Bir vardı, bir yoktu. Asmalımescit’te sokağa tek sıra dizilmiş masalarda oturulup kitap okunabilen, sükûnetin hakim olduğu zamanlarda, 2000’lerin başında Badehane diye bir bar vardı. Loş, salaş, kısmen sinematografik, kalabalıklaştıkça hamamlaşan bir ortama sahipti. Kışın sobanın yanında, yazınsa sokağa atılan masalarda yer bulmaktı Badehane. Birçok kişi için bir mabetti. Tuvalete giderken sarmal merdivende arkadaşlarla karşılaşmaktı. Ama en önemlisi Çarşamba akşamları Selim Abi’yi dinlemekti. O klarneti öyle çalabilen biri ölümsüz sanılırdı hep. Sanki bu coğrafyanın tarihi boyunca Selim Sesler vardı ve hep bir yerlerde bu nağmeleri çalıyordu.
Selim Sesler’in dünyasını anlamak için onunla yapılmış mülakatları okumaya pek gerek yoktu. Bazen öğrenme işi hissederek olur ya, Selim Abi’nin de hayatı biraz öyle tahmin edilirdi. Konserlerine gittikçe, albümlerini dinledikçe anlamaya başlanıyordu. Muhtemelen muhacirdi ama kesin Trakyalı’ydı, çocukken aileden alınan bir şeydi müzikal yeteneği. Okuduk öğrendik ki yanılmamışız. Keşan-İbriktepeli’ymiş ama ailesi Drama’dan göçmüş. Babası da klarnet çalarmış. 10 yaşında almış eline önce zurnayı, sonra da klarneti. 14’ünde düğünlerde çalmaya başlamış. Ama notayı ancak askerde bando takımında öğrenmiş. Askerden geldiğinde bakmış Trakya düğünleri 3 gün 3 gece sürüyor; çalmaktan dudağım kanardı diyor; kaçmış gelmiş İstanbul’a musiki icra etmeye. O zaman gazinoların altın zamanı, üfledikçe şanı duyulmuş şehirde. Genç bir adam olarak Müzeyyen Senar dahil olmak üzere en kallavi solistlerin arkasında çalmış. Trakya’da düğünlerde çalarak Roman Müziği eğitimini tamamlayıp, gazinolarda da Türk Müziği eğitimini cilalayınca; biraz da gazino ortamının bozulmasını fırsat bilerek; ben kendi grubumu kuracağım deyip bağımsızlığını ilan etmiş.
90’ların karmakarışık ülke ortamında kolay olmamış istediklerini yapmak. Etnik müziklerin pek değer bulmadığı, hele Roman müziğinin hor görüldüğü bir ülkede Don Kişot olmuş. Kafasına koyduğu şeyse onu Selim Sesler yapan müziği uluslararası arenaya taşımakmış. 1997’de Brenna MacCrimmon ile tanışmasıyla hayatının seyri değişmiş. 10 yaşında Türkçe öğrenmiş bir Kanadalı olan MacCrimmon, Trakya müziklerinin peşindeymiş. Selim Sesler’i dinledikten sonra “Seninle çalışmak istiyorum” demiş ve hemen albüm hazırlıklarına başlamışlar. 1998’de Karşılama albümü çıkmış. Türkiye’de değil ama yurtdışında ortalık yıkılmış. Bunun üzerine Selim Sesler ve Brenna MacCrimmon uzun bir turneye çıkmış. Avrupa, Amerika, Kanada hatta Japonya’ya kadar uzanmışlar. Türkiye’de senelerdir bulamadığı ilgiyi ona yedi kat el göstermiş. Selim Sesler bir mülakatında bu durumu şöyle özetlemişti:
“Biz Türkler, başkasından görür, öyle severiz. Mesela benimle ilgili iki ay önce The Guardian’da bir yazı çıktı, benim hakkımda güzel bir yazı yazıldı, bizim bütün gazeteciler bu yazıyı okur okumaz, hemen bizim eve baskın yaptılar. İlgilendikleri için onlara da teşekkür ediyorum ama, durum böyle. Önce dışarıdakiler kıymetimizi anlıyor, sonra bizimkiler önemsiyor.”1
Birçok yabancı müzik eleştirmeninin tam puan verdiği Selim Sesler ile ilgili “Müziğe ustaca hakim, eskiyi ve yereli o kadar iyi biliyor ki yeniye kolaylıkla uyum sağlıyor” cümlesi belki de onun müzikal kalitesini en yalın ve güzel anlatan yorumlardan biri. Kariyeri boyunca hafif görülen düğün müziklerinden caza, müzikallerden elektronik müziğe kadar farklı türlerde eser vermesi veya icracı olabilmesi de bunun başka bir kanıtı.
Turneden sonra Selim Sesler’in 2000 yılında Keşan’a Giden Yollar albümü ve 2006 yılında Oğlan Bizim Kız Bizim albümü piyasaya çıkıyor. Bu noktadan sonra artık tamamen Trakya’ya yüzünü dönüyor. Kimi müzik yorumcularına göre geleneksel Rumeli müziğine yeni değerler katıyor. Hatta Şükrü Tunar ile birlikte ülkeye gelmiş en iyi klarnetçi olduğu dile getirilmeye başlanıyor. O ise mütevazılığından hiç ödün vermeden müzikal çalışmalarına devam ediyor. Dünyayı dolaşsa da klarneti gibi vazgeçemediği başka bir şey de Beyoğlu oluyor. Çeşitli konuşmalarında “Beyoğlu’nda olmasaydım böyle olamazdım. Buranın zenginliği, kaosu, dinamizmi besledi beni” diyor. İstanbul’a geldiğinden beri ailesiyle Tarlabaşı’nda yaşıyor zaten. Son mülakatlarından birinde de Tarlabaşı’nın soylulaştırılmasından duyduğu hoşnutsuzluğu ifade ediyor.
2000’li yıllar kariyerinin giderek zirveye tırmandığı yıllar oluyor. Fatih Akın’ın Altın Ayı kazandığı Duvara Karşı’nın müziklerinde de onun payı var. Üstüne 2005’te yine Fatih Akın’ın müzikal belgeseli Crossing the Bridge: The Sound of Istanbul’da doğup, büyüdüğü ve topraklarından beslendiği Keşan’da muazzam bir resital sunuyor. 2006 yılında The Guardian’da çıkan bir makalede klarnetin Coltrane’i olarak geçiyor.2 Dünyadaki sayılı klarnetçilerden olduğu ve eski ile yeni arasındaki köprü görevi müzik makalelerinde vurgulanıyor.
Ancak böyle bir performans sanatçısının kaçınılmaz kaderi olan düzensiz hayat ve yoğun tempo Selim Sesler’in kalbini yormaya başlıyor. Yaşadığı kalp yetmezliği nedeniyle klarnete ara veriyor. Kalp nakli için sıra beklerken hayatını normal sürdürebilmesi için 2012 yılında yapay kalp takılıyor Selim Abi’ye. Hastane günlerinde “Bana uygun kalp bulunursa yeniden çalmaya başlayabileceğim, o zaman özgürleşeceğim” diye ifade ediyor duygularını Selim Sesler. Ancak ne o kalp bulunabiliyor ne de Selim Abi özgürleşebiliyor. Ülkede değeri bilinmeyen başka bir değer, 9 Mayıs 2014 günü aramızdan ayrılıyor.
Senelerce Badehane’de çarşambaları sahne aldı Selim Abi. O geceler boyunca kaç kişi onu kelinden öptü, kaç kişi “Bir tulum daha çalsana be abi” diye kafasını şişirdi, kaç kişi rakı ikram etti, kaç kişi onun çaldıklarının fonunda aşık oldu, kaç kişi manitasından ayrılma kararı verdi bilemiyoruz. Ancak tek bildiğimiz; artık ne Selim Abi kaldı, ne yaşadığı Tarlabaşı, ne de Badehane. Hepsi masal oldu.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane