Yer, Orlando Drake Hotel. Burası Orlando Magic’in karargahı.1 Otelin altında yatır var. Pardon, yanlış oldu, geri al! Yer, Orlando bilmemne hotel. İsmi gerekmiyor, reklam olmasın, hem ekstralardan feci kilitliyor ve uyuz ediyorlar. Yerel saatle gece 01:00, havaalanından yeni gelmişiz ve lobideki bardayız. Burası All-Star haftasonunun medya oteli, yani spor basınını ağırlıyor ve sanırım bununla alakalı olarak ortamda 35 erkeğe karşılık 5 kadın gibi bir oran söz konusu. Yazıhane’nin lansmanı da herhalde böyle olurdu diye geçiyor aklımdan. Ayaküstü birer içki için ama nezaketen oradayız aslında, yoksa durup su bile içecek halim yok. Oturma pozisyonunda birkaç dakikadan fazla uyumayı beceremediğim için İstanbul-New York, New York-Orlando uçuşlarını ve JFK’deki 6 saatlik bekleyişi algım açık biçimde yorgunluktan ölerek geçirmiş ve son 48 saatin 24’te birlik kısmında uyuyabilmişim. Tek istediğim bir parça yatak…
Son bir aydaki hızlı gelişmeler sonunda kendimizi Orlando’da bulduk. Yolculuktan birkaç gün önce haber verdiğim arkadaşlarım gibi ben de şaşkınım, bir ay sonra bile. Yıllar önce aklımı NBA’e bağışladığımdan beri beni en çok heyecanlandıran seyahat planı maç izlemek üzere Amerika’ya gitmek olmuş, şimdi maçın daniskasına gidiyoruz. Gerçi All-Star’ı maç olarak görmeyi bırakalı çok oluyor, daha çok büyük bir sahne performansına gidiyor gibi hissediyorum ama farketmez. Daha üç ay önce normalde maç takip ettiğimiz saatlerde birtakım toplantılardan çıkacak lafları bekliyor, birbirimize “Woj, takip ediyorsanız hayırlı haberi verin” geyiği yapıyorduk, bir yandan da nisanda askere gitme fikrine giderek daha fazla yaklaşıyordum.2 Nerdeyim lan ben?
Yazıhaneden.com Yönetim Kurulu Başkanı Sayın Kaan Kural, ABD seyahatleri konusunda tecrübeli bir isim. Orada araba kiralamanın şart olduğunu söyledi ve yaşayarak gördük ki, hakikaten şartmış. Gitmeden buradan ayırdığımız aracın ellerinde kalmaması nedeniyle orada kendimizi sekiz kişilik bir şeyin içinde bulduk. Sekiz kişi bagaja sıkışabilenlerle ortaya çıkan bir sayı değil; sekiz kişilik oturma yerinden bahsediyorum. O kadar büyüğüne gerek olup olmadığını ise sadece otelden arabaya sekiz kişi bindiğimiz ertesi sabaha kadar düşündük. Kaan Abi maç yorumlamak üzere geldiği Orlando’da bir anda dolmuş şoförü olmuştu, muavininin ismiyse Jennifer’dı. Kendisi GPS cihazında yaşıyor.
Orlando, her tarafı birbirine benzeyen alışveriş yerleriyle dolu bir yer. Şehrin insanın aklını alacak bir yanı yok. Disneyworld ve Universal Studios o aklı alıp sonra eve postalıyor olabilir, bilemiyorum, vakit kaygısından ötürü gidemedik ama ben şehirden bahsediyorum. Sözünü ettiğim alışveriş yerleri “mall”lar değil, yan yana tek katlı dükkanların bir çeşit kare-dikdörtgen halinde oluşturdukları bütünler. Her yerde bu alışveriş ya da restoran alanlarından var, onlardan kalan yerlerde de mall, outlet center, bahçeli, güzel evler ve oteller… Sakin bir yer ama büyük şehir insanını bayma ihtimali de mevcut. Bir de buralardan giden birine rahatsız edici gelebilen bir refah hali…
Bizim için bu seyahatin en heyecan verici yanı belirlediğimiz bazı restoranlar ancak maçlardan sonra akşam geç saatte gitme şansımız olmadığından yalnızca üç öğle yemeği fırsatımız var ve çeşitli sebeplerden ötürü yalnızca birine, benim en merak ettiğime gidebiliyoruz: Texas de Brazil. Elinde şişlere geçirilmiş etlerle dolaşan garsonların masa masa dolaşıp, “dur baba, aman” demediğiniz takdirde tabağınızı birer birer doldurdukları, bayağı iyi şeyler yediğiniz bir yer. Şekil şemal görmek isteyenler sitesine girebilirler3 ama karnınız açken bakmayın. Yemek demişken kendime not, THY ile uzun yol gitmeden önce karnımı iyice doyuracağım. Kobe’nin yaptığı yemekler mi bunlar?
