Madem haftada 3-4 gün koşuyorum, hiç değilse bir şeye hazırlanayım dedim. Avrasya 15 kilometre başta fazla gelmişti, yarış bitti hala fazla geliyor. Yazıyı yazarken arada bacağımdaki damarlarla konuşuyorum. Çok iyi çocuklar hepsi.
Sabah insanı değilim, 06:30’da normalde tuvalete kalkıp yarı uyur halde işiyorum ama bugün zımba gibi kalktım. Akşamdan giyeceklerimi falan hazırlamıştım ama zaten kalkar kalkmaz kahvaltı edemeyen biri olarak önce hazırlamak, sonra üstüne onu yemek çok koydu. “Sabah ne yesem?” konulu araştırmamda çift haneli kaynaklara kadar çıktım ama en azından ortak bir şeyler bulup aklıma yatırdım son bir hafta içinde. Sonuç: Yağsız kırılmış yumurta, iki dilim çavdar ekmeği, biraz hellim, az bir şey de çay. Kahvaltıyı halledip, bir muz ve 3 mini milkyway’i yanıma alarak evden çıktım.
“Ya Pazar Pazar neyin koşusu allaşkına” diyen taksici abiye laf anlatmaya çalışmadım pek. “Bunun yüzünden ligde maç oynanmıyor ya, yolları kesmişler. Biz hizmet bekliyoruz, onlar yol kesiyor” diye devam etti hele… Keşke “yav hehe” swfyi gerçek hayatta da kullanabilsek.
Daha önce profillik fotoğraf çektirmeli halk yürüyüşüne bile katılmamış bir Avrasya çömezi olarak Taksim’deki otobüslere ulaştığım andan itibaren bayağı heyecanlıydım zaten. Muhteşem koşu takımları giyinmiş, her biri ayrı über Gürbüz Alman Gençleri Birliği’yle aynı otobüse binmem büyük talihsizlikti ama moral bozmadım. Benim de içliğim Tchibo sonuçta…
Isınmasıdır, hazırlığıdır, çipi ayakkabıya bağlamasıdır bayağı hızlı geçti otobüsten iniş ve yarış arasındaki zaman. Zaten vardığımızda herkes yavaştan ısınmaya ve açma-germeye başlamıştı, ben de başlayayım bir an önce dedim. Köprü durağının altındaki çimenlikte ısınmaya inerken kendimi bir anda muhteşem kıçlara sahip bir grubun arasında buldum. Sonra algıda genelleme mi oluştu bilmiyorum, koşu taytı giyen bütün kadınların kıçları harika gözükmeye başladı. Neyse, ben de ısınmaya geçtim. O arada elinde mikrofon olan Zeki Alasya peltekliğine sahip birisi tüm dünya dillerinin içine etmeye çalışıyordu millete merhaba derken. Sonra zaten mikrofonu bando aldı. Gerçi anlamadığım bir şey var, çoğunluk konsantre olmaya çalışırken bir anda “yarış öncesi milli marşı” okunmaya başladı. Lan n’oluyor demeye kalmadan o bitti, Kadir başkan “sevgili koşucular” diye söze girdi ve startı verene kadar konuştu. Halbusi ben o sırada planladığım gibi Kasabian-Club Foot açmıştım, gaza geliyordum. Yok, illa konuşulacak.
Yarış başlar başlamaz en az 15 kişi “ya hgs yok nası geçecez gişelerden ısısısıss” diye yanındakine yamanmaya başladı. Hızlıca aralarından geçip köprüye attım kendimi. Dün akşam hava durumunda rüzgar olduğu görülüyordu da, ben bu kadar etkileneceğimi pek tahmin etmemiştim. Köprüde iyi dayak yerken birisini domestik olarak kullanmak geldi aklıma, o Alman gürbüzlerden bir elemanın arkasına geçip hiç değilse kestim biraz rüzgarı. Bu arada köprü üstüne ve Dikilitaş çıkışına doğru yavaş yavaş stadyum çevresi efradı toplanmaya başlamıştı. Pek muhterem üç büyüklerimizin renklerine sahip bantlar, çekirdek, su ve “maç gürültüsü çıkargacı” dolu sepetini yerleştiren emicenin olaydan hiç haberi yoktu sanırım.
Barbaros’ta kaptırır inerim diyordum, benden önce bunu düşünüp uygulamaya başlamış birisinin 500 metre tökezler halde koştuktan sonra düşeyazdığını görünce temkinli geçeyim dedim. Lan normalde haftada 3-4 gün 5 km’yi en fazla 27-28 dakikada koşuyorum, bugün 5 km geçişim 30 dakika oldu. Meğer 15 km’nin sonunda patlamayayım düşüncesiyle bayağı yavaş tempo gitmişim. Haliyle ikinci 5’te tempo artırdım. Bu sefer başka sıkıntı çıktı. Hayatımda ilk kez su istasyonundan su alacağım için standı gördüğüm an gerilmeye başladım. “Ya yavaşlarsam tempo kaybederim, hızlı olursam alamayabilirim” derken, pat, birisi elime açık şişe tutuşturdu. Yalnız suyun yanında elma dilimi olması hakikaten çok tuhaf geldi. Tamam vitamin, ne bileyim potasyum falan ne haltsa lazım ama, ben FM oynarken oturduğum yerde yediğimde boğulma tehlikesi geçiriyorum elma yüzünden. Koşarken nasıl yiyor insanlar anlamadım.
Hazırlık döneminde sadece bir kez 15km koşmuş biri olarak, tam Tophane civarında bacaklarda yanma hissetmeye başlamıştım ki, kenarda aşırı güleryüzlü bir bando gördüm. Depomu doldurdular. Öyle güzel insanlarsınız ki…
Eminönü girişinde, tam köprüyü tırmanmaya başlamıştım ki, arkamda seyircilerin “vöeöy” çığlıklarını duydum. Biraz yavaşlamıştım zaten, az daha tempo düşürdüm olayı görmek için, meğer orta tempo koşarken aynı anda üç topla jonglörlük yapan bir atlet için bağırıyorlarmış. Adam 15 kilometre koşuyor, koşarken durmaksızın üç topla jonglörlük yapıyor. #öeh
Ben 10 km geçişlerinin ayrı olduğunu bilmiyordum. 10 km’cilerin bitiş çizgisine 56 dakika civarıyla gelince ne olduğumu şaşırdım. Meğer 15’çilerin 10 km geçişi daha ilerideymiş. Boşa sevinmişiz. Balat’tan dönüleceğini biliyordum, o yüzden kendi kendime “bu son geçişten sonra bu yönde ne kadar koşarsak, bir o kadar da geri geleceğiz” diye diye ufukta dönüş bölümünü aramaya başladım. Tam dönüşe geldim, tamam dedim, bir şey kalmadı, bu sefer ayakkabı patladı. Zaten bitmiş haldeyim, aşağı yukarı bir 2 km daha var, acaba bıraksam mı diye düşünürken o çıkageldi… Tam yavaşlamışken solumdan geçen muhteşem fizikli bir kızın peşine takıldım – çok acayipti yalnız, numarasını hatırlıyorum, sonuç listesinden bakacağım – bir anda bastım gaza. O olmasa çok büyük ihtimal son kilometreyi yürürdüm.
Yarış bittikten sonra duramadım. Kasların enerji harcamaya devam etmesi falan çok doğal da, bayağı bayağı duramadım. Neyse ki sertifika sırası vardı da, çarpıp yavaşladım, sonra başladım elime tutuşturulan muza abanmaya. Her yanım ağrıyordu, nabzım arşa çıkmıştı ama değmişti: 1:18:04.
Yazımı burada noktalarken son olarak;
– Bunca kıçı güzel gösteren taytların üreticisine
– Tophane’deki bando takımına
– Eminönü girişindeki jonglöre ve sağdan koşan herkese çak yapan yaşlı amcaya
– Kadir Has Üniversitesi’nin önündeki su standından su aldıktan sonra tam yüzüme sigara üfüren polise
– Metrobüs beklerken çantamı görünce “bunların yüzünden kapattılar işte koskoca köprüyü” diye çemkiren ve eşinin “sus duyacak” uyarılarına rağmen “ya ne duyacak yabancıdır bu, Türk adam Pazar günü o kadar koşar mı” demekte ısrar eden adama
– Patlamasına rağmen beni yarı yolda bırakmayan 8 yıllık koşu ayakkabılarıma
– Büyük ihtimalle sizi hiç ilgilendirmemesine karşın bu yazıyı sonuna kadar okuduysanız da size
Teşekkürü bir borç bilirim. Sonunu bağlayamadım. Neyse, gideyim ayakları buzlu kovaya bırakayım.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane