Skip to content

Here and There

"With Robinson Crusoe, the self had become an island."

1

“Here is where we meet.”

Şekerpınar’dan eve dönmeye çalışıyordum. Aralık ayındaydık. Şirketin bir şekilde sızdığım servis aracında, sıkılgan beyaz yakalılarla geçen takriben 45 dakikanın ardından şehrin görece bildik yerlerine varmıştım. Sonra durduk. Daha önce koca bir yaz ayını murdar ettiğim diğer şirketin insan-kaynakları-müdürü olarak hayatıma girip çıkan sarışının kapıya yöneldiğini gördüm, yol vermedim. Kulaklıklarının arkasından bile olsa, saniyenin yirmide birinde, küçümseyerek bakmayı becerdi. Yalnızca başıma bela olan bitirme tezi için fikir danışmaya gitmiştim oraya kadar, şimdi de dönüyordum ve ötesini düşünmeme gerçekten hiç gerek yoktu. Hızlıca metronun girişine seğirttim, kaptana “Taksim” dedim. Haddini aşan uykuları âdet edinip sıklıkla içinde “zaman mefhumu” geçen şikayet cümleleri kurduğum günlerde, bu doğaçlamadan bir The Antlers konseri çıkmıştı. Şişhane’ye çektim. Peter Silberman için heyecan duyuyordum. Uzun süre sonra bu sözcüğün içini doldurabiliyorum diye (kabulün aksine, birçoğunun içini doldurması güç dev sözler olduğunun ayırdıyla birlikte) düşündüm. Yeterli değildi, bir ya da daha fazla şarkıda dediği gibi yaşadığımı hissettiren bir şeyler daha yapmalıydım.

2

“We couldn’t hear the books when the pages curled away.”

Uzun süredir ümit ettiğim bir karşılaşma. Pixies’in belirli bir şarkısında dediği gibi, belirli bir çabayı da beraberinde taşıyan bir karşılaşma. İstiklal Caddesi’nin 195 numarası. “Onca numara nereye gitmiş?” sorusunun takip edeceği 389 aydınlanması genelde birkaç ay alır: Robinson Crusoe 389. Sevmek halinin Facebook üzerindeki bir teyide mecbur algılanması gibi, “orada olmak hali” de eğer check-in yapmadıysanız eksik kalacak. Burası insanların check-in yaptığı bir kitapçı değil.1 Robinson’u içeride bir “çok satanlar” rafına yer olmaması üzerinden anlatmaktansa bunu yeğliyorum. O gün için mühim olan adresten çok, karşılaşma. Robinson’u buna imkân tanıdığı için kutsayamadan, ayaküstü sohbete girişiyoruz. Çıkmadan önce bunu yapabilmek için zamanım var ama bedava dergi çuvalından bir şeyler aşırmak daha fiyakalı. Oradan bu ihmalkârlığım nedeniyle cezalandırılmayacağımdan emin olarak ayrılabiliyorum. Çalışan gözlüklü bıyığın, emektar akademisyenin ya da bir başkasının umursamazlığı her şeyi daha kolay kılıyor.

3

“What you’re doing is extremely dangerous.”

O gün kitap almadım. Silberman’ı dinlerken ellerim özgür olmalıydı ve vestiyere kitap bırakacak değildim. Yukarıdakinden sonra Aralık 2012 de geçti. Ocak, Şubat, Mart, Nisan, Mayıs, Haziran, Haziran, HAZİRAN. Bir dolu şey olup bitiyordu. Her şeyin etrafımızda olup bitiyor olması dışında, bu duruma dair hiçbir şeyden emin değildik. David Foster Wallace artık kitap yazmıyordu. Bu ahval içinde yardım için sarılacağın ilk yazar o değildi. Lakin hep arınmanın yolunu kurmacada bulduğunu düşündüğüm bir yazardı. Bazen gizliden gizliye. Uzun süreli sevgilisi Nardil ve daha şiddetli akrabalarıyla tüm deneyimlerinden sonra doygunluğu gördüğü noktada zihnini açık tutabilmesi bununla mümkündü. Sorun şu ki, kendi yaratımı olandan, her şeyi ve daha fazlasını talep ediyordu. Bir tanesinden istediği cevabı almıştı. Infinite Jest, her şeyi karşılamıştı.

3

Yakında aradığın şeyi elde etmenin bu kadar zahmetsiz olacağından bana kimse bahsetmemişti. Biliyorum, çünkü o DFW denemelerine ulaşmak için saygıya değer bir zahmete katlanmıştım. Saygıya değdiğini ben söylüyordum. Çok geçmeden, Infinite Jest aradığım birincil şey haline geldi. Istakozların servis edilmeden önce geçtiği işlemler hakkında sıralanan detaylar başımı döndürmüştü, şimdiden küçük dipnot-içi-dipnot-içi-kapanlarda mahsur kalıyordum. Bu deneyime o gün için çok tuhaf bulduğum bir haz eşlik ediyordu elbette. Tanıdığım dünyanın dışında bir yerden geliyor gibiydi. Ve havsalamın almadığı o deneyimi, 1079 sayfa ölçeğine taşımaya çalıştım.

3

Almanca dersindeki deli zırvası icatların sonuncusunda, öykündüğümüz bir yazara –ona hiçbir zaman ulaşmayacak– ‘samimi’ bir mektup yazmamız isteniyordu. Sırasındaki kâğıda gömülmüş, David Foster Wallace’a Almanca hitap etmenin en uygun yolunun hangisi olacağını süzmeye çalışan 18 yaşında bir ergen… Gözünüzün önüne getirmeye çalışmayın, olaydaki saçmalığı ıskalayamayacak kadar kendimdeydim. İstendiği gibi, kısa kesecektim.

Sehr geehrter Herr Wallace,

Infinite Jest’in ilk 183 sayfası bugüne kadar karşılaşabildiğim en iyi 183 sayfaydı. Yirminci yaş günüm geldiğinde, geriye kalan 896 sayfayı da bitirmiş olmayı umuyorum.

Herzliche Grüße,
Cem

183 yazmamış olabilirim. Yine de palavra olduğu üç metreden anlaşılabiliyordu. Kitabı nerede bulabileceğimi çevredekilere sormaya başladım. Çok kötü birkaç tavsiyeden sonra ümidi kestim. Umursamaz anne babasının kendi haline bıraktığı beş yaşında bir çocuk harçlığını neye yatırır? Tıpkı o veledin yapacağı gibi, vaktimi abur cuburla harcıyordum ve vücuduma soktuğum her bir tanesinden sonra DFW sularının biraz daha açıklarına meylediyordum. Birisi yardımıma yetişti. Wallace’ın kısa görüşmelerindeki iğrenç adamlardan biriydi, ya da çok geçmeden onlardan biri olacaktı. Kaç yıldır haberini almadığım önemsiz, bundan hâlâ eminim.

389 numarayı aramadım ama yine de ilk denemede başarısız olmuş, aslında tarife epeyce uyan başka bir dükkânı arşınlamıştım. İkinci denemede oldu.

franzen-dfw2

4

“We should shut that window we both left open now.”

HAZİRAN. Ruhen içinde bulunduğumuz bu geçici konumdan kurtulmadan olup biteni anlayamayacağıma ikna olmuştum. Pek direnmeden. Mesainin bitimine yarım saat kala rob389.com’u tıkladım. Yenilerin en başında yürüyen Farther Away’i gördüm, Jonathan Franzen’ın son dönem denemelerini toplamışlardı. Kitabın isim babası olan denemeye ilkin The New Yorker’da rastlamış,2 sekizinci sayfa yüklendiğinde Franzen’ın oyununa ancak ayabilmiş ve o yedi sayfayı okuyarak Wallace’ın –kemiklerini sızlatamıyorsam bile– ruhunu rahatsız ettiğimi düşünmüştüm. Ama yine de iş çıkışında metroya yöneldim, Şişhane’ye geçtim. Beklentim yaşadığımı hissetmek değildi, ufukta beni heyecanlandırabilecek bir karşılaşma olduğunu zannetmiyordum. Yine de lezzetli maviyi vitrinde gördüğümde, belli belirsiz bir şey içimi gıcıkladı. Bu hissin gözlerim Robinson’un raflarında duran Infinite Jest ile buluştuğundan beri benimle olduğunu düşündüm. Biraz arandıktan sonra, yeni çıkan çevirilerin bulunduğu masayı düzenleyen solumdaki kadına yanaştım.

“Farther Away… Sadece vitrindeki mi var?”

“Olabilir,” dedi. Replikaya kanaat göstermem gerekmeyecekti. “Bir o kalmış galiba.”

5

“With Robinson Crusoe, the self had become an island; and now, it seemed, the island was becoming the world.”

Franzen’ın daimî yeni roman baskısından kurtulmak için çıktığını söylediği bir yolculuk. Güney Pasifik’teki Masafuera Adası. Masa fuera. Farther away. Uçmadan önce dost-taksim-rakibinin ardında bıraktığı eşi Karen’a uğrayıp, küllerinden bir tutam alıyor. Sadece dostu/rakibi, içinde çocukluğundan beri zerrelerini aradığı ama saplantılı bir bağımlı olmasından ve hayatta en yakınındakileri derin bir üzüntüyle sarsmaktan başka bir anlam bulamamasından dolayı,3 kavuşmayı bir türlü beceremediği huzura, belki biraz olsun yaklaşır düşüncesiyle. Bunun için anlatmaya İngilizce yazılmış ilk romandan başlıyor, hemen hemen her Batı Avrupa dilinde aynı şeye karşılık gelmelerine rağmen İngiliz dilindeki “novel” ve “romance” ikiliğine değiniyor. 18. yüzyılda romanın yükselişini evdeki görevleri azalan ev kadınlarıyla ilişkilendiren makalelere gönderme yapıyor. Romanın adı, Robinson Crusoe tahmin ettiğiniz üzere. Bana bu yazıya otururken kullanabileceğim bir dolu bağlantı noktası sunuyor. Fakat tüm o anlattıklarının nereye varacağını görebiliyorum. Bu analojinin ucunda, çok iyi tanıdığımdan emin olduğum bir adam ile ilgili, kısa ama güvenli bir mesafeden ağırbaşlı bir bakış sonucunda üretilmiş ve doğruluğu şüphe götürmez bir tahlil iddiası var. Pek değerli Bay Franzen’ı kibarca geri çeviriyorum. Mektubu ona yazmamıştım. Çevirisini Sevin Okyay bile yapmış olsa beni heyecanlandıran aynı “iyilikte” 896 sayfasıyla karşılaşabileceğimi düşünmüyorum.

6

“And each town looks the same to me.”4

Son haberi aldığınızda ne hissettiğinizi biliyorum.5 Haziran ayının getirdiklerinden biri, artık bir megafon bulup çevremizdekilere bilgeliğimizi yankılama dürtüsüne eskisi kadar sık yenik düşmüyoruz.6 Sokakta aynı yükleri sırtlamaktan bitkin düşmüş insanlar gördük. Kalabalıkta tanıdık yara yerlerini seçip bizdeki acılarını yeniden hisseder olduk. Her şeyi aşırı yorumlamaya meyyal zamanlarda, bu tip bir haberde empatiye toslamamızın çok vakit almayacağını biliyoruz. Hiç değilse bile, bazı aşırı yorumlamaların sandığımız kadar tehlikeli olmadığını deneyimledik. Anlatacak binalar kalsın istiyoruz. Vasat hayatlarımızda her gün yeni bir şeyden vazgeçme kararı alıyorken, karşılaşmalarımız bize kalsın istiyoruz. Yapış yapış bir nostaljiyle eski karşılaşmalarımızı muhafaza etmekte diretmiyoruz. Tüketim orjisinin besili zincir şirketleri arasında/aksinde –hâlâ– durabilenleri muhafaza etmekte diretiyoruz.7 Robinson Crusoe nefes almaya devam etsin istiyoruz. Birinci çoğul şahıs kullanımı ilk kez bu kadar anlamlı tınlıyor. Çünkü bu şehirde nefes almamızın yolunun buradan geçtiğini biliyoruz.

  1. Son haberler üzerine tertiplenen imza günlerinde, bu muhtemelen değişmiştir. []
  2. http://www.newyorker.com/reporting/2011/04/18/110418fa_fact_franzen []
  3. Bu kusursuz intiharın getireceğinden emin olduğu ve en başından işin mühim bir yan getirisi olarak gizli ajandasında tuttuğu edebî kabul ve ebedî şöhreti gözden kaçırmadan. []
  4. Hat tip to @dousbuke. []
  5. Çok çok iyi biliyorum. []
  6. Park forumlarında bunun saçmalığını kavramak ortalama üç gün sürmüştü. []
  7. Kasaya ödeme için gittiğimizde “Güleryüz dâhil mi?” diye sormuyor olmamız, tüm bunları ‘esnaf romantizmi’ paketine sokmanıza ne yazık ki olanak vermiyor. []