İki yıl önce, bir gece saat 3 gibi, 15 erkeğin doluştuğu bir beyaz kamyonun içinde Lüleburgaz’a gidiyorduk. Işık yoktu, bizi arabanın arkasına kilitlemişlerdi. Cam yoktu, sadece şoförlerin oturduğu yerle aramızdaki küçük bir bölüm harici. Oturacak koltuk da yoktu, yere serilen koliler o işlevi yerine getiriyordu. Kaçırılmıyorduk, işe gidiyorduk. Bir kozmetik mağazasının deposundaki malzemeleri sayacaktık. Kaç oje kaldı? Hangi model rujdan daha fazla var? Parfümler ne alemde? Zor değildi, aslında bu işi 6 gündür yapıyorduk ve kocaman bir aile gibi olmuştuk. Karanlıkta birbirimize tekme atarak sevgimizi gösteriyorduk. Yani gösteriyorlardı. Ben pek kimseyi tanımıyordum, sadece gözlem yapıyordum.
Birinci gece, “Şöyle 6 gece gitsek…” diye para hesabına başlamıştık. İkinci geceki muhabbetimiz “Şöyle 5 gece gitsek…”, üçüncü gece ise “Şöyle 4 gece gitsek…”ten ibaretti. Takvim yaprakları bir bir düşüyordu. İşi düzenleyen Mustafa Abi her şeyi ayarlamıştı. Gece toplanıyor, mağazanın önce İstanbul’daki, sonra onlar bitince yakın illerdeki şubelerine sayıma gidiyorduk. Şoförümüz, bir önceki ay Tayland seyahatinde tanışmaya müşerref olduğu hayat kadınlarını anlatırken bize lezzetli elleriyle menemen yapıyordu ve hepimiz aynı tencereden yiyorduk. Birinci lokma, herkes için çok kritikti. Alabildiğini alanlar kendi köşesine çekiliyordu. Yola devam edebilenler, ortamı ele geçiriyordu. Çoğu zaman ilk dakikada pes eden ben köşede Stone Roses dinliyordum. Çok ayrıksı olduğum için falan değil, sadece menemen sevmiyordum ve o günlerde Roses’a takmıştım.
Eskiden beri müziği içinde bulunduğum atmosferle ilişkilendirmeye çalışırım. Yağmur yağdıysa, Oasis dinlerim. Uzun bir caddede yürüyorsam Richard Ashcroft dinlerim. Gece eve dönüyorsam ve kafa dinlemek istiyorsam Aimee Mann dinlerim. Hayal kırıklığına uğradıysam The Strokes dinlerim. Hepsinin belirli kişisel gerekçeleri var ve aslında hepsi, herkes için farklı etki doğurabilir. Godard’ın bir röportajında dediği gibi belki de, her müzik her sahneye uyar. Sadece biz o sahneye bakarken, bunun aslında o ana ne kadar uyduğunu düşünürüz. Kendimizi kandırırız. Sonra o çok sevdiğimiz filmden aklımızda kalan sadece Gwyneth Paltrow’un otobüsten indiği o sahne olur:
Belki de o kadar da basit değildir. O kamyonun içinde, 15 kişiyle birlikte yaptığımız Lüleburgaz yolculuğunda The Stone Roses dinlemenin bir sebebi vardır. Belki de her şey Noel Gallagher’in şu sözünde bitiyordur:
“Stone Roses bizim grubumuzdu. Manchester aksanında şarkı söylerler, bizimle benzer kıyafetleri giyerler, bizimle aynı yerlere giderlerdi. Onları takıldığınız bir yerden alışveriş yaparken görebilirdiniz, kot pantolonlarıyla…”
Bildiğim tek şey var. The Stone Roses beni hep fabrikalara, mağazalara, depolara götürüyor. Sene boyunca planladığımız, gitmek için gün saydığımız Stone Roses konser biletlerini evde unuttuğunu İngiltere uçağında fark eden kadim dostum Cem Ünalan da buna katılacaktır. Posta yoluyla Londra’nın ücra köşesine, Barking’e gelen biletleri almak için saatlerce yol gittiğimiz TNT’deki güvenlik görevlisi sırtımıza yelekleri geçirip bizi fabrikaya yolladığında bunu bir daha fark ettim. “Working Class Hero” romantizmi değil bu, “Nereden nereye geldiler?” nostaljisi de değil. Bir gerçek, Stone Roses bana bunu yapıyor.
İki senedir hayatımda çok şey değişti. Sınıfta kaldım, sınıfı geçtim, işe girdim, birkaç ülke gezdim, aşık oldum. Bir şekilde The Stone Roses hiç hayatımdan çıkmadı. Ve evet, Damien Hirst’ün dediği gibi, benim için her zaman Picasso’dan büyük oldular. Elmalarla armutlar umrumda bile değil. Dünyanın en salak kıyaslaması olmasını da pek önemsemiyorum. Hirst’ün sanatsal tarihinin neredeyse kocaman bir yalandan oluşması da pek mühim değil. Benim dünyamda bu böyle.
Avustralya Açık finalinde Rafael Nadal’ı yenen Novak Djokovic’in maç sonrası fotoğrafını çektiği çorapları tarihe geçmişti, hatırlayacaksınız. Heaton Park’taki Stone Roses konserinden çıkan ayakkabılarım da kişisel tarihim için çok büyük bir kilometre taşını işaret ediyor. Üstte fotoğrafını gördüğünüzde es geçmiş olabilirsiniz. Zaten kimse için pek de önem teşkil edeceğini düşünmüyorum. Sadece bir şekilde o sahneye ve bu iki yıla uyduğunu düşünüyorum.
Seneler sonra baktığımda sadece bu ayakkabıları hatırlamaktan ölesiye korkuyorum. Yine de Stone Roses, Picasso’dan büyüktü, o topraklarda, o günde, o saatlerde, o fabrikalarda, o depolarda.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane