, dörtlü savunmanın kutsal kitaptan çıkmış muamelesi gördüğü 20 yıldan sonra zihin açıcı oldu.
Benim için Dünya Kupası, pek de anlamadan izlediğim İtalya 90’la başlayan bir şeydi. İzledim, anlamadım. Ama bir sonraki için dört yıl beklemek yerine, ansiklopedi okuyarak eski kupaları öğrenmeye başladım (eskiden evlerde ansiklopediler olurdu). Kupon toplanarak biriktirilmiş küçük bir spor ansiklopedisinde (belki ansiklopedi değil de, bir kitaptı aslında) her kupaya ayrılan bir paragraf, benim için yeterliydi. Her kupanın bir paragrafı vardı: 1966’da kaybolan Dünya Kupası ve onu bulan kahraman köpek Pickles. Eusebio’nun Kuzey Kore’ye karşı müthiş ustalık gösterisi. Geoff Hurst’ün üst direkten sekip çizgiye düşen topu, Azeri hakem Tevfik Behramov’un santraya koşusu ve İngiltere’nin ilk Dünya Kupası. Kupayı Bobby Moore kaldırmış, en iyi oyuncu Bobby Charlton seçilmiş, henüz 21 yaşını doldurmamış Franz Beckenbauer adında bir delikanlı en iyi genç oyuncu ödülüne layık bulunmuştu. İşte bu.
2014’ün paragrafı çok kalabalık olacak. İki futbol imparatorluğunun, İspanya ve Brezilya’nın 5 ve 7 gol yiyerek yıkıldığı kupa. Uruguay forveti Luis Suarez’in rakibini ısırdığı kupa. İki Afrikalı takımın birden gruptan çıkmayı başardığı ilk kupa. Avrupalıların Güney Amerika’da kazandığı ilk kupa. James Rodriguez’in en büyük sahneye çıktığı kupa. Brezilya’nın en büyük umudunun beşinci maçta sedyeyle dışarı çıkarıldığı kupa. Gol çizgisi teknolojisinin ve baraj önüne köpük sıkmanın başladığı kupa. Grup aşamasında gollerin yağmur gibi yağdığı, sonrasında durulmasına karşın “en gollü” unvanına ortak çıkan kupa. Mondragon’un en yaşlı, Miroslav Klose’nin en golcü rekorlarını kırdıkları kupa. Almanya’nın 24 yıllık hasretini bitirdiği, dördüncü kez kazandığı kupa. Ve bu genç nesli tüm vaadini yerine getirirse, büyük bir başka hanedanın kurulmaya başladığı kupa. Onu zaman gösterecek.
Ve o soru: Bu, gelmiş geçmiş en iyi Dünya Kupası mıydı? Cevabı size bir filmle vereyim. “Dirty Dancing”in finalinde Patrick Swayze ve Jennifer Grey son dansı yapmak için sahneye çıkarlar. Johnny ve Baby’nin mükemmel dansı sinema antolojilerindedir de, dansı yaptıkları şarkı “(I’ve Had) The Time Of My Life”ın açılış sözleri bize gider: “Hayatımın en güzel zamanını yaşadım / Hayır, asla böyle hissetmedim / Evet, yemin ederim gerçek bu / Ve bunu sana borçluyum.” Dünya Kupası’nın olduğu her yaz, futbolseverler için bir aşk yazıdır, ya da yaz aşkı. Dört yılda bir “İnan daha önce böyle hissetmedim” diyebilirsiniz. Bu yalan olmaz. İleride perspektife oturtup “Bundan iyisi vardı” demenin de çok gereği yoktur, çünkü yaz aşkı böyle bir şeydir. Ben de o yaz aşkının, Dünya Kupası’nın komasındayım halen. Çıkmak istiyor muyum, asıl soru da o galiba.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane