Skip to content

Yayın İlkelerini Digiturk’ten Öğrenecek Değiliz!

Yayınlar ikiye ayrılır: İlkeli yayınlar ve daha ilkeli yayınlar.

Theophrastus, Karakterler adlı şaheserinde otuz farklı insan karakterini eşsiz gözlemlerle dile getirir. Aradan geçen iki bin seneciğe rağmen, temel insan tiplerinin çok büyük yapısal değişikliklere uğramadığını sergileyen kategorizasyon, şu iki karakterle açılır:

  1. Sinsi: Aslında genel olarak alındığında, sinsilik söz ve eylemlerde alttan almak diye düşünülse gerek. Ama sinsi insan öyle bir adamdır ki, düşmanlarıyla karşılaştığında nefretini gizleyip onlarla sohbete dalar; arkalarından kuyu kazdığı kimselerle yüz yüze geldiğinde onları över; kötü duruma düştüklerinde onlarla birlikte üzülür; hakkında kötü konuşanları bağışlar ve hakkında söylenen şeylere kızmaz. Haksızlığa uğradıkları için öfkeden köpüren kimselerle sakin sakin konuşur; kendisiyle hemen görüşmek isteyenlere sonra gelmelerini söyler. Yaptığı işlerin hiçbirini açıklamaz, karar aşamasında olduğunu söyler; henüz geldiğini, geç olduğunu, yorgun olduğunu bahane eder. Faizle borç isteyenlere ve bağış toplayanlara(…) Bir şey satarken satmadığını, satmazken de sattığını söyler; bir şey duyunca duymadığını, gördüğü halde görmediğini, konuştuğu halde onu anımsamadığını, bazen araştıracağını, bazen bilmediğini, bazen şaştığını, bazen zaten kendisinin de böyle düşündüğünü söyler. Kısacası, şöyle konuşmakta üstüne yoktur: “inanmıyorum, sanmıyorum, şaşıp kaldım, kardeş”, gene “söylediğin şey başka türlü oldu; aslında bana söyledikleri bunlar değil; bu iş bana ters geliyor; bunu başkasına anlat; sana mı inanmayacağım, ona mı suç bulacağım, bilmiyorum; aman dikkat et, gözü kapalı kanmayasın.” [Sinsi insanda böyle konuşmalar, kurnazlıklar ve nakaratlar bulmak mümkün; yılandan çok bu iki yüzlü ve hilekar karakterden sakınmalı.]1
  1. Dalkavuk: Dalkavukluk, dalkavukluk edene çıkar sağlayan bir ilişki olsa gerek. Dalkavuk öyle bir insandır ki, birinin yanında yürürken şöyle der: “farkında mısın, herkes sana bakıyor? Bu kentte senden başkasına yapılmaz bu; dün de Stoa’da seni övüyorlardı. Otuzdan fazla insan oturmuş, en iyi insan kimdir diye konuşuyorlarken, senin adınla oturup senin adınla kalktılar”. Buna benzer başka şeyler söylerken, bir yandan da karşısındakinin harmanisinden iplik koparır, rüzgar saçlarına bir çöp uçurmuşsa, çöpü alırken gülerek şöyle der: “görüyor musun? İki gündür seni görmeyeli saçlarına ak düşmüş; aslında senin yaşında bir adam için başkalarına oranla saçların siyah!” O konuşurken, başkalarını susturur; dinleyeni över ve her durakta “bravo!” diye ortaya çıkar. Soğuk bir şaka yaptığında da güler ve sanki gülmesini tutamıyormuş gibi, harmanisiyle ağzını örter. Karşıdan gelenlere o geçinceye kadar durmalarını söyler. Çocuklarına elma armut alıp getirir, onun gözü önünde verir ve çocukları “soylu baba yavrucukları” diye okşar. Birlikte çedik almaya gittiklerinde, ayaklarının çedikten daha biçimli olduğunu söyler. Dostlarından birine giderken, önden koşarak, “sana geliyor” diye haber verir; sonra geri dönüp “haber verdim” der. Söylemeye gerek yok: kadın çarşısına bir solukta gidip alışveriş yapabilir. Yemek yerlerken, şarabı ilk o över ve şöyle der: “ağzının tadını bilirsin”. Sofradaki yemeklerden birini kaldırıp, “bak, işte bu çok yararlı” der. Üşüyüp üşümediğini, sırtına bir şey almak isteyip istemediğini sorar, bir yandan da üstünü örter. Eğilip kulağına bir şeyler fısıldar, başkalarıyla konuşurken gözünü ondan ayırmaz. Tiyatroda minderi kölenin elinden kapıp kendisi altına serer. Güzel bir evi olduğunu, tarlasının bakımlı olduğunu, resminin kendisine benzediğini söyler. [Kısacası, dalkavuğun yaranmak istediği kimselere bütün bunları söylediğini ve yaptığını görmek mümkün.]2

Theophrastus’un bu mizahi karakter betimlemeleri, tam da mizahın sosyolojik fonksiyonlarından biri gereği, evrensel birtakım acı gerçeklere vurgu yapar. Ben de 18 Ağustos 2013 tarihli sportif bir olay ve sonrasındaki gelişmeler kapsamında söz konusu iki karakteri “örneklerle” açıklamaya çalışacağım.

Esasında mevzu elbette ki 18 Ağustos’taki Beşiktaş-Trabzonspor maçının öncesine dayanıyor. Tüm Dünya’nın birlik olup “fazla büyüyen” Türkiye’nin hızını kesmek için elinden geleni ardına koymadığı Gezi sürecinin ardından, zaten var olan sansür mekanizması daha da korkunç boyutlara ulaştı -malumunuz. Gittikleri her şehirde, o şehrin futbol kulüplerinin atkılarını boyunlarına dolayıverip boy göstererek spora siyasetin kralını karıştıran devlet büyüklerimiz, Olimpiyat/Avrupa Şampiyonaları gibi organizasyonları TOKİ ihaleleriyle eş değer tutarak, üst üste gelen doping skandallarının ardını arkasını kesemeyerek, sporcularının ırkçı ifadelerini cezalandırmak yerine onları ödüllendirerek, Akdeniz Oyunları ve WTA sezon sonu turnuvası gibi önemli sportif organizasyonları bir Grup Toplantısı bayağılığına indirgeyerek, milli kayakçısı Aslı Nemutlu’nun “kayak pistindeki” ölümünün izini süremeyerek (ve daha birçok örnekle…) çapsızlıklarını defalarca ispatladılar. Gensoru önergeleri geldikleri gibi gidiyorlar bu ara, kabul; ama buna da çok bel bağlamamak, konunun ilgilileri açısından orta ve uzun vadede faydalı olacaktır.

2010-14 TFF Süper Lig Medya Hakları ihalesi neticesinde A Paketi’ni 321 milyon dolarlık teklifle kazanan Digital Platform İletişim Hizmetleri A.Ş., yeni futbol sezonuna harika bir başlangıç yapmış, Lig TV’de yayınlanan Beşiktaş-Trabzonspor maçındaki Gezi sloganlarının sesini başarıyla kısmış, sloganların televizyon başındaki kalabalıklara ulaşmasını engellemişti. Lig öncesindeki hazırlık maçlarında da işaretlerini aldığımız bu sansür neticesinde, Gezi süreciyle ağır bir travma yaşayan hükümetin Spor Bakanı Suat Kılıç, “Lig TV’nin Hükümet arzusuyla tribünlerin sesini kestiği iddiası yalan. Ne böyle bir istek oldu ne de yayında ses kesildi!” şeklinde bir tivit atarak sansürü görmezden gelmiş; Digiturk tarafı ise “Yayın ilkelerimiz çerçevesinde, müsabaka yayınlarında tarafsızlık ilkesine uygunluk dahilinde, küfür, hakaret ve spor dışındaki söylemlerin yer aldığı tezahüratlara yer verilmemektedir. Sporun coşkusunu ve rekabetin keyfini yaşatmayı ilke edinen Lig TV, tribünlere renk katan tezahürat ve şovları sporseverlerle buluşturmaya devam edecektir.”3 açıklamasıyla sansürü kabul etmişti.

tt-arena

Demokrasinin en modernize edilmiş halinin yaşatıldığının iddia edildiği memlekette sansürün de en modernize halinin hüküm sürmesi, biricik güç ve iktidar odağımızın kendini savunma konusunda ne kadar donanım sahibi olduğunu gösteriyor. Direkt hükümet baskısının yanında, medya tarafından da içselleştirilen sansür, otosansür olarak hayatını mutlu mesut bir şekilde idame ettirirken, bu otosansürün spor sahalarındaki en önemli yansımalarından biri elbette ki TT Arena açılışındaki meşhur TOKİ Başkanı ve Başbakan yuhlamaca sekansıydı. Hükümetin, haber içeriklerine bu kadar müdahale ettiği demokrasimizde, iç politik baskının soluğunu hep ensesinde hisseden medya, farklı çıkar ilişkilerinin de varlığıyla, otosansür konusunda kendini hep bir adım öne götürüyor, teknolojinin tüm imkanlarını kullanarak muhalif her sesi kısageliyor. “Kısmak” fiili, işbu yazıdaki örneğe geldiğinde, mesleki sorumluluk/mesleki dezenformasyon ayrımı noktasında daha da anlam kazanıyor elbette!

Kısmak, kesmek, biçmek, yasaklamak gibi fiillerle çeşitlendirilebilecek en absürt örneklerden biri, 2015 Avrupa Şampiyonası eleme turunda karşı karşıya gelen Türkiye ve İsveç arasında Kasımpaşa Recep Tayyip Erdoğan Stadı’nda oynanan maça damga vuran “biber gazı”nın(!), başta Futbol Federasyonu olmak üzere, birçok yayın organında görmezden gelinmesi ve takımın teknik direktörü Abdullah Ercan’ın “Biber gazı hızımızı kesti” açıklamasının sansüre uğratılması olabilir. Bazı Süper Lig maçlarının 34. dakikalarında yoğunlaşan güç ve iktidar odakları karşıtı protestoların sansüre uğratılmalarıyla ilgili en trajikomik örneklerden biriyse, 22 Eylül’deki Beşiktaş-Galatasaray maçında yaşanmıştı. Ağustos ayındaki maçta “yayın ilkelerini” öne süren Digiturk yönetimi, bu kez orijinallik dozunu arttırmış, “Sık Bakalım” ve “Her Yer Taksim Her Yer Direniş” ağırlıklı sloganların sesini kısmakla kalmayıp “eski maçlardan” tribün seslerini yayına vermişti.

Theophrastus -toprağı bol olsun- ölümsüz gözlemlerini Karakterler’de ete kemiğe büründürürken, “sinsi” ve “dalkavuk” tipleriyle şu ana kadarki kısımda adları sıkça tekrarlanan bir kişi ve bir kurum gibilerini işaret ediyordu. Spor Bakanımızın tivitiyle Theophrastus’un “Sinsi” betimlemesindeki “Kısacası, şöyle konuşmakta üstüne yoktur: “inanmıyorum, sanmıyorum, şaşıp kaldım, kardeş”, gene “söylediğin şey başka türlü oldu; aslında bana söyledikleri bunlar değil; bu iş bana ters geliyor; bunu başkasına anlat; sana mı inanmayacağım, ona mı suç bulacağım, bilmiyorum; aman dikkat et, gözü kapalı kanmayasın” bölümünü ve Digiturk’ün amansız sansür politikasıyla yine Theophrastus’un “Dalkavuk” betimlemesindeki “Dalkavuk öyle bir insandır ki, birinin yanında yürürken şöyle der: “farkında mısın, herkes sana bakıyor? Bu kentte senden başkasına yapılmaz bu; dün de Stoa’da seni övüyorlardı. Otuzdan fazla insan oturmuş, en iyi insan kimdir diye konuşuyorlarken, senin adınla oturup senin adınla kalktılar” bölümünü -ve fazlasını- üst üste getirdiğimizde taşlar yerine daha da iyi oturacaktır.

Bugüne geldiğimizde… Nerede bir sivil itaatsizlik örneği görse, bu yazıya sığmayacak derinlikteki ve kapsamdaki, medya patronunun finansal çıkarlarını kollama, hakkında soruşturma açılması korkusu, işini kaybetme tehlikesi üzerinden sendikasızlık ve güvencesizlik gibi kimi nedenlerden dolayı otosansüre başvuran anaakım medyaya, belli statlar Hükümet ve Çevik Kuvvet karşıtı sloganlarla yıkılırken sansürün her türlüsünü “yayın ilkeleri” uğruna gerçekleştirerek katkıda bulunan Digiturk, 30 Kasım 2013 tarihli Fenerbahçe-Beşiktaş maçındaki sloganları “görece” uzun bir süre boyunca kısmamış, seslerin bizlere ulaşmasına göz yummuştur. Yazıda bahsedilen meşhur Beşiktaş-Galatasaray sansürü göz önünde tutulduğunda, Digiturk’ün “boş bulunduğunu” söylemek biraz masum bir yaklaşım olur ki, kendilerinin bu konuda ne kadar hazırlıklı olduğunu iyi biliriz. Son birkaç haftada ince ince baş göstermeye başlayan bu otosansür gevşekliği, sebebi ne olursa olsun akılları karıştırıyor ve bazı soru işaretlerini beraberinde getiriyor…

“Hakkımızda bizim yerimize en hayırlısına karar verengillerden” Digiturk’ün aylar süren istikrarlı tutumundaki bu değişikliğin münferit olduğuna inanmak istiyor, hiç öyle öküz altında buzağı aramıyor (Ne? AKP-Cemaat savaşı mı dediniz!), kendilerini sadece ve sadece tekrar eskisi gibi “ilkeli yayın” yapmaya davet ediyorum. 19 Ağustos tarihli “dik duran” açıklamalarını hatırlayınca, gayet basit ve naif bir istek…

O zaman mı “ilkeli” yayın yapıyordunuz, şimdi mi?

İlkelerinizin uygulanma dozunu belirleyen başlıca faktörler nelerdir?

Teşekkürler.

  1. Theophrastus, Karakterler, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, 1998, s. 19. []
  2. A.g.e., s. 21. []
  3. Digiturk’ün kafası çok karışık… 12 Şubat 2012 tarihli Orduspor-Antalyaspor maçıyla ilgili olarak ortaya atılan “Gençliğe Hitabe’nin sesi kısıldı” iddialarını, yine tarafsızlık ilkesini öne sürerek, ama bu kez “Digiturk, kurulduğu günden bu yana sansürün her türlüsünün karşısında olmuştur. Yayıncılık prensibimiz gereği sadece değerli izleyicilerimizi rencide eden küfürlü tezahürat sırasında sesi kısmakta olduğumuzu belirtmek isteriz. Bunun dışında, tarafsızlık ilkemiz çerçevesinde yayına hiçbir şekilde müdahalemiz söz konusu olamaz” ifadesiyle yalanlamıştı: http://www.digiturk.com.tr/digilife/kurumsal-haberleri/genclige-hitabe-sansuru-iddialarina-cevap []