Londra 2012 kapımıza gelip çatmışken heyecana kayıtsız kalmak olmazdı. Güncel rekabetler, şampiyonlar, favoriler, sürprizlerle uğraşırken bir yandan da eskilere dalıp gitmenin güzelliğini keşfettik. Olimpiyat”ın görkemli geçmişine dönerken, tarih yapraklarında o büyük anları ararken, kendi hikayelerimizi bulduk. Heyecan başlamadan…
Onlar daha hızlı değillerdi, daha yükseğe sıçramıyorlardı, rakiplerinden daha güçlü olmadıkları zaten kesindi. Yaşıma göre Naim Süleymanoğlu ile Olimpiyatlara gözümü açtığımı, Carl Lewis ve Ben Johnson rekabeti (skandalı?) ile heyecanlandığımı düşünürsem Oyunlar konusunda bereketsiz bir dönemden geçmediğimi de söyleyebilirim. Ama bir şekilde, beni en heyecanlandıran, en çok duygulandıran Olimpik hikayelerden birisi İzlanda”nın hentbol takımının 2008″de yazdığı peri masalı. Yarı finalde İspanya”yı elediklerinde ülkelerine 52 yıl aradan sonra ilk gümüş madalyayı götürmeyi garantilemişlerdi. Eh, zaten 1956″dan sonra hepi topu iki bronzları vardı. “Biz 300,000 kişiyiz sadece. Ne bekliyorsunuz ki?” demişti İzlanda Hentbol Federasyonu Başkanı, Siirt kadar nüfus sahibi ülkesi için. 65 yaşındaki devlet başkanı Olafur Ragnar Grimsson ise daha duygusaldı. “İzlanda”da bir balıkçı köyünde ufak bir çocukken kazandığımız o ilk madalyayı hatırlıyorum. Ulus olarak nasıl kutlamalar yaptığımızı da… Ama bizimki gibi küçük bir ülkeden çıkan bir takımın milyonlarca nüfusu olan, en büyük ülkelerden birisinin takımını yenmesi bundan çok daha büyük bir şey. Sadece İzlanda”ya değil, tüm spor dünyasına, her şeyin mümkün olduğuna dair bir mesaj.” İspanya galibiyetinden sonra cuma gününü ulusal tatil ilan etmeyi düşünmüş, ama “Nasıl olsa herkes iş yerlerinde bunu kutlayacak ve gecenin eğlencelerini ofislerinde başlatacak” demişti Başkan.
İzlanda”nın hentbolda aldığı gümüş madalya, biraz da bundan dolayı, sanki “Cool Runnings”e1 ilham veren Jamaika takımının Yaz Olimpiyatları versiyonu olduğu için unutulmaz gelir bana. O yarı final maçından sonra hayatlarının (ve ülke spor tarihinin) en büyük başarısını çocuklar gibi sevinerek, coşarak, ağlayarak kutlayan adamlar ve ülkelerindeki binlerce kişinin de sahadakiler kadar duygulandığını bilmek, bana “Olimpiyat ruhu”nun ta kendisi gibi gelir. Tabii ki Björk ve Sigur Ros”u çok severek başlayan ilgi ve sevgisi sonucu o yazı İzlanda”da geçiren bir arkadaşım vardı. 24 Ağustos 2008 pazar sabahı tüm İzlanda”nın erkenden kalkıp (maç Reyjkavik saatiyle 7:45″te başlıyordu) barlarda toplanıp bir hentbol maçını izlemeye koyulduğunu anlatmıştı. Maç bittiğinde gurur hüzne, sevinç teselliye karışmış, daha öğlene birkaç saat kala birkaç yüz bin sarhoş ve duygusal İzlandalı bırakmıştı. Sanırım o gün Reykjavik”te olmayı ve o heyecanı yaşamayı çok istediğim ve bir dostum vasıtasıyla kısmen “orada” olabildiğimi hissettiğim için çok seviyorum o hentbol hikayesini. YouTube çok cömert davranmasa da sesini kısıp da izleyebileceğiniz bu video da İzlandalı üşütük popoların hikayesini hakkıyla yansıtıyor. / Çetin Cem Yılmaz
92″deki Rüya Takım”ı tekrar tekrar anlatmaya gerek var mı bilmiyorum. Ortalama 43 sayı farkla maçlarını kazanmaları, yarattıkları atmosfer, tüm dünyada basketbolun popülaritesi ve gelişimi için oluşturdukları sıçrama tahtası vs. ile bu spor tarihindeki en önemli mihenk taşlarından biriydi o takım. Tüm dünyada basketbolun gidişatını değiştirdi, geliştirdi. O yüzden Olimpiyat ve basketbol dendi mi akla hemen 92 Barcelona”nın gelmesinden doğal bir şey yok.
Ancak rekabet ve basketbol adına en efsane mücadelenin yaşandığı Olimpiyatlar, Barcelona”dan 4 sene önce Seul”deydi. ABD”nin kolej oyuncularından kurulu kadrosunun artık uluslararası düzeyde tehdit edilmeye başlandığı bir dönem başlamıştı 80″lerin ortasında. Önce İspanya”daki 1986 Dünya Şampiyonası”nda Sabonis”li, Marciulionis”li, Volkov”lu Sovyetler Birliği, David Robinson, Charles Smith, Sean Elliott, Muggsy Bogues gibi isimlerin başını çektiği ABD”yi finalde çok sıkıştırmış ama son anda 2 sayıyla elinden kaçırmıştı. Keza yine aynı şampiyonada genç Drazen Petroviç”in liderlik ettiği Yugoslavya ile Sovyetler Birliği”nin oynadığı yarı final maçı “tüm zamanların en efsane maçları” listesinde müstesna bir yere sahiptir. 45 saniye kala 9 sayı önde olan Yugoslavlar 3 Sovyet üçlüğü ile maçın uzatmaya gitmesine engel olamazlar. Uzatmada Sovyetler 1 sayıyla kazanır.
86″da başlayan bu üçlü rekabet, basketbolun en büyük platformu Olimpiyatlar”da zirve noktasına çıktı. 1988″e gelindiğinde o Sovyetler Birliği takımı gerçekten gelmiş geçmiş en efsane kadrolardan birine sahipti artık. Kurt koç Gomelsky önderliğinde Sabonis, Kurtinaitis, Marciulionis, Volkov, Sokk, Chomicius, Tikhonenko ile olgun ve oturmuş görkemli bir kadro, gerçekten efsane bir takım. Öte yandan 2 sene sonra Dünya Şampiyonu olacak olan efsane Yugoslavya takımının gençleri de “teenager”lıktan çıkıp 20″li yaşlara gelmiş, paçalarından yetenek akan süper bir jenerasyonun kabuğunu kırdığını göstermişti. 23 yaşındaki Drazen Petroviç önderliğinde Kukoç, Radja, Divaç”la gelmiş geçmiş en güçlü Yugoslav takımının temelini oluşturdular. Gelmiş geçmiş en iyi Sovyet ve en mobile casino iyi Yugoslav takımları. Bir de ABD elbette. David Robinson, Danny Manning, Dan Majerle, Mitch Richmond”lu ABD. Basketbol açısından bundan büyük bir rekabet ortamı bulamazsınız. Zaten sonra ne Yugoslavya kaldı, ne Sovyetler Birliği, ne de kolej oyuncularından oluşan ABD…
Bütün bunlar yetmediyse uluslarası arenanın gelmiş geçmiş en büyük skorerinin de en görkemli bireysel performansı da aynı Olimpiyatlar”a rast gelir. Oscar Schmidt Brezilya forması ile turnuvayı 42 sayı ortalaması ile tamamlamıştı. Evet Olimpiyatlar”ı 42 ortalama ile tamamladı. İspanya”ya karşı grup ikinciliği maçında 55 salladı…
Daha sonra ne Sovyetler Birliği kaldı, ne Yugoslavya, ne kolej oyuncularından kurulu ABD. Hatta milli maçları bireysel olarak böyle domine eden skorer de kalmadı. 92 bir devrin kapısını açtı evet. Ama asıl 88 bir devrin en görkemli finaliydi.
Aslında fazla önemi yok, sonuçta bu turnuvada skordan çok ortadaki oyun önemliydi ama merak edenler için Brezilya turnuvayı 5. bitirdi. Sovyetler Birliği önce yarı finalde ABD”yi 82-76, sonra da finalde turnuvanın açılış maçında grupta yenildiği Yugoslavya”yı 76-63 devirerek altına ulaştı. / Kaan Kural
Michael Jordan, Michael Jackson, Michael Johnson. 90″larda sporla ve müzikle ilgili küçük bir çocuk olarak büyüdüyseniz bunları ayırmak oldukça zordu. Kimin basketbol oynadığı, kimin müzik yaptığı, kimin koştuğu büyük bir soru işaretiydi. Meseleyi çözmem için 96 Atlanta Olimpiyat Oyunları”nın gelmesi gerekti. 5 yaşındaydım, okuma yazmayı daha öğrenmemiştim ve zorla ablamların saçını çekerek bana gazeteden son haberleri, yarış programlarını okumalarını isterdim. Bazen sevdikleri bir diziyi izlemek için “Çoktan geçmiş bu” diyerek yanlış saatleri söylerlerdi.
Bir sefer söylemediler, hayatım değişti. Michael Johnson ile tanışmıştım. O güne kadar gördüğüm sporcular içinde en görkemlisi, en karizmatiği, en havalısıydı. Altın sarısı ayakkabıları ile start noktasında salınırken etkilendiğimi hatırlıyorum. Sanki yarış başlamadan bitmiş gibiydi. Zaten öyleydi. Amerikalı atlet hem 400, hem 200″ü süpürdü. Usain Bolt”un Pekin”deki performansları nasıl bir jenerasyonu ekran karşısında büyülediyse, Michael Johnson da 96″da aynısını yapıyordu. 200″de son metreleri koşarken rakipsizdi. Şov yapmasına gerek yoktu. Zaten kendisi bir şovdu, bunun için yaratılmıştı. Derecesi 19.32″ydi ve Jamaikalı bir süperstarın dünya sahnesine çıkışına kadar kırılması imkansız rekorlar arasında sayıldı.
Michael Johnson, sadece rekorlardan ve madalyalardan ibaret değildi. Karizması, tavırları, kutlamaları, kişiliği ile asla unutulmayacak o insanlardan biriydi. Rekorları geçilecek, adı tarih sayfalarında her geçen sene birkaç satır daha eksilecek ama hep orada, onu izleyen insanların belleğindeki yeri yıllarla savaşında galip gelen taraf olacak. 96 rakamı her akla geldiğinde yanına 19″u da alacak. Michael Johnson ile tanıştıysanız Olimpiyat sizin için bir daha aynı olmaz. Bir jenerasyon onun sayesinde büyümedi, büyülendi. / İnan Özdemir
Yirmi yıl önceydi. Barselona Olimpiyat Oyunları”nda 400 metre yarı finalleri koşuluyordu. Britanya”nın büyük umudu Derek Redmond şeytanın bacağını kırmak istiyordu.
Kariyerinde ilk İngiltere rekorunu 1985″te kıran sporcu, Avrupa”nın o tarihlerdeki en güçlü bayrak takımının bir parçası olarak da dikkat çekmişti. Hattâ Adalılar bir adım daha ileri gitmiş, 1991″de Dünya Atletizm Şampiyonası”nda Amerika”ya nal toplatmıştı.
Kariyerinde ilk Olimpiyat heyecanını 1988″de Güney Kore”de yaşayan atlet, sakatlık yüzünden yarışı tamamlayamamıştı. Bir sonraki oyunlara kadar sekiz kere bıçak altına yatmış, Katalan başkentine formda gelmişti.
Serisini kazanarak yarı finale gelen Redmond, yarışa iyi başlıyor, fakat 150 metre kadar gittikten sonra önce sekiyor, ardından acı içinde yere düşüyordu. Rüyalar kâbusa dönüyor, yine madalya Kaf Dağı”nın ardında görünüyordu.
Fakat bir anda ayağa kalkmıştı sporcu. Ayakta zor duruyordu. Hakemler onu engellemek istese de o yarışı bitirmek istiyordu. O sırada güvenliği yaran bir adam ona sarılıyor, beraber çizgiye gidiyorlardı. Babası, oğlunu en zor anda yalnız bırakmamış, Derek gözyaşları içinde finişe gelmişti. Stadyumu dolduran on binler ayaktaydı…
Kimisini bitiş çizgisine götüren baba imgesi, kimisini başlangıca götürüyor; bu satırların yazarı da her babasını kaybetmiş çocuk gibi, tam da o günlerde ilk kez büyümeye başlıyordu. / Ali Murat Hamarat
Yugoslavya’nın Buenos Aires’te Dünya şampiyonu olan altın jenerasyonu, Barcelona’da Dream Team’in karşısına çıkabilse neler olacağı hala merak edile dursun, NBA oyuncularından oluşan bir ABD takımını yenecek ilk ekibin Yugoslavya olması bekleniyordu. Atlanta’da Divac beşinci faulünü alana kadar kopmamıştı hatta maç. Sonrası malum, tarihin en muazzam takımlarından biri olan Arjantin yaptı o işi. Her geçen turnuva biraz daha zayıflayan kadrolarından dolayı o günün yakın olduğu da düşünülüyordu aslında. Ama iki yıl önce yaşananlar belki de o günün yakın olduğunun hissedilmesinin asıl sebebi.
Sydney’de Litvanya tarih yazmaya o kadar yaklaşmıştı ki… Siskauskas’ın kaçırdığı en önemli fauller sadece İstanbul’dakiler olsa, Timinskas harika oynadığı gün o saçma top kaybını yapmasa, Garnett’in kaçırdığı fauller sonrası o hücum ribaundu verilmese ya da günün çirkefi Vince Carter’ın hücum faulünü Dorizon hayatında bir kere delikanlılık yapıp çalabilse… Ama en önemlisi de Saras’ın o son şutu girse… Ahlar, vahlardan daha fazlası, Tanrı istemedi o gün nedense. Litvanya, önceki yıl tarihin en özel Avrupa şampiyonluklarından birini kazanan Zalgiris’in çekirdeği etrafında kurulan genç takımıyla, üstelik de Sabonis’ten yoksun bir şekilde ecel terleri döktürmüştü Amerikalılara. Bronzla yetindiler. Aynı jenerasyon daha sonra Stockholm’daki Avrupa şampiyonluğunun yanına Atina’daki en iyi takım olmasına rağmen yarı finalde Basile’ye çözüm üretemeyince bir madalya daha ekleyemedi. Yürekleri çok büyüktü, o gün en çok onu gösterdiler. O gün sahada olan McDyess’ın dediği gibi: “They never backed down once.” / Çağrı Turhan
Olimpiyat tarihinin en büyük sürprizleri listesinde daima tepelerde yer alacak, gözüyle görmeyenin inanmayacağı cinsten bir maç. 13 yıllık grekoromen kariyerinde uluslararası müsabakalarda hiç yenilmeyen, hatta 1994-2000 arasında herhangi bir rakibine tek bir puan dahi vermeyen bir adamdan bahsediyoruz, ta ki Rulon Gardner denen,2 güreşi yakından takip etmeyenlerin adını bile duymadığı bir Amerika”lı çıkıp kendisini ve tüm dünyayı şok edene kadar. Namağlup geçirdiği 13 yıllık sürenin 88, 92 ve 96 olimpiyatlarını da kapsadığını ve Karelin”in bu finale çıkarken dördüncü altınını kovaladığını fark etmişsinizdir.
Normal şartlarda güreşle pek alakam yoktur, ama iş Olimpiyat”a geldi mi izlerim madalya beklediğimiz 2-3 spordan biri olması sebebiyle. Bir dalı biraz izleyince de sonuna kadar gidiyor insan. İşte Karelin-Gardner müsabakasıyla böyle karşılaştım. Alexander Karelin”in kim olduğunu, basit anlamda hayat hikayesini ve meşhur 5 puanlık kaldırışını biliyordum tabi. İki maçını izlemiştim yalnızca o güne kadar, ama Karelin”in iki maçını izleyen herhangi biri, güreşten anlasın anlamasın, onun ne kadar dominant olduğunu, fil büyüklüğünde adamları sağa-sola savuracak, takla attıracak güce sahip olduğunu gözlemleyebilirdi.
Videoda tamamını izleyebileceğiniz maçın daha başlangıcından normalin dışında bir şeyler olabileceği havası vardı aslında. Karelin biraz durgun muydu, yoksa şu an sonucu bildiğim için benim aklımda öyle mi yer etti? Bu tip maçlarda içimden ağır favori yenilsin isterim hep, ama bir yandan da büyük şoklara hazırlayamam kendimi ve gerçekleşmesinden korkarım. Bu maçın da ilk bölümlerinde içimdeki korku hiç gitmedi. Karelin birçok denemeye rağmen bir türlü Gardner”ı istediği gibi yakalayamıyordu. İlk üç dakika puan olmayınca salto oyunu başladı ve Karelin”in kilidi çok iyi görünmesine karşın Gardner ellerini bağlı tutmayı başardı bir şekilde ve Karelin bir an sendeleyince de puan Gardner”a gitti. (4. dakikadan sonraki kısmı izleyin özellikle.) Hakemler bile olan bitene inanamamış olacak ki bariz görünen puanı bir kez daha izleyip emin olma gereği hissettiler. Sonra neler hissettiğimi hatırlayamıyorum. Etrafımdaki büyüklerim “Karelin bir şekilde kazanır.” demeye devam ediyorlardı. Altı yıl sonra kaptırdığı ilk puanın onu bir Olimpiyat şampiyonluğundan edeceği hâlâ kimsenin aklından geçmiyordu. Ama hayır, süre bitiyordu, bir şeylerin ters gittiği anlaşılabiliyordu güreşçilerin vücut dillerinden. Olan bitene inanamayan milyonlarca insandan sadece ikisiydi onlar da. Spor tarihinin en büyük “upset”lerinden birine tanıklık ediyorlardı aynı benim gibi. / Alp Akbulut
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane