Son yıllarda Türkiye’de az buz büyük spor organizasyonu izlemedik. Ama açıklayamadığım bir sebepten en çok sevdiğim WTA Championships oldu. Açıklayamıyorum çünkü tenis benim uzmanlık alanım değil. Bu işin sıkı takipçilerinin en nefret ettiği tip olan “Grand Slam tenisçisi” kategorisindeyim. Ama geçen yıl Sinan Erdem Dome’daki atmosferden aldığım tadı ne Euroleague Final Four’undan, ne Dünya Basketbol Şampiyonası’ndan, ne de Salon Atletizm Şampiyonası’ndan aldım. Sanırım temel sebep “atmosfer”di. 10 bin kişiden fazla insanın bir Salı günü saat 4’te Petra Kvitova – Vera Zvonareva maçını izlemeye gelmiş olması bir sporseverin en güzel rüyalarında bile göremeyeceği kadar güzeldi. Daha önce Istanbul Cup’larda Agnieszka Radwanska’yı, Francesca Schiavone’yi, Andrea Petkovic’i 25 kişiyle birlikte izlemiş birisi olarak bu kentin tenis için bir salonu doldurmasını görmek muazzam bir tatmindi. Sadece doluluk da değildi mesele, nerede bağırılacağını, nerede susulacağını bilen, tat alan müthiş bir kitle vardı o hafta boyu orada. 2008’in Ekim ayında başka bir sebepten bulunduğum Doha’da “uyandırmadığı” heyecana tanık olduktan sonra İstanbul’un böyle bir etkinliğe sahip çıkışı ayrı bir etkilemişti beni.
Kvitova o rüya gibi haftanın sonunda kupayı kaldırarak kendi 2011 masalına da rüya gibi bir son yazmıştı. Sanki İstanbul’daki spor olaylarında sıradışı şeylerin gerçekleşmesi kuralına uyması gerekiyormuş gibi büyük favorilerden birinin değil de, ilk defa yıl sonu turnuvası oynayan 21 yaşındaki kızın kazanması hikayeye uygun düşüyordu. Evet, yıl sonu turnuvasına kalifiye olmak varken işin içinde, Kvitova’ya dünya sıralamasında 138.’yken gelip şampiyon olmuş muamelesi yapmak doğru değil. Ne de olsa İstanbul’a bir Wimbledon zaferi cebinde gelmişti. Ama WTA Championships içerisinde olabilecek en güzel hikaye onun şampiyonluğuydu belki de. En azından bana öyle gelmişti. Geçen yıl turnuva sonrasında “İstanbul bir yıldızın doğuşunu izledi” başlığını atmıştım mesela.
Geçen hafta sonu, turnuvaya sadece üç gün kala Kvitova ile bir röportaj yaparken sorularıma 2011’den başlamam bu yüzden doğaldı. “Nasıl bir duyguydu?” dedim, gülümseyerek “Son puanı hala çok iyi hatırlıyorum” dedi. Turnuvadaki en genç iki isimden birisi olarak şüphesiz kendisi de kupaya uzanmayı beklemiyordu. “Beş maçı da kazanmak, tahmin edilemez bir şeydi.” Geçen yıl atmosferin çok etkileyici olduğunu ve geçen hafta antrenman için Sinan Erdem’e yeniden adım attığında o anları yeniden yaşamanın iyi hissettirdiğini anlattı.
Şüphesiz bu yıl Kvitova için 2011 kadar iyi geçmedi. Belki tüm Grand Slam’lerde daha istikrarlıydı ama yaz aylarına kadar hiç turnuva kazanamadı. Acaba 21 yaşında bu kadar başarı bir baskı mı yaratmıştı? “Baskı biraz vardı belki ama bu yıl çok sık sakatlandım, Pekin’de hastalandım. Bu yıl hep bir şeyler oldu,” dedi. Bugün başlayan WTA Championships’in favorisi değil belki ama yine de unvanı için savaşacak. Turnuvanın posterini göstererek “Bu üç kız çok iyi bir yıl geçirdiler” diyor, Victoria Azarenka, Maria Sharapova ve Serena Williams’ı kastederek. WTA sıralamasının ilk üç sırasını, Grand Slam’leri ve Olimpiyat madalyalarını aralarında bölüşen üç kadın şüphesiz Pazar akşamı İstanbul’da sezonu kapatmak için en büyük favoriler. Ama Petra da geçen yıl kendisine şampiyonluğu getiren “her maça tek tek bakma” tavrını sürdüreceğini söylüyor: “Tabii ki unvanımı korumaya çalışacağım. Ama unvan korumak zordur, özellikle de Championships’te. Tüm sekiz oyuncu da çok iyi, zaten bunun için buradayız. Herkes herkesi yenebilir. Şansım ne kadar bilmiyorum ama geçen yıl da kazanmayı beklemiyordum. Göreceğiz.”
Geçen yıl Sinan Erdem’deki çıkışının arkasından şüphesiz bir başka Çek tenis efsanesi Martina Navratilova kıyaslaması başlayacaktı. Fiziksel kuvvetini zihinsel güçle birleştiriyordu, korkusuz ve sert bir oyunu vardı ve tempoyu rakibine dikte ettirebiliyordu. “Aslında sen Navratilova’yı izleyip ilham almış olmak için çok gençsin” diyorum ona (Navratilova bir Grand Slam’de son tekler şampiyonluğunu kazandığında Kvitova birkaç aylıktı). “Doğru, ama yine de Martina benim için büyük bir ilham kaynağıydı. Çek olması, ayrıca benim de onun gibi solak olmam…” diyor. Babası Martina’nın büyük bir hayranı ve Kvitova’nın tenis karakterini bulmasında kilit bir rol oynamış. Çek Cumhuriyeti büyük bir ülke değil ama Navratilova’dan Jana Novotna’ya, oradan Kvitova’ya uzanan bir tenis gelenekleri var. Bizim gibi tenise vitrinden bakan ülkeler için gıptayla bakılacak bir durum. “Bizde futbol ve buz hokeyi çok popüler ama tenis arkasından geliyor. Tomas Berdych veya ben bir başarı kazandığımda gündeme daha çok geliyor ve muhtemelen aileler çocuklarını tenis kortlarına daha çok götürüyor.” Ve ekliyor: “Tenis çok güzel bir spor. Çünkü kortta yalnızsın, sana orada yardım eden kimse yok ve kazanmak için tüm bildiklerini kullanmak zorundasın.” Daha sonra da (muhtemelen iki yıldır defalarca gelen sorular üzerine) adeta şartlı refleksle konuyu nereye bağlamaya çalıştığımı anlıyor: “Umarım WTA Championships sizin ülkenize de yardımcı olur bu konuda.” Günümüz sporcularına dair en yorucu şeylerden birisi bu: Çok genç yaşta ne hissettiklerini değil, ne söylemeleri gerekiyorsa onu söylüyorlar kayıt cihazlarına, mikrofonlara. Aradan gerçekten manşetlik malzeme veren sporcular bulmak kolay değil.
Kvitova unvan savunmasına bugünkü Radwanska maçıyla başlıyor. Arkasından Angelique Kerber karşısında Serena Williams ve Sara Errani önünde Maria Sharapova sahne alacak. Açılış günü için mükemmel bir program. Pazar günkü finale kadar her günün en az geçen seneki kadar keyifli geçmesini diliyorum. Ve bu hafta yolu oraya düşen “tenisten çıkmış sporsever” in ileride çocuklarının ellerinden tutup kortlara götürmesini…
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane