Skip to content

Kadın Gibi Kadın

"To Sherlock Holmes she is always the woman."

“To Sherlock Holmes she is always the woman.”

Dr. John Watson

Sir Conan’ın meşhur hikayesi “A Scandal in Bohemia” aynen böyle başlar. Burada Dr. Watson, doktorluğuna yakışır bir biçimde iki net bilgiyi aynı anda önümüze koyuyor. Bir, Sherlock ondan her zaman “the woman” diye bahsederdi; iki, Sherlock ona karşı bir şeyler besliyordu. Ama ne beslediği muallak. Duygusallıktan çok uzak ve her olan biteni bir mantığın içine sığdırabilen, sığdıramadıklarıyla da ilgilenmeyen bir adamın âşık olabilme ihtimali var mıdır? Kız olsam, evet derdim. Mevcut hâlimle ise karar veremiyorum. Bu sebeptendir ki elde bulunan kaynaklara bakmak istedim. Orijinal hikâyeyle başladık bile zaten. Dizisi ve filmine de geleceğiz muhakkak.

Irene Adler’i tanıyalım. 1858, New Jersey doğumlu. Opera sanatçısı. Bu kadar. Olabildiğine gizemli, aşırı güzel (gören öyle diyor), şeytani zekâya sahip. Öyle ki zekâsı bir süper kahramanın süper gücünden farksız olan Sherlock Holmes’u bile alt etmişliği var. İlk önemli bulgumuza rastladık bile bu arada. “A Case of Identity” isimli hikâyede John Watson’un Adler hakkında “Sherlock Holmes’u yenebilen tek insan” sıfatını kullandığını da biliyoruz önceden çalıştığımız için. Ortada bir hayranlık durumu olduğu kesin, ama Adler’i “the woman” yapmaya yeter mi bu? Durumun ehemmiyetini anlamak için öncelikle adamımızın kadınlara karşı genel hissiyatını irdelemek gerekir ki onu diğer birçok erkek kahramandan ayıran da aslında karşı cinsle olan (olmayan) ilişkisidir.

Sherlock Holmes bir tümdengelim üstadıdır, müthiş bir gözlemcidir. Bilim, felsefe, keman, boks, kılıç alanlarında da oldukça iyidir. Tipini net olarak bilemiyoruz ama donanımı, yaptıkları, genel tavrı göz önünde bulundurulunca “womanizer” olması kaçınılmaz bir adamdır. Buna rağmen o kadar hikâyenin içinde bir tane bile icraat yok ki, zaten bu yüzden de Holmes’un özel hayatıyla ilgili sayısız teori üretildi yıllar boyu. Uzaylısından, gelecekten gelmesine kadar birçok uçuk fikre de rastlıyoruz, ancak şu dakikada akla yatkın olanların dışına çıkmaya pek lüzum yok.

a) O bir homoseksüel: Dr. Watson’a karşı, cinsellik içermeyen bir aşk beslediği buradaki çeşitlemelerin en ayakları yere basanı. Aşkın karşılıklı olduğu, cinsellik de içerdiği, hatta gün aşırı çakıştıkları işin biraz daha tabuları yıkan versiyonu niyetine düşünülebilir. (100 yıl öncesinden bahsediyoruz nihayetinde.) Dizide1 yer alan gay imâ ve espirilerini John Watson’ın katiyetle ve samimiyetle reddettiği ve kız işlerinde forvet oynadığı, orijinal hikâyede ve filmde2 Watson’ın zaten bir noktadan sonra evlendiği de düşünülürse karşılıklı aşk olayı imkansızlaşıyor.

b) O bir aseksüel: Pek de aşına olduğum bir terim değil esasında. Böyle insanların olabileceğine dahi şüpheyle bakıyorum (Morrissey’e selamlar). Öte yandan Sherlock’un durumuna getirilebilecek daha uygun bir açıklama da hayal edemiyorum. Aseksüellerin hemcinsleriyle veya karşı cinsle romantik ilişkiye girebildikleri bilgisi de var hem. Yani akşam yemeği, şömine, şarap… orada dur. a şıkkında yazdığım ilk cümleyi buraya almam gerekiyor belki. İkisini birleştirince “homoromantik” sınıfına dalıyoruz. (Uydurmuyorum, var böyle bir şey.)

c) Aşk acısı: Popüler kültür kapsamında sunulan sanat eserlerin o kadar büyük çoğunluğunda aşk teması işleniyor ki, toplumda ister istemez “her şeyin içinde aşk arama” eğilimi oluşuyor. “100 yıllık bir popüler kültür ikonunun da bir yerlerinde olmalı mutlaka” kafasıyla Irene Adler’e saldıran ama delil niteliği taşıyacak çok az bulguya ulaşabilenlerin (ben de bunlardan biriyim) hızını alamayıp yarattığı bu hayali geçmişte başka bir kız mevcut. (Burada ayrılıyorum, bizim için Irene Adler tektir, the woman’dır.) Sherlock Holmes’un gençliği hakkında Sir Arthur Conan Doyle çok az bilgi verdiği için atış serbest. Steven Spielberg’in 1985’te çektiği “Young Sherlock Holmes” adlı filmde genç Sherlock’un kötü adamlar tarafından öldürülen bir sevgilisi var, ve intikam yemini eden kahramanımız aşka tövbe ediyor. True Blood’dan Pam’e kulak verelim.

“…too much stupid in the room.”

Sherlock Holmes

Guy Ritchie-Robert Downey Jr-Jude Law üçlüsünden çıkabilecek en kötü şey olan 2009 yapımı zırvanın odasına şöyle bir kafayı uzatıp uzayacağım. Sürekli komik olma uğraşı içerisinde kaybolan ve karakterin özüne inemeyen bir Robert Downey Jr, film icabı ikinci adam olmayı gerçek hayatla karıştırdığı için ne yapacağını tam bilemiyor izlenimi veren ve oynadığı karaktere kendinden hiçbir şey katmayan bir Jude Law, ve en kötüsü “bir-iki patlama çatlama koyarsak, içine bir de aşk koyalım, bence emerik” diye işe giren Guy Ritchie. Tam bir aşk koymuş değil ama eski sevgili olarak Irene Adler’i hemen yerleştirmiş. Fakat Ritchie’nin Adler’i hayal ettiğim, üzerine gazeller yazılacak Adler’den çok uzak. Rolü oynayan kızın güzel olup olmaması değil mevzu. Problem, filmde geçen olay örgüsü içerisinde efsanevi The Woman’ın sıradan bir eski sevgiliden hallice olması. Ritchie keşke en iyi yaptığı işi yapsaydı da, ayrı cephelerin hikayelerini ayrı ayrı anlatıp hikâyenin bir yerlerinde birleştirseydi, hem güzel bir film izlerdik, hem de Guy Ritchie’s Sherlock Holmes diye apayrı bir etiketi olurdu ortaya çıkan işin. İkinci filmde daha iyi bir senaryo, daha iyi bir atmosfer var ama karakterler inandırıcı olmadıktan sonra pek bir anlamı kalmıyor.

Öte yandan dizi bambaşka. Bölümler bir buçuk saat kadar sürdüğü için kendi başları bir film olarak da değerlendirilebilirler. Bu kapsamda şu ana kadar yayınlanan altı bölümün altısının da aşağı yukarı aynı dönemlerde hortlayan beyaz perdedeki muadilinden iyi olduğunu söyleyebilirim.  Hele aralarında bir tanesi var ki, Luther’ın 1×05’iyle birlikte son yılların en etkileyici dizi bölümü desem pek de sırıtmaz hani. Adı “A Scandal in Belgravia”. İkinci sezonun birinci bölümü. Orijinal hikâyeleri modern dünyaya uyarlarken isimlerinde ufak değişiklikler yapılması icap etmiş. Daha önce çekilmiş birçok film ve dizi Holmes-Adler ilişkisini konu almıştır ama Adler’i bu kadar derinlemesine işleyen, onu aynı anda hem kolay hem de ulaşılmaz yapan muazzam detayları hikayenin her tarafına serpiştiren başka bir yapıma rastlamadım ben şu ana kadar. A Scandal in Belgravia’nın ilk yarım saati aşağı yukarı A Scandal in Bohemia’daki gibidir. Kraliyet ailesini ilgilendiren bir skandal, Adler’in şantaj olarak elinde tuttuğu fotoğraflar (dizide çağımıza uyarlanmış olarak fotoğraflar daha bir 18+), bu fotoğraflara ulaşmak için Sherlock Holmes’tan yardım istenmesi, ilk tanışma, Adler’in şeytani zekası, baştan çıkarıcı seksapeli ve efsane dedektifimizi alt edebilmesi. Dizinin yapımcı ve yazarları Steven Moffat ile Mark Gattis bu kadarla kalmayıp hikâyeyi birkaç adım daha öteye taşımaya karar vermişler ve ikili arasındaki ilişkiyi özetle şu şekilde yorumlamışlar: Irene Adler, Sherlock’u çıkarları için kullanır ancak içindeki bir dürtü onu bir şekilde oyunun içinde tutar. Kadının duygusal yönünü aynı zamanda onun zayıf noktasıdır. Sherlock ise duygularını (eğer varsa tabi) işine karıştırmaz, onu güçlü kılan da budur. Feminist çevreler tarafından kadının gücünü gösteren 100 yıllık bir başyapıtın erkek egemen bir ana akım kültürüne kurban gitmesi olarak yorumlansa da, ben her zaman için işin seyirlik kısmında kalmaktan yanayım ve tartışmayı cinsiyet bazında değil de romantik bazda yürütme taraftarıyım.

Ağabey Mycroft Holmes tarafından kızı etkilemeye çalışmakla suçlanması (bu bir suç değil tabi, ama etkileme esnasında yediği bokun ucu Mycroft’a dokunduğu için böyle söylüyor), hikayeye uzaklardan bir yerlerden dahil olan azılı düşman Jim Moriarty’nin kendisi için “The Virgin” tabirini kullanması gibi ince detaylardan yapabildiğim çıkarım, dizideki Sherlock’un kadınlar konusunda aslında bir “loser” olabileceği. Kafası çoğunlukla sebep-sonuç ilişkisine çalışan, kadınları tehlikeli ve güvenilmez bulan, vakaları çözerken sağlıklı düşünmesini engellediği için kadınlarla romantik etkileşime girmekten kaçınan bir adamın zaman zaman bu bahaneleri karşı cinse karşı olan korku ve utangaçlığını gizleme amaçlı kullanması mümkün müdür acaba? Scandal in Belgravia’nın ortaya attığı önermelerden biri de bu. Senaristler akıllı bir iş yaparak şu zamana kadar cevap bulamamış (karakterin esas yaratıcısı ser verip sır vermediği için de hiçbir zaman cevap bulamayacak) bir soruyu cevaplamaya çalışmak yerine tartışmayı tercih ediyorlar ve herkesin aklındaki soruyu sormayı da ihmal etmiyorlar. Bunun için de onunla en çok vakit geçiren iki insan olan John Watson ve Mrs. Hudson3 arasında şöyle bir diyalog uygun görmüşler:

Watson: Baksana, onun kız arkadaşı, erkek arkadaşı ya da herhangi tür bir ilişkisi oldu mu hiç?
(Arka planda Sherlock kemanıyla yeni bestesini çalıyor.)
Mrs. Hudson: Bilmiyorum.
Watson: Nasıl oluyor da ikimiz de bilmiyoruz?
Mrs. Hudson: O, Sherlock. Tuhaf kafasının içinde neler döndüğünü nasıl bilebiliriz ki?

Ortamdaki en yaşlı ve Sherlock’u en iyi tanıyan karakter Mrs. Hudson burada tam onikiden vuruyor. Okuyan, izleyen, duyan, seven, sevmeyen herkesin kendine göre bir fikri vardır muhakkak. Şoven bir domuzdan asi ruhlu bir Don Juan’a, beyni dışında başka hiçbir tarafıyla düşünmeyen bir androidden sosyal ve cinsel fobi ve tabuları yüzünden kadın veya erkeklere yaklaşamayan masum bir çocuğa kadar her türlü fikir gizemli öykülerin arasından cımbızla alınabilecek ayrıntılarla desteklenebilir ve belli bir mantık çerçevesine oturtulabilir. Ama işin aslı şu ki; Sherlock Holmes hepimizden farklı düşünür. Onun mantığı bambaşka bir sistemle işler. Onun duygularını ise değil anlamak tespit etmek bile çok zordur.

“Brainy is the new sexy.”

Irene Adler

Diziyi izledikten sonra ilk aklıma gelen filmle diziyi kıyaslayan bir yazı yazmaktı. Bu amaçla iki yapımı da birer kez daha izledim, notlar aldım. Fakat bir süre sonra kıyas yazısı fikrinden vazgeçtim. Aradaki uçurum öyle büyük ki, ister istemez tüm yazı diziyi öven, filmi yeren bir hâle dönüşecekti ve Robert Downey Jr. hayranlarından sayısız tehdit mektubu alacaktım. İşin aslı ben de bir Robert Downey hayranıyım ama Ally McBeal’daki ya da Chaplin’deki hâlinin hayranıyım. Uyuşturucunun profesyonel hayatına yansıdığı o zorlu dönemlerde çok daha içten, çok daha olduğu gibi oynardı rolleri. Şimdi ise en münasip tabirle “abartılı”. George Clooney tarzı her rolünün arka planında kadın dergilerine makale konusu olma çabası hissediliyor. Komik, karizmatik, zeki… Dizideki Sherlock’u oynayan Benedict Cumberbatch ise oynadığı karakterin zaten komik, karizmatik ve zeki olduğunun farkında. Onun mizahı yaptığı espirilerden değil olaylara çok ters bir açıdan bakabilmesinden geliyor. Karizması çözdüğü vakalarla şekil buluyor. Önemli rolleri oynarken birçok aktörün/aktrisin yenik düştüğü “overacting” hastalığına yakalanmadan zor bir rolün altından kalkıyor.

Kıyas yazısından vazgeçtim ama kıyas yapmaktan vazgeçmiyorum yine de. Ana karakter hakkında kendimi tutamayıp girişmeye başladım da, diğer unsurları da katmak gerekiyor işin içine daha sağlıklı bir yorum yapabilmek adına. Hem kıyaslanan unsurların hem de verilen notların son derece subjektif olduğunu, sıkıcı teknik detaylara girmeden sıradan izleyici mantığıyla hareket edildiğini belirtmek isterim.

Bu kadar bilinen, sevilen, dünya çapında bir edebiyat başyapıtını modernleştirmek ciddi bir risktir ve eleştirmenler tarafından genellikle yere sektirilerek degajlanır. Dizimiz hakkında eleştirmen yorumu okumadım pek, zaten olumsuz bir yorum olabileceğini hiç sanmıyorum. Öyle ki BBC’den özenen CBS de yeni bir uyarlama yapmaya hazırlanıyor. Hakkında çok net bilgiler yok ama pilot bölümün ismi “Elementary” ve günümüz New York’unda geçiyor. Başrollerde ise Jonny Lee Miller ve Lucy Liu (evet, yanlış duymadınız) var. Dr. Watson’ı bir kadın olarak hayal etmek pek kolay değil şu aşamada ancak Lucy Liu’nun hastasıyız ve merakla bekliyoruz.

“The Woman… The Woman”

Sherlock Holmes

İtiraf ediyorum. Aşk var mı, Sherlock gay mi diye girdim yazıya ama asıl amacım A Scandal in Belgravia’dan bahsetmekti. Tanıdığımız, bildiğimiz Sherlock Holmes’un bir kadını sevebilmesi için o kadının hakikaten çok acaip bir şey olması gerekiyor. Sir, Adler’le ilgili hemen hiçbir şey söylemeyerek okuyucuya bıraktı yorumu yıllarca. Hayallerde büyüyerek kült bir karakter hâline gelen The Woman, sinemada ya da televizyonda asla yeterince inandırıcı olamamıştı. Çok iyi bir malzemeydi ve orijinal hikâyenin üzerine muhakkak bir şeyler koymak gerekiyordu onu daha çok kullanmak, daha öne çıkarabilmek için. Sherlock’la ilgili yapılan herhangi bir filme rating maksatlı güzel bir aktris koyacaksınız, adres belliydi. Ama işte tatmin etmedi bir türlü, hep eksikler vardı. Belki hiçbiri şartları bu kadar değiştirmeye cesaret edemediği için olmadı.

Neyse ki bu sorun çözüldü artık.

Not: En baştaki alıntı orijinal hikayeden, diğerleri Sherlock dizisinin ikinci sezon ilk bölümündendir.

Not 2: Irene Adler rolünde Lara Pulver’in muhteşem oyunculuğunu yazının hiçbir yerine sokamadım ama es geçmek de istemiyorum.

  1. Coupling’den tanıdığımız Steven Moffat’ın dizisinden bahsediyorum. CNBC-e’de de yayınlanıyor galiba. Yazının ilerleyen bölümlerinde de kendisinden “dizi” diye bahsedeceğim, aksi hâlde film, dizi, kitap ve adamın kendisi birbirine giriyor. []
  2. Üstte yazılanların aynısı Guy Ritchie’nin Sherlock Holmes’u ve “film” için de geçerlidir. []
  3. Sherlock ve John’un birlikte yaşadıkları evin sahibesi. İyi kalpli, anaç, meraklı bir teyzemizdir. []