Cuma günü Amway Center’a giderken sekiz kişilik arabanın yaşı en küçük yolcusu olarak, hazır da yoldayken salonun ismiyle ilgili düzeysiz espriler yapmamak için zor duruyorum. Neyse ki çok uzaklarda bir yerlerde Yazıhane’nin beş vakit goygoycu ama gerektiğinde oturup bi büyük filmi de bitiren yazarları fırsatı kaçırmamışlar, sonradan öğrendim.4 Salona girmeden önce akreditasyon kartlarımızı almak üzere gittiğimiz basın yeri, bizim yayın yaptığımız yerde Cumartesi ve Pazar günü yaşanan wireless krizini saymazsak organizasyonunun tek yakışmayan tarafı ve hakikaten olacak iş değil. Mesele römork diyebileceğim o basın merkezi değil, alandaki çamurların üzerine döşenen kırık dökük tahtalar. Üç gün boyunca bir tahta kırılmadıysa ve birileri ayağını sakatlamadıysa büyük şans. Böylesi bir özensizliği orada görmek beni çok şaşırttı. Sakatlanma demişken, kartlarımızı aldığımız yerdeki görevli yabancı medya mensupları arasında düzenlenecek maça katılmak isteyip istemeyeceğimizi soruyor ve Bruce Bowen’ın da geleceğini söylüyor. Bowen’ın oynayacağını düşünerek “Yok” diyoruz, “kalsın”. Oynamamış gerçi ama o işin geyiğiydi zaten; belim bir süredir hiç iyi durumda değil ve oynasaydım yere yığılmam için Bowen’ın şut esnasında altıma ayak sokmasına gerek kalmazdı.
Salonda oturduğumuz bölümde solumuzda Çin televizyonu, sağımızda Fransızlar, arkamızda da localar var. Çin televizyonu CCTV’nin yetkililerine “Abi Allah razı olsun, League Pass öncesi dönemde linklerle falan hep sizden izliyorduk NBA’i” demeli miydim acaba? Gerçi diyemezdim çünkü ilk iki gün boyunca oradaki yerlerini alıp bitime kadar uyudular, yayın falan da yapmadılar. Şaka değil, çok ciddiyim. Ekiplerinin tek uyanık üyesi olan kız da Alp Özgen’in söylediğine göre telefonundan erkek arkadaşıyla konuşuyormuş ve oğlan çıplakmış; en azından üstü. Aynı Çinliler Pazar günü küçük bir kamerayı önlerine koyup molalarda falan oradan devam ettiler ve bu arada patlamış mısır yerken birkaç kez Çin televizyonuna çıkmış olabilirim. Fotoğraf çekmek dışında ne yaptığını anlayamadığım, yaşı benimkine yakın, Rondo tişörtlü bir eleman vardı ekiplerinde, bilgisayarımdaki Lakers wallpaper’ını görüp gülüyor, biraz laflıyoruz. Rondo-Gasol dedikodusundan bahsediyorum, ilk kez duyuyor ve aklı gidiyor. Birkaç dakika sonra Kobe anons edilirken “Allah belanı versin senin” gibisinden el kol hareketleri yapmasa iyiydi. Yine de büyüklük bizde kalsın diyerek devre arasında mısırımdan ikram ettim, kadraja girdiği için yiyemeyeceğini söyledi. Halbuki ben zaten giriyordum.
Herhalde herkes kimlerle konuştunuz, fotoğraf çektirdiniz diye merak ediyor. Söyleyeyim, Cuma günkü maçtan sonra Kaan Abi’nin Paul George’a ayak üstü ve aslında “evladı”yla fotoğraf çektirmek için sorduğu yalandan iki soru dışında hiçbir oyuncuyla konuşmadık ya da resim çektiremedik. Çünkü oyuncular görevlilerin eskortluğunda basına getiriliyor, toplu halde sorular cevaplanıyor ve sonra da götürülüyorlar. Orada dolaşabilmenin avantajıyla “Kanka, bi fotoğraf çeksin arkadaşım be” diye adamı almak mümkün değil, zaten etraflarındaki kalabalıktan pek yaklaşamıyorsunuz da. Sadece Pazar günü maçtan önce bir ara mixed zone gibi bir yerde iki gazeteciyle laflamasından istifade Steve Nash’e yaklaşmıştım, “Tottenham maçından haberin var mı” diyecektim, ama sezdi herhalde, lafını bitirir bitirmez diğer tarafa doğru kaçtı. Sonra düşündüm de, sırf muhabbet edeyim diye bayağı büyük dallamalık yapmış olacaktım zaten o soruyla, iyi ki yakalayamamışım.
Oyunculardan zaten pek ümidim yoktu ama kendi adıma en çok favori basketbol yazarlarımdan Zach Lowe’la laflamaya hevesliydim. Cumartesi günü medya odasında kendisini Facebook fotoğrafından tanıyıp (Sitede belirgin bir fotoğrafı yok) Kaan Abi’ye gösteriyorum. Çalışıyor ve yanına giderken rahatsız eder miyiz diye kuşkuya düşüyoruz. Sonunda dayanamayıp “Merhaba, blogunuzun büyük hayranıyız” diye giriyoruz. Aldığımız karşılık ise “Teşekkür ederim, Orlando’ya hoşgeldiniz” oluyor. Galiba hem şaşırıyor hem de masaya iş için otururken laf olsun diye öyle söylediğimizi düşünüyor, kimbilir belki de yetiştirmesi gereken bir işi ve çok az zamanı var. Yoksa öyle kestirip atacak birisi olmadığına eminim. Bir dakika sonra da bilgisayarını bırakarak kalkıyor; belki tuvalete, belki yemeğe, belki ağlamaya… Neyse, ertesi gün Kaan Abi’yle yürürken karşılaşınca selam vermiş. Belki de beni sevmemiştir.
Smaç yarışması salondan daha etkileyici gözüküyor, haliyle. Özellikle Paul George’un fosforlu smacı ancak oradan anlaşılabildi sanırım çünkü ekrandan pek bir şey gözükmedi. Pazar günüyse bir maçtan ziyade devasa bir müzikal ambiyansı hakim. Sahada dalgasına bir maç oynanmasının bu ambiyansa katkısı yadsınamaz. O yüzden kıl oluyorum, elinin ayarı bozuk kardeşimiz Andrew Bynum birisini indirse de ortam gerilip maç ciddileşse diye bekliyorum ama Bynum önceki gün iğne yapılan dizini zorlamak istemediğinden beş dakika oyunda kalabiliyor. Wade’in Kobe’ye faulünden sonra “hah” diyorum, o da pek etki etmiyor, ancak son çeyrekte skor yaklaşınca maç maça benziyor. Son çeyrek Kobe sürekli LeBron’la trash talk halinde, hatta bir yerde iş uzuyor gibi, araya Carmelo giriyor, ona da bozuluyorum. Bırak abi, yumruklaşacak değiller. Yanımdaki Çinli eleman bayağı gaza gelmiş durumda, “ülke puanı” benzeri bir hesap peşinde gibi. Ben de normalde All-Star’ı umursayacak dönemi geçtim ama o ortamda, bütün taraftar da Doğu’nun arkasına geçmişken, Kobe onu ilk kez canlı izlediğim maçta, gözümün önünde milleti sustursun istedim açıkçası. Olmadı.
O anı bir gün finallerde yaşamak üzere hakkımı saklı tutmuşumdur umarım.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane