Doug Overton, Rick Brunson, Alvin Williams, Terquin Mott, Mark Tyndale, Aaron McKie, Maureece Rice. Liste, bilgisayar oyunlarının ilerleyen sezonlarda, rastgele isimlerle yarattığı oyunculardan seçilmiş gibi. Kaç tanesinin adını ilk kez duymuyorsunuz? İki? Belki üç. Kaç tanesinin binlerce kilometre uzaklıktaki bir basketbolseverin hayatına küçücük bir etkisi olmuş olabilir? Belki bir.
“He touched a lot of people and even did a lot of things indirectly. The opportunities he gave… Ninety-five percent of my life is because of basketball and 100 percent of that is because of him.”
John Hardnett’ten bahsediyor sekiz sezonu Raptors’ta geçirmiş Alvin Williams. Philadelphia basketbol camiasının önde gelen isimlerinden olduğunu sanmıyorum Hardnett’in; ama şehirde onu tanıyan hiç kimsenin saygıda kusur etmediği kesin. Şehrin yetenek avcılarından değil, simsarlardan hiç değil. Onun işi gözlemci adı altında, av peşinde koşanlarla kapışmayı hiç içermiyor. Derdi, o kargaşanın gölgesinde kalan sıradanlarla. En azından 2010 baharına kadar öyleydi. Onu unutmayacaklar, Mayıs’ta onun için son bir kez kiliseyi ziyaret ettiler. Fakat onu unutmayacak olanlar, sizin unutamayacağınız isimlerden epey farklı. Eddie Jones, birkaçisimsizbasketbolcu, Aaron McKie, birisimsizbasketbolcudaha… 90’ların sonu ve milenyumun başındaki Sixers’a çok sıkı bağlanmadıysanız, çocuğunuza McKie’den bahsetmeyeceğinizi biliyorum.
John Hardnett elden ele dolaşan bir kartvizite sahip olmadı. Alamet-i farikası çığır açan teknikleri değil. Onun ayırtacı biraz, nefes almaya fırsat bulunmayan iki saatlik antrenmanları; daha çok o idmanlardan sonra yaptığı iki saatlik konuşmaları.
Çok da temiz geçmişleri olmayan oyuncularını, beladan uzak tutabilmek için salonu geceyarısı açacak kadar adanmış bir isim. Muhtemelen çok rahat kotaracağı, iyi maaşlı bir koçluk teklifi hiç umurunda olmamıştır. Villanova ya da St. Joe’s kampüsünde, okul takımının ilgi çekmeyen gençlerinden biriyle, teke tek bir maç çok daha cazipti. Ancak, bu tercihi cazip kılan, o genç NBA olabilirse anlatacağı ilham verici hikayelerde o geceki teke tek maçla yer alma hayali değil. Ulusal kanalların ya da sıkı kolej takipçilerinin bile önem vermediği bir adama ışık tutabilmek mevzu.
Basketbolun önüne koyduğu endişeleri var. Zamanında, yeteneklerini değil tavrını beğenmediği için Cuttino Mobley’i idmanda istemezken açıkça sergilediği bir endişe. Mobley’nin, birlikte çalıştığı oyuncuların hepsinden daha yetenekli olduğunun farkındaydı elbette.
__________________
Joe Erico, baba-oğul hikayelerinin basketboldaki kadar sık rastlanmadığı bir spor dalından geliyor. Nijerya milli takımına kadar yükselmiş bir kaleci ve kaleci antrenörü. Çocuklarına da baba mesleğini denetmiş ama devam ettirecek kadar ikna edici olamamış. Spor kariyerleri babaları kadar iç açıcı görünmeyince, erkek çocukların ikisi de eğitim için rotayı yeni kıta belirleyenlerden olmuş.
Micheal Eric kardeşlerin küçüğü, lise için ağabeyinin yanına geliyor. Ülkesinde denemediği sporlar arasından basketbol var bu sefer kafasında. Lise çağına kadar eline almadığı basketbol topuyla münasebetinin Pennsylvania’da geçirdiği dört yılda, “ben sana oynama demiyorum, hobi olarak yine oyna” tipinde bir cümleyle sekteye uğramamış olması bazı şeylerin habercisi olmalı.
Eyalet sınırlarında, Temple’dan aldığı kabul mektubuyla başlıyor göz alıcı olmayan basketbol geçmişinin göz alıcı olmayan kolej serüveni. Philadelphia’da, kendisini şehrin eli top tutan gençlerine adamış lokal bir adamla, Nijeryalı bir file bekçisinin yolları da burada kesişiyor. Ve emin olun ilk okuyuşta hissettirdiğinden çok daha sıradan bir olay bu.
Nijerya’dan gelemeyen belgeler yüzünden, NCAA ilk sezon sahaya çıkmasına izin vermiyor Micheal Eric’in. John Hardnett’in aydınlattığı yolun son yolcusu olmasına etkisi epey büyük bu kararın.
Hüzünlü öykülü yazılar için yaşayan Amerikan basınının bile aklına gelmemiştir ikilinin tanışmasını yazmak. John Hardnett hayatta olsa da bu durum değişmeyecekti. Çünkü çok büyük ihtimalle, Eric’in yine seyirci kalmak zorunda olduğu rastgele bir idman çıkışında; Hardnett, tıpkı her gün yaptığı gibi, sokağının köşesindeki kırık İngilizceli bir Lübnan vatandaşının deli dükkanından aldığı sandviçle kampüse gelmişken tanıştılar.
Eric’in Hardnett’le tanışması ona ilk turun kapılarını aralayan peri masalı hikayelerini getirmedi. Hatta Robert Sacre’nin seçildiği ikinci turda dahi onu düşünen olmadı. Lisede Nijerya’dan gelen, basketbol topunu da hemen hemen o yaşlarda ilk kez eline alan, kolejdeki ilk senesini parkeden uzakta geçirip kalan dört sezonda da iki kez diz kapağını parçalayan bir adam için yaşanması gerekenin bundan farklı olmasını beklemiyorsunuz değil mi?
Şu anki durum, Eric için olması gereken kadar sıradan değil. Cavaliers’tan $500k’lık bir kontrat kapmış durumda. Bazıları için çok sıradan olsa da onun için rüya. İşin garibi Cavs yetkililerini yetenekleri ve fiziğinden çok kişiliği etkilemiş durumda. Bu yolda, en karanlık zamanlarında ışık tutan Hardnett’e minnettar, oyunundaki değil karakterindeki izleri için.
__________________
Kolejden, hatta liseden beri takip ettiğimiz oyuncuları görmek için heyecanlanıyoruz. Dandik bir lise maçında bile yüzlerce gazetecinin peşinden koştuğu adamlar hakkında büyük sahneye çıkmadan önce son güzellemeler düzülüyor. Onlar parkeye çıkarken David Stern ellerini ovuşturmaya başlıyor olacak. Onlar parkeye çıktığında benchin son sırasında olabilme hayaliyle yaşayanların ligi de başlıyor olacak. Bu hayalperestlerin David Stern’ün ve birçoklarının umurunda olduğunu sanmıyorum.
Onların ligi bizim hava atışına geri saydığımızdan biraz farklı. Yolu oralardan geçmiş Danny Green, SLAM’e verdiği röportajda D-League ve NBA arasındaki farklar hakkındaki bir soruya şöyle cevap veriyor:
“Yeah, all of it. Alllll of it. The way you traveled, the way of living, it was all different. It was nowhere near NBA level, any of it. NBA level is first-class everything; D-League is… [laughs]. It was a good experience but not something you’d want to experience again.”
Tekrar yaşamak istemeyeceğiniz bir tecrübe. Fazlasıyla açık. Ama orada olmak zorundalar. Bir gün keyifli haberi verecek bir telefon gelebilir. Biz ertesi sabah, kaçan maçların boxscorelarını incelerken isimlerini ilk kez görüp tiplerini tahmin etmeye başlayacağız. “Mark Tyndale, hmm, beyaz şutör mü acaba? Terquin Mott, rastalı gibi geliyor kulağa…” Bir sonraki maçta listede olmayacaklar ve sıkı taraftarı olduğunuz takımdan bahsetmiyorsak, bu durum sizi pek rahatsız etmeyecek. Onlar tekrar yaşamak istemeyecekleri şeyleri yaşamak durumundalar.
Biraz şansları varsa Micheal Eric gibi ufak bir kontrat kapabilirler. Çok daha şanslılarsa Sundiata Gaines’in hikayesine benzer bir senaryoda başrolü oynarlar.
Ya da çoğu zaman olduğu gibi maça çıkacağının haberini, maçtan birkaç saat önce alırlar. Sırtlarına geçirecekleri formaya isimleri bile yazılmaz. Birkaçisimsizbasketbolcu olarak devam edecekler ne de olsa…
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane