1995’in Şubat ayında, Londra’da Alexandra Palace’ta bir akşam. Blur, Brit Ödülleri’nde dördüncü defa teşekkür konuşması yapmak üzere sahneye geliyor. Bu, ödüllerin tarihinde bir rekor. Ama Damon Albarn ve arkadaşları bunun sadece Blur’e ait bir zafer olmadığının farkında. Önce ilk üç ödülde ne diyeceğini bilememiş ve sahnede şampanya kadehini seyirciye kaldırıp “Şerefe!” demekle yetinmiş Alex James eğiliyor. “Bu sefer bir şeyler düşündüm. Ben okulda müziğe dair hiçbir şey öğrenmedim. Çocuklar, yarın okula giderken Oasis albümünü götürün, Blur’ü, Eternal’ı, East 17 albümlerini götürün. Öğretmeninize deyin ki: Müzik bu. Bana bunları öğretin!” Damon ise daha doğrudandı: “Amerika, uyan!”1
Gecenin sonrasında Damon Albarn ne demek istediğini daha iyi açıklayacaktı:
“Amerika kimsenin mizah duygusu olmayan bir dönem yaşadı. Ve tüm dünya da bunu yedi. Prozac nesli bana göre değil.”
Bu, Britpop’un işaret fişeğinin yakıldığı geceydi. Blur’ün Londra güzellemesi “Parklife” ilk 10’daki ilk yılını doldurmak üzereydi. Oasis “Definitely Maybe” ile müthiş bir ilk adım atmış, ikinci albümü “(What’s The Story) Morning Glory?”den single’ları ateşlemeye başlamıştı. 1995’in geri kalanında Pulp, Elastica, Sleeper, Supergrass ve Menswear birbirinden popüler albümler yayınlayacaktı. Müzik medyasına sadece dokunmak, akımın adını koymak kalmıştı: Britpop.
Britpop 1990’ların başından bu yana Amerikalı gruplar tarafından domine edilen İngiliz müzik sahnesinin üstünlüğü ele alışının simgesiydi. Başlangıç noktası belki uzun bir Amerika turnesi sırasında sıla hasreti başına vuran Damon Albarn’ın “Waterloo Sunset”i arka arkaya kimbilir kaç defa dinlemesinden sonra kaleme almaya başladığı İngiltere güzellemeleriyle dolu “Modern Life is Rubbish”ti, belki de Britanya müziğine cazibesini geri veren Suede’di. Ama 1995 yazına kadar adı konmamıştı işte. Her hafta yeni bir grubun spot ışıklarının altına geçtiği ve hemen hepsinin de müthiş kayıtlar ortaya koyduğu delice bir üretim sözkonusuyken bunun etiketlenmesi kaçınılmazdı.
Britpop, 1960’larda İngiltere’den çıkıp küresel bir etkiye sahip olan British Invasion akımıyla kıyaslandı. Britpop grupları Amerika’da asla o kadar büyüyemediler, ama umurlarında değildi, İngiliz müzik endüstrisi buna inanmayı tercih etti. Her ay Damon Albarn, Liam Gallagher, veya ikisi birden, veya Jarvis Cocker dergi kapaklarından bakıyorlardı Londra’ya. Şampanya ve kokain dolu geceler Camden Town’da kalmadı, medya vasıtasıyla tüm Britanya’ya ulaştı. İşsizlik, şiddet ve terörle geçen 1980’lerden sonra içine kapanmış olan Britanya, Britanyalılığını yeniden kutlamaya başlıyor, Britpop eşliğinde dans etmekten keyif alıyordu. Givenchy ve Dior, en tepedeki koltuklarını İngiliz tasarımcılar Alexander McQueen ve John Galliano’ya emanet ediyor, Ministry of Sound Avrupa’nın en hip gece kulübü olarak her hafta binleri Londra’ya çekiyor, “Four Weddings and A Funeral” gibi tepeden tırnağa Adalı bir komedi Oscar adayı oluyor, hatta çok uzun aradan sonra bir İngiliz milli takımı gurur duyulacak kadar iyi futbol oynuyor, penaltılarla maç kazanmayı bile başarıyordu. Newsweek kapağından “London Rules” diye duyuruyor ve Londra’yı “Gezegenin en cool şehri” ilan ediyordu. Pek çok İngiliz için İngiliz olmaktan aldığı tadı başka şeyden alamadığı Cool Britannia günleriydi yaşanan.
Tüm bu iyimser havanın soundtrack’iydi Britpop, ve dahası da gelecekti. Yirmi yıla yakın bir süredir hükmünü koruyan Muhafazakar Parti’nin iktidardan sepetlenmesi de bu havayı tamamladı. “Emret Başbakanım”dan emanet karakter John Major, Downing Street’in 10 numaralı dairesini henüz 43 yaşındaki Tony Blair’e bıraktı. Genç, dinamik ve modern bir başbakan adayı, ilk defa oy kullanan onbinlerce gencin İşçi Partisi’ni seçmesine sebep oldu. D:Ream’in nightclub marşı “Things Can Only Get Better”ını kampanya şarkısı yapan Blair potansiyelin ve nasıl bir atmosferde olduğunun farkındaydı. Downing No: 10’de verdiği bir davette unutulmaz bir fotoğraf ve bir açıklama verdi tarihe.
“Britanya müziği için harika bir yıl… Yaratıcılık, canlılık ve enerji dolu bir yıl. Britanyalı gruplar listelerde fırtınalar estiriyor ve Britanya müziği yeniden hak ettiği yerde: Dünyanın zirvesinde.”
Spice Girls’ün Kanal 6’dan transferi Geri Halliwell, Noel Gallagher’ın Britanya bayrağı desenli gitarını da geride bırakarak Cool Britannia’nın en ikonik imgesini kazımıştı belleklere. 1997 Brit Ödülleri’nde sahneye çıkmadan önce kendisine sunulan kıyafeti sıkıcı bulan Ginger Spice, ablasının bir havludan kesip biçerek yarattığı elbisesiyle “Britanyalılığı kutlamıştı.” Cool Britannia’nın poster kızı olan Ginger, aynı zamanda Britpop’un ölümünü de ilan etmişti.
Ne yazık ki, Cool Britannia’nın da ömrü çok uzun olmadı. Aynı gün yayınlanan “Country House” ile “Roll With It”i iki numarada bırakan ve Battle of Britpop’u kazanan Blur, muharebeden galip çıksa da savaşı kaybetti. Oasis “Wonderwall”la yedi düvelde bir numaraya ulaştı ama overproduced “Be Here Now”da grup kokain alemlerinde geçen iki yılın bedelini ödedi ve asla Amerika’da bir Beatles olamadı. İngiliz milli takımının Euro 96’daki başarısı 1998 ve 2000 hezimetleri tarafından unutturuldu. Daha kötüsü, Blair’in vadettiği umut atmosferinin bir vahadan fazlası olmadığı ortaya çıktı. 11 Eylül sonrasında İngiltere’yi Amerika’nın küçük kardeşi yaparak zaten post-emperyal travmasını tam atlatamamış bir ülkeyi hayal kırıklığına uğrattı. Londra’da bir milyon insanın “Savaşa Hayır” yürüyüşüne kulak asmayıp İngiltere’yi Bush’un peşinden Irak’a soktu. Sonuçlar korkulandan da kötü oldu, kazanılmış hiçbir şey olmadığı gibi ödenen fatura çöken bir ekonomi oldu. 2000’lerin ilk 10 yılı biterken İngiltere’de işsiz sayısı 3 milyonu geçecekti. 7 Temmuz 2005’te gerçekleşen metro saldırıları 11 Eylül travmasının bir benzerini Londra’ya yaşatacaktı. O malum Newsweek makalesinin yazarı Stryker McGuire Britanya’ya bu sefer “Güvensizlik ve kimlik aidiyetinin kaybolması” teşhisini koyacaktı.2
27 Temmuz akşamına gelinceye kadar Londra’nın Olimpiyatları nasıl düzenleyeceği konusunda herkesin şüpheleri vardı. Güvenlik, trafik, bilet sorunları sıklıkla yazılıp çizilmişti. O akşam Olimpiyat Stadyumu’nda Danny Boyle’un sahnelediği dört saatlik gösteri, tüm zamanların en etkileyici açılış törenlerinden birisi ve en çok izlenileni olarak tarihe geçti. Ama içeriğinde bundan çok daha fazlası vardı, Britanya’nın ve onu oluşturan dört ulusun hikayesini, tarım döneminden sanayi devrimine, dünya savaşlarından modern çağa kadar incelikle anlatan, tüm bunların içine Britanya’nın gezegene yaptığı kültürel ve teknolojik katkılarını da hakkıyla yedirerek yapan bir törendi bu. Shakespeare’den Sgt. Pepper’a, “The Tempest”tan “Tubular Bells”e, World Wide Web’in icadından “West End Girls”e kadar onlarca görkemli detayla örülü muhteşem bir aşk mektubuydu, Britanya’ya yazılmış. O günden sonra (neredeyse) her şey yolunda gitti Britanya için. İlk birkaç günde yaşanan altın krizi kürekte aşıldı, gerçek madalya umutlarından Bradley Wiggins’le de hayal kırıklığının Londra’ya uğramayacağı inancı kuvvetlendi. Sonrası, en iyimser yazarın bile kaleme almaya ürkeceği görkemdeki “Super Saturday”, Andy Murray’nin müzmin kör talihini hem de Wimbledon’da kırması, Chris Hoy’un Steven Redgrave’in yanındaki yerini alması, Victoria Pendleton ve diğerlerinin pistten çıkarttığı madalyalar… 15 yıl önce müziğin gördüğü lokomotiflik görevini sporcularıyla yapmıştı İngiltere. Futbol ve tenis başta olmak üzere hep travmalara sebep olmuş sporcularıyla…
Kapanış zamanı geldiğinde belki dünyanın sporsever kitlesinin çoğunluğu muhteşem bir şölenin bitmesinden dolayı hüzünlüydü ama Britanya aynı şekilde hissetmiyordu. Açılışa göre son derece güler yüzlü, müzik konusunda en az o kadar cömert, eğlenceli, kimi zaman cheesy ve campy, ama böyle olduğunun da farkında olan bir kapanış töreniyle kendileri açısından olağanüstü geçen 16 günü hakkıyla kutluyordu. Britanya yıllar sonra yeniden dünyanın merkezi olmuştu… En azından 16 gün için. Oyunlar Cool Britannia havasını 15 yıl sonra yeniden üflemişti Ada’ya.
Kapanış töreninde Spice Girls yeniden sahnedeydi, Geri Union Jack elbisesini giymemişti ama kıyafetinin üzerine bir Birleşik Krallık bayrağı iliştirmişti. Noel yoktu ama Liam söylüyordu “Wonderwall”u. Ve aynı dakikalarda Hyde Park sahnesinde kariyerinin belki de son konserini veriyordu Blur. Acaba Cool Britannia için her şey yeniden mi başlıyordu, yoksa çember tamamlanmış ve sessiz sedasız kapanan bir döneme asıl nokta şimdi mi konmuştu?
Britanya 13 milyar pound’luk Olimpiyat rüyasından yeni uyanıyor. Çökmüş ve ayağa kalkması şimdilik mümkün görünmeyen bir ekonomi, her an yeniden patlamaya aday sınıfsal şiddet ve kaynayan multi-kültürel kazanı ise akşamdan kalma başağrısından daha fazlası. Belki kendine güvenmesi için yeterli sebebi olduğunu anımsadı, ama işleri gerçekten yoluna koymak için bir Murray ace’inden daha fazlasına gereksinim olduğunun farkında.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane