14 Şubat 2013’ün sıradan bir sabah olmasını bekliyordum. Daha doğrusu olacaklara hazırlamıştım kendimi. Sosyal medyada kötü yazılar paylaşılacak, berbat kalemlerin aforizmaları ortaya saçılacak, son dakikada sevgilisine hediye almaya çalışan milyonlarca insan internet sitelerini kıracak, sonra bundan şikayet eden yorumlar yazacak, kanallar akşam haberlerine koyacakları söyleşiler ve bantlar için çevrede görüş bildirmek isteyen çiftleri arayacak. Bu ve bunun gibi şeyler. Hepsi için hazırlamıştım kendimi. “Daha fazla ne olabilir ki?” diye düşünüyordum.
Yanılmışım. Daha fazlası oldu. Hem de sabah saatlerinde, daha yeni uyanmışken. Şu çağda ucundan kıyısından sporu takip edenlerin bile unutamayacağı bir haber “Son Dakika” etiketi ile bütün dünyada dolaşıyordu. Oscar Pistorius, kız arkadaşı Reeve Steenkamp’ı öldürmüştü.
2013’ün spor adına en unutulmaz anını düşündüğümde aklıma bu geldi. Sahada geçen, rekabete dayanan, birilerinin birilerini yendiği çok özel anlara şahitlik etmiştim. Miami Heat’in şampiyonluğunu veya Spurs ile oynadıkları finaldeki o meşhur altıncı maçı sayabilirdim. Daha hafızalarda taze olan bambaşka şeyler de vardı. Fakat bu klâsik örnekler birkaç dakikalık heyecanı ve arkasından gelen mutluluğu simgeliyordu. Tekrar izlediğimde o gülümsemeyi, o heyecanı, o evin içinde ne yapacağını bilemez bir şekilde dolaşmayı hatırlıyordum fakat bütün bunlar 2013’te spor izlemenin ve bunun üzerine bir şeyler karalamanın o garip, belki de açıklanamaz hissini vermiyordu.
Oscar Pistorius’un hikâyesine herkes gibi ben de ilgi göstermiştim. Bütün engelleri aşması, küçüklük anıları, hayata tutunuşu, yarışlarda gösterdiği azim ve rekabet etkilemişti. Öykünün kendisi zaten etkileyiciydi fakat işinin ehli yazarların ve reklamcıların elinde parlatılıp büyümüştü. Bir atlet olan Oscar’dan çok bir ikon olan Oscar’ı tanıyorduk. Dünyanın bu “Kendini iyi hisset” hikâyelerine ihtiyacı vardı. Güney Afrikalı da böyle ünlenmişti. Modern bir aziz, çocuklar için bir idol, büyükler için bir ilhâm kaynağı, herkes için umudun simgesi olarak. Bir insandan ziyade bir poster.
Gözlerimizi kapamış, kulaklarımızı tıkamıştık. Oscar’ın kişiliği üzerine kaleme alınan uzun yazıları okuyor, onun karakterinin kıyıda köşede kalmış yanlarına göz gezdiriyor fakat pek de üzerinde durmuyorduk. Mesela New York Times’ta 18 Haziran 2012’de çıkan “The Fast Life of Oscar Pistorius” gibi yazıları okuyor; ünlü atletin sinirli kişiliğinden, silah ve hız tutkusundan, farklı geçmişinden haberdar oluyor, daha önce birçok başka durumda yaptığımız gibi gözlerimizi kapamayı tercih ediyorduk.
14 Şubat sabahı ise her şeyi değiştirdi. Reeva Steenkamp’ın Oscar Pistorius tarafından öldürülmesi bir anda bütün dünyanın gündemine düştü ve herkes Güney Afrikalı atletin kişiliğinden, geçmişinden parçalar araştırmaya başladı. Her şeyin bir nedeni vardı. Ya da biz öyle düşünüyorduk. Aramaya koyulduk. Geçmişte okuduğumuz ama görmediğimiz şeylere yöneldik. İstediklerimizi bulmuştuk. Bak işte eski sevgilisinin arkadaşına böyle şiddet uygulamış. Bak şuna böyle bağırmış. Bak bunu şöyle tehdit etmiş. Görgü tanıklıkları, birinci ağızdan anlatılan öyküler, ünlü atlete yakın gazetecilerin aktardıkları kocaman bir puzzle’ın öteki yüzünü gösteriyordu. Bunların hepsi daha önce de biliniyordu, sadece kimse bunları bir araya getirmeye çalışmamıştı. Çünkü böyle bir puzzle’ı vitrine koyamazdınız.
21. yüzyılda yaşıyoruz. Artık televizyonda, internette gördüğümüz şeylere, çevreden dinlediğimiz hikâyelere inanmama eşiğini çoktan aştık. Hepimiz biliyoruz, acayip şeyler oluyor. Bu hep böyleydi. Milyonlarca kaynağa ulaşma imkânımız var ve gittiğimiz her yol bize insan doğasının temellerini gösteriyor. Kötüyüz, her şeyi yapabiliriz.
Bunu sadece yaşamdan da öğrenmedik. Filozoflar, dünyanın gidişatına kafa yoran adamlar bunları bize anlattı. Yazarlardan okuduk. 19. asır edebiyatı, bilhassa çok hayran edinen Rus romanları bize bunları göstermedi mi senelerce? Yıllar evvel Adolfo Bioy Caseres’in Morel’in Buluşu romanına yazdığı önsözde bunu anlatır Borges. Moda olan romanlardaki anlayıştan şöyle bahseder:1
“Ruslar ve Rusları izleyenler hiçbir karakterin olanaksız olmadığını bıkkınlık verecek ölçüde gösterdiler. Aşırı mutluluk nedeniyle intihar, merhamet nedeniyle cinayet, sonsuza dek ayrılmayı göze alacak kadar birbirine aşık kişiler, aşktan ya da alçakgönüllülükten dolayı ihanet edenler…”
Bu yazıyı Buenos Aires’te kaleme aldığında takvimler 2 Kasım 1940’ı gösteriyordu. O günden beri insanlığın daha iyiye gittiğini iddia eden yoktur, öyle değil mi? Birçok felaket gördük ve bunu anlamak için soykırımlar, atom bombaları üzerine belgeseller izlemeye, kitaplar okumaya gerek yok. Sabahları beş dakika Müge Anlı’nın programını açın, kâfi.
14 Şubat ve sonrası sıradan bir süreç değildi. Klâsik olarak cinayete odaklanıp o gece yaşananları çözmeye çalışmadı çoğunluk. Geçmiş çok daha önemli gözüküyordu. Pistorius ile kız arkadaşının ilişkisinin detayları ortaya dökülüyor, herkes bunun bir cinayet mi kaza mı olduğuna karar vermeye çalışıyordu. Fakat garip bir şekilde davadaki son gelişmeler pek kimsenin ilgisini çekmiyordu. Bir spor yıldızının, bir ikonun, bir imajın parçalandığı duygusuydu sanki kitleleri ilgilendiren. Göründüğü gibi olmayan bir kahraman ve onun yaptıkları merak konusuydu. Neden? Bilmiyorum. Belki ona bakarken kendi doğamız hakkında bir şeyler buluyorduk, belki de bulmayı umuyorduk.
Bu filmi daha önce görmüştük. Bilgi çağında pek bir şey gizli kalmıyor ve kendi ellerimizle yükselttiğimiz kahramanların çoğu zaman sahte olduklarını biliyoruz. NFL’den kaç intihar haberi geldi son yıllarda? Kaç doping vakası gördük bütün sporlarda? Kaç skandal haberi okuduk? Her seferinde “Artık uyandık, bir daha kanmayız” diyoruz ve yine kanıyoruz. Hiçbir şey değişmiyor.
Sürekli yenisi çıkan ve hep daha iyi görüntü veren televizyonlarımız bize sporcuların bedenini kusursuz bir şekilde göstermek üzerine kurulu. Spor, o beden ve o bedenin başka bedenlere karşı yaptıkları demek. Bilgisayar ekranı o ise o bedenin perde arkasında neden oluştuğunu gördüğümüz bir çöp kutusu. Okuyoruz, görüyoruz ve sonra Geri Dönüşüm Kutusunu Boşalt tuşuna basıyoruz.
Bitirmeden, eskilerden sevdiğim bir yazarı hatırladım. Adı W.C. Heinz. Geçen asrın ilk yarısında Amerika’da spor yazarlığının altın çağını yaşamış, Hemingway’in bile hayranlığını kazandığı romanlara, denemelere, maç yazılarına imza atmıştı. Yaşlılığına doğru kapısına gelen herkes onun sırrını merak ediyordu. Nasıl bu kadar iyi bir yazar olmuştu? Heinz spor yazarlığından çok daha evvel icra ettiği savaş muhabirliğinin onu gerçek bir yazar yaptığını ifade etmiş, sırrını “Savaşta o kadar dramatik hikayeler yaşanır ki bunları kötü yazma imkânınız yoktur” olarak açıklamıştı.2
Artık savaşlar bitmiyor. Televizyonda, gündelik hayatımızda, minibüste, sporda sürekli bir savaş hâli var ve artık gerçek bir yazar olmak için cepheye gitmenize gerek yok. Dışarı adım atmanız ve bir aylık akbil almanız yeter. Bir izleyici ve kendi hâlinde bir spor yazıcısı olarak 2013’ten bana kalan bu oldu. Borges’in dediği gibi hiçbir karakter olanaksız değildir. Ruslar bunu anlatmadıysa Oscar Pistorius ve başkaları gösterebilir. İyi yıllar dilerim.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane