Baştan söyleyeyim Oscar’ı sevmem, sevene mani olmam, izlerim kaçırmam, verseler düşünürüm, kazanan tuttuğumsa susmam, tutmadığımsa hiç susmam.
Yani kısacası Amerigalılar bu işi biliyor gardeşim. Neyse, 84. Oscarlarda da bu durum değişmeyecek. Girizgahtan konumuza zerk olalım.
Gözlerimizi dört açıp üçüncü boyutu görmeye kafa patlattığımız sinemanın bu oyuncaklı döneminde, geçmişe dönüp ‘aha da böyle oldu’ diyen iki film, Artist ve Hugo, En İyi Film’in en olası adayları.
Altyazı arayanları derin bir sessizliğe gömen siyah-beyaz sessiz film Artist, Michel Hazanavicius’un yönetiminde sadece Fransa’yı değil tüm dünyayı hedefleme stratejisinde daha başarılı olamazdı herhalde. Belki düşüncesini o meşhur heykelcikle taçlandırmaya yaklaştığı bu anlarda, 90’larla birlikte müthiş filmlere imza atan daha sonra Oscar’ı kendine sıkıntı yapan David Fincher abimize akıl verebilir. O bambaşka bir yazının konusu tabi.
Artist, sinemada sessiz filmden sesliye geçişteki sancılara jön mü jön En İyi Aktör adayı Jean Dujardin’ın endamıyla değiyor. O geçişte sesi bedenine uygun olmayan ve işini kaybeden aktör ile aktrisler pek umurunda değil Artist’in. Artist işte, n’olacağdı ya! Artist, yıldız sistemini kendisine şiar edinen Hollywood’un karşısına Dujardin’ın oynadığı George Valentin ile çıkıyor.
Valentin yürüse sesli dönemde de yürüyecek ama ‘hmm ses mi, işim olmaz’ tavrı – aslında ‘söz mü işim olmaz’ tavrı – melodramı başlatıyor. Film olacak ya! Valentin’inki, Gilles Deleuze’ün film üzerine yazılarında imgeye yoğunlaştığı ve sesi pek umursamadığı gibi bir tavır değil. 1920’lerin sonunda zaten çocukluğunu yaşıyor Fransız feylesof. Bu tavır aslında çok güzel, oradan gitse film bambaşka bir kapıyı tekrar açabilir ama Oscar abi yüz vermez. Nihayetinde film Hollywood’un her değerinin, geçmişinin, yıldız sisteminin vs.sinin onaylaması olarak ‘oh dünya ne güzel’ diye bitiyor.
Ne yalan söyleyeyim söze yer vermemesi bende bir detoks etkisi yarattı. Bir temizlendim, bir arındım sorma. Kafayı dinledim. Şaka bir yana diyalogdan ve çevre seslerinden izole olmak filmle sizi baş başa bırakıyor. Filmde söz-ses, aslında imgeden önce gelip onun algılanışını şekillendiriyor. Bu açıdan eğer görseli ön planda olan bir sanattan bahsediyorsak bu bir anlam kaybı olarak değerlendirebilir. Özellikle altyazıya da baktığımız günümüzde, filmin imgesi ile yüz yüze gelmek güzel oldu. Politik söylemini katmayayım, sevdim ben Artist’i. Ha, bunu başka filmler yapmıyor mu? Ee, Oscar konuşuyoruz be abi.
Sinefilleri ve sinemaseverleri Artist kadar memnun eden bir de Hugo’ya bakalım. İlginç tesadüf Fransa filmi Artist Hollywood’da, ABD filmi Hugo Fransa’da Paris’te geçiyor. Hugo, Gare du Nord’da filmin ismini verdiği çocukla başlıyor ama sinemayı özel efektle tanıştıran George Méliès ile bitiyor. Méliès, icat ettikleri sinematograf ile sinemayı başlatan Lumière Kardeşler’den belki de sinemaya daha çok katkı vermiştir. Herkes sinematografın keşfinin şokuyla günlük yaşamı kayıt altına alırken, Méliès hayallerini o gerçekliğe taşımayı düşünmüş ve başarmıştır. Maddi-manevi desteğini verdiği sinemanın aşığı, yönetmen Martin Scorsese de, Méliès’e saygısını Hugo ile gösterir.
3D çekilen Hugo, sinemanın tarihi ile olası geleceğini birleştiriyor. Lumière’lerin ve bu sanatın ilk çıkışındaki filmlerle, Méliès’inkileri filmin içine yediren Scorsese, 3D’yi de kullanarak bütünlüklü bir görsel ve düşünsel seyirlik ortaya çıkarmış. Muhafazakar izleyiciler açısında şüpheyle bakılan 3D filmler elbet bir gün Oscar alacak. Avatar, avatar’lığını yaptı ama Oscar temkinlidir, bekler ve artık herkesin yenilikleri kanıksamasından yıllar sonra verir kendini. Bir nevi Fincher’ın kaderi. Bakalım Hugo da bundan nasibini alacak mı? Ya da Oscar’ın gittiği ilk 3D film mi olacak?
Olağan şüphelilerden daha az iddialısı The Descendants, türkçesiyle Senden Bana Kalan, Havai’de vuku bulan ve adı üstünde köken ve geçmişin izinde. Sideways ile aklımızda yer edinen yönetmen Alexander Payne’in yeni komedi-dramı, Hugo’nun da bulunduğu Altın Küre ödüllerinde En İyi Drama dalında kürelendi. Komadaki eşinin kendisini aldattığını öğrenen Matt King (George Clooney) sonunda, sıkıcılık ve durağanlığından sıyrılıp, ailesi ve yaşadığı Havai ile bağını baştan kuruyor. Havai’yi sörf ve golf dışında görmek güzel, hikaye güzel ama Sideways gibi kavramıyor film. Matt’in eşinin olanlara karşılık verememesi filmin güzelliği, buna karşın ikili arasındaki çatışamama durumu bir boşluk. Bu boşluğu aile ve Havai ile doldurmaya çalışıyoruz ancak sonunda Payne’in karakterlerinin hayatı kabul ettiği gibi biz de filmi kabul ediyoruz. Bir de Clooney var, ben Clooney’nin oynadığı Matt King’i görüyorum. Aslında Clooney’nin oynadığı her rolde Clooney’i görüyorum. Karakter değişse de, bir şeyler hep kalıyor. Neyse Clooney politik adamdır, sağlamdır.
Buradan tüm En İyi Film adaylarından ayrılan The Tree Of Life’a (Hayat Ağacı) geçelim. Topu topu beş filmi bulunan, bununla beraber her filmi başyapıt mertebesinde ele alınan Terrence Malick, The Tree of Life ile filmsiz geçirdiği yılları bir kez daha damıtılmış bir görsellikle izleyicisine armağan etti. Din, mitoloji, felsefe, hatta bilimde yer alan, yeryüzündeki tüm canlıların birbiriyle bağlı ve ilişkide olduğuna dair Hayat Ağacı motifi, filmin içine de köklerini salıyor. Her karesi temaşa veren bu görsel şölen, doğa-şükran ikiliği ile başlayıp, anne-baba, dünya-cennet, baba-oğul, içerisi-dışarısı gibi daha nicesini aklımıza takıyor. Klasik anlatıyla süren diğer adayların ötesinde, The Tree of Life şairane akışı ve huzurunuza sekte vuracak da olsa kapıldığınız ritmi ile Kosmos’u ifşa etme çabasıdır. İddiası büyük, mikro-makro ikiliği içerisinde, her karede, ormanda, denizde, gökdelende, oturma odasında, bahçede, insan yüzünde şeylerin tezahüründeki doluluğu gösterir. Peki tüm bu çaba ne için, tabii ki Oscar için olmadığını söyleyebiliriz.
Şimdi görsel temaşadan sözel temaşaya geçelim. Woody Allen da son filmi Midnight in Paris ile (Paris’te Geceyarısı) Fransa’ya dönenlerden. Filmlerinde, uzun diyalog ve bir yerden sonra monologa dönen Allen, New York’tan çıkıp Avrupa’yı kendine merkez almasıyla görsel gücünü artırıp, gevezeliğini azalttı. Tabii ki bir Artist olmadı. Gerçi Brooklynli yönetmen o koşulda da kendine konuşma baloncuğu açıp, doldururdu içini. Midnight in Paris’te içine Woody Allen kaçmış – neden acaba! – Gil’in (Owen Wilson) peşinde sürükleniyoruz. Bu fantastik yolculukta, 1920’lere ve 1890’lara uzanıp, Allen’ın F. Scott Fitzgerald, Ernest Hemingway, Luis Bunuel, Salvador Dali ve Pablo Picasso gibi üstadları perdeye taşımasına ve tabii ki dillendirmesine tanık oluyoruz. Öyle bir konuşturuyorki, En İyi Yönetmenin dışında En İyi Senaryoda da Oscar adaylık rekorunu geliştiriyor. Nihayetinde ortaya Woody Allen’ın en iyi filmlerinden biri çıkıyor. Allen’ın 1978’de En İyi Yönetmen ödülü aldığı Annie Hall, En İyi Film de seçilmişti. Oscar dengelerine göre 34 yıl ‘vakti geldi de geçiyor’ demek ancak rakipler de güçlü.
Spor düşkünlerini mutlu eden Moneyball ise, istatistik biliminin profesyonel beyzbol oyununu nasıl değiştirdiğini anlatan Michael Lewis’in kitabı üzerine. Yönetmen Bennett Miller, Billy Bean’in (Brad Pitt) Oakland Athletics takımını istatistiksel olarak istikrarlı ve ucuz oyuncularla nasıl baştan yarattığını temiz bir şekilde filme alıyor. Pitt, The Tree of Life’da Mr. O’Brien olarak ailesine vermediği mutluluğu, Bean karakteri ile Atletics’e taşıyor. Her yeni şey ihtiyaçtan doğar misali, en iyi oyunculara? sahip büyükler önünde, önyargıları hiçe sayıp beyzbol sporunu ‘küçüklere’ de açıyor. Kitap çıkar çıkmaz haklarını satın alan Pitt, The Tree of Life’daki gibi takdire şayan oyunculuğuyla, Moneyball’u Oscar’a taşıyan en önemli etkenlerden. Ancak şampiyonluk şansı Athletics kadar.
Bu seneki Oscar’da, ABD’nin geçmişine baktığı bölümde The Help (Duyguların Rengi) var. Romanlar, bu senaryo krizi döneminde en çok Hollywood’a yarıyor herhalde. The Help de Kathyrn Stockett’ın aynı isimli romanından ve 1960’lardaki Martin Luther King Jr. ve Malcolm X gibi erkeklerin başı çektiği Black Power hareketinin pek görülmeyen taraflarından birini, siyah kadınların (beyazların çocuklarına bakıcılık yapanlar) durumunu ele alıyor. Irkçılığın bu topraklarda ve tüm dünyada önüne geçilemediği bu dönemde geçmişin sürekli hatırlatılması gerek. Okumuş beyazların öğrenilmiş cahilliklerini gene kanımız kabararak izliyoruz. Ve bir aklı selim bizi bu gerilimden kurtarıyor. Oscar’da olmazsa olmazlardan, ABD’nin bu unutmama tavrı güzel. Ancak mevzu film olunca, The Help’in Oscar’da gidebileceği bir mutlu son görünmüyor. Ancak aday olmak zaten bir mutluluk.
En İyi Filmin son iki adayını ise, sporda çok kullanılan tabirle ‘epic fail’ olarak ele almak gerek. 2010 ile beraber En İyi Filmde yarışanların sayısı artınca, Oscar’ı oskır yapan bu fiyasko köşeleri de kabaracak gibi. War Horse (Savaş Atı) ve Extremely Loud and Incredibly Close (Çok Gürültülü ve Çok Yakın) ne işi var bunların burada diyebileceğimiz türden.
Steven Spielberg, atını bu kez Dünya Savaşlarının II.’sinde değil I.’sinde koşturmuş. Devasa prodüksiyon tabii ki Oscar-yapım şirketleri ilişkisini de bir kısım düşünürsek gözden kaçacak gibi değil. At hayvanı Joey, insan hayvanları arasındaki, Britanya – Kıta Avrupa – Britanya yolculuğunda bir savaş görüyor ve ondan sağ çıkıp, insan sahibi Albert ile buluşmayı başarıyor. Spielberg, Joey’nin gözünün içine bile sokuyor bizi ama olmuyor işte, istenilen empati kurulamıyor. Biz bu anlarda Seabiscuit ve Hidalgo’yu anımsarken, Joey koşturduğuyla kalıyor.
Extremely Loud and Incredibly Close ise, ABD’nin yaşadığı en büyük travma 11 Eylül’ü, Schell Ailesi etrafında anlatıyor. Baba Schell o saldırıda ölüyor ve çocuk Schell babasının anısının peşinde, o kocaman yokluğu kabul etme yolcuğuna girişiyor. Tamam Oskar Schell farklı bir çocuk ancak bir çocuk. Büyüklerin laflarını çocuğun ağzından söyletip bir de olabildiğince bağırtırsanız, etkili ve samimi olamıyorsunuz maalesef. Aksine o şiddette itici. Filmin, ABD’nin çekirdeğini oluşturan aile için de, toplum için de vardığı dayanışma, o travmayı atlatmanın yakınından geçmiyor. Yani ABD’nin dünyaya da saldığı bu travmadan çıkmak için daha çok film çekilmesi gerek. Ancak izleyici film bitince, travmadan çıkıyor o ayrı.
En İyi Film adayları bunlar ama bir de gözden kaçanlar ya da gözün görmedikleri var. Tabi bu da tumturaklı kişilik Oscar’ın marifetlerinden. Bu listenin başında Drive (Sürücü), Tinker Tailor Soldier Spy (her ajan filminde olduğu gibi, Türkçesi Köstebek) ve Shame (Utanç) bulunuyor. We Need To Talk About Kevin’ı ve Tilda Swinton’ın En İyi Kadın adaylığına layık görülmeyen performansını da unutmayalım. Zira aynı şey Utanç’da, Michael Fassbender için de söylenebilir. Bizim için Bir Zamanlar Anadolu’da’nın yokluğu ayrı bir cızz ama kategori farklı…
İyi seyirler…
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane