Bazı insanlarla ilk karşılaşmanızı hiç unutmazsınız. Bazen gerçekten unutmamanızın imkanı olmayan bir şey olduğu için, bazen de öylesine, aklınızda kalır o ilk görüşme. İlk seferde önemsiz bir detay kalır aklınızda, sonra o insan hayatınızda diğerlerinden başka bir yer edinirse büyür, “anı” olur. Greta Gerwig’le ilk karşılaşmamız unutulacak gibi değildi. Bir !f İstanbul akşamüstünde Nights and Weekends’in açılış sahnesiydi söz konusu olan: Uzun mesafeli ilişki yürütmeye çalışan iki sevgili Joe Swanberg ve Greta Gerwig eve giriyorlar ve yere yatıp sevişmeye başlıyorlar. Müzik yok, kesme yok, muhtemelen evde Swanberg ve Gerwig’den başka kalabalık bir ekip de yok. Estetik mi, bilmiyorum. Ama gerçekçi mi, kesinlikle. Gerwig’in perde personasını kabaca özetleyen bir durum.
Gerwig, tıpkı Nights and Weekends gibi, Swanberg gibi, Andrew Bujalski veya Duplass Biraderler gibi mumblecore akımının kilit isimlerinden birisiydi. Bunların her birisi hak ettikleri ölçüde büyüdüler. Ama Gerwig’inki daha büyük ve daha sembolik oldu. Zaten onun hali, tavrı, ifadesi, fiziği, her şeyi mumblecore’un yapmaya çalıştığı şeyin vücut bulmuş haliydi. Bağımsız sinema denen filmleri bile Hollywood blockbuster’ı gibi gösterecek kadar düşük bütçeli, kasti şekilde sanatsallıktan uzak, diyalogları doğaçlama ve senaryosunda “drama”yı reddeden mumblecore filmleri güzel bir lezzetti. Bugün Duplass’ların Jason Segel’la, Swanberg’ün Olivia Wilde’la film çekiyor olması o dosyanın kapandığını gösterebilir, mumblecore’cular da hiçbir zaman Dogme gibi bir anlaşma imzalamamışlardı zaten. Ama bir şekilde kolektif gibi çalışıyorlardı, bir filmi çeken, diğerinin filminde oynuyordu. Gerwig: “Çok az paramız vardı. Sabah kalkıyorduk, kahvaltımızı ediyorduk. ‘Bugün ne çeksek?’ diyorduk. Yüzlerce saatlik çekim biriktirip en utanç verici olanları filme koyuyorduk. O gün ilgi çekici olan ne varsa, ertesi gün oradan devam ediyorduk.”1
Greta Gerwig’in oyunculuk tarzı mumblecore için biçilmiş kaftan gibi görünüyordu, ama o akvaryumdan denize çıktığında da aynı derecede etkileyiciydi. Konuşurken cümleleri devriliyor, gözlerini kaçırıyor. AO Scott’ın deyimiyle diksiyonu sinemadaki gibi değil, kafede yan masada konuşan birininki gibi.2 Frances Ha’da sarhoş halde yaptığı nefis monologdaki gibi, büyük cümleleri ağzında eritiyor. Kostümlerle, makyajla oynamıyor, öyle bir filmde nasıl durur, tahayyül bile ettirmiyor. Büyük harflerle OYUNCULUK yok onun zanaatinde. Ama koşmak, yemek yemek, küçük cümleler kurmak gibi en basit durumları perdede izlenir kılmayı biliyor. Rol yapmıyor, doğal oynuyor falan değil, düpedüz, rol yapmamanın rolünü yapıyor Greta. Galiba bu yüzden Bret Easton Ellis onun için “Günümüzde Amerikan sinemasındaki en ilgi çekici oyuncu” diyor. Eğer Greta bir filmdeyse – From Rome With Love istisnası dışında – o filmdeki en ilginç şey o oluyor. Karakterlerinin ismi sıklıkla filmin de adı oluyor, bundan işte: Hannah, Frances, Lola. Ki Greenberg’ün de adı Florence olabilirdi, olmalıydı. Noah Baumbach’la birlikte ilk filmleriydi, Greta’nın ilk “büyük bütçeli” film işiydi, Ben Stiller başroldeydi. Ama Stiller dahil herkes o filmdeki asıl ilgi çekici olan şeyin Greta Gerwig’in karakteri olduğu konusunda hemfikirdir herhalde. Whit Stillman harikası Damsels in Distress’ta da öyleydi: Tüm düşüncesizliğine, sarsaklığına karşın Analeigh Tipton’ın varlığına rağmen asıl ilginizi çeken, tanımayı isteyeceğiniz karakterin Violet olduğunu biliyordunuz.
Frances Ha tüm bunların birkaç adım ötesinde, Greta Gerwig’in en sevilesi karakteri. Noah Baumbach, gönül arkadaşına güzellik mi yapmak istemiş bilinmez, bugüne kadar yer verdiği baş karakterleri arasında en çok Frances’a iyi davranıyor. Squid and the Whale ve Greenberg’ün karakterleri enikonu daha “başarılı” tipler olmasına karşın Baumbach’ın sempatisine Frances kadar sahip değildi. Siz de 27 yaşında bir genç kadının iş ve ev bulma, düzen kurma, arkadaş çevresindeki değişimlerle baş etme gibi son derece olağan mücadeleleri içerisinde vakit geçirirken Frances’ın başarmasını istiyorsunuz. Mumblecore günlerindeki gibi oyuncuların da yaratım sürecine dahil olduğu bir film Frances Ha: İki aşık Noah ve Greta filmde senarist olarak görünüyorlar. Greta şunu söylemekte haksız değil: “Gerçekten iyi bir rol oynamak istiyorsanız onu sizin yazmanız gerekiyor.”
İnsan Frances Ha’yı izledikten sonra Noah ve Greta birbirlerini çok sevsinler ve birlikte çok güzel filmler çeksinler istiyor. Woody’nin Mia Farrow’u veya Diane Keaton’ı gibi. Siyah beyaz New York’uyla kaçınılmaz bir şekilde Manhattan’ı anımsatan, yönetmenin önceki filmlerindeki gibi Yeni Dalga’nın kulağını da çınlatan Frances Ha müthiş bir film, kanımca yılın en iyilerinden, ama o kaynaktan kimbilir daha nelerin gelebileceğine dair mükemmel bir iştah açıcı aynı zamanda.
Sinema Dersleri’nde Jean-Luc Godard şöyle diyordu: “Film çekmek mi istiyorsun? Bir kamera al ve başla. Sevgilinin filmini çekmek mi istiyorsun? Bunu yap, büyük ressamlar aşık oldukları kadınları nasıl resmediyorlarsa öyle yap.” Noah, Greta’ya aşık. Hangimiz biraz değiliz ki?
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane