İlk 1982 Dünya Kupası’nda görmüştüm yeşil sahaların Brezilyalı baletini. Küçücük çocuktum, futboldan da anlamıyordum ancak her ayağına topu aldığı anda sağıma soluma bakıyordum. Etrafımdaki büyükler büyülenmiş bir şekilde onu izliyordu. Tarih kazananları yazsa da onun Midas’ı andıran dokunuşları altın harflerle hafızalara kazınıyordu.
4 Aralık 2011, futbola gönül vermiş milyonlarca insanın gözyaşı döktüğü gün olarak defterlere yazıldı. Brezilya’dan gelen bir haber, yeşil sahalarda kafasına göre takılmış bir ozanın son nefesini verdiğini söylüyordu. Sadece bir maestro muydu o? Bir düşünür, aktivist, sanatçı…
Aslında her şey 19 Şubat 1954’te Belem’de başlamıştı. Fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gözlerini açtığında, kaderi çizilmişti adeta. Kitap okumaya meraklı babası, oğullarına Yunan filozoflarının adlarını koyarak onların yazgısının farklı olabileceğini öngörüyordu. Fakat küçük bir sorun vardı, sadece üç tanesinin adını biliyordu: Sócrates, Sofokles, Sostenes.
Henüz onundayken tüm yaşamını etkileyecek bir anısı olur ufaklığın. Yönetime el koyan ordunun askerleri evlerine gelir. Babasının gözü gibi baktığı bir kitabının yakılmasına şahitlik eden çocuk, hayatı boyunca her adımında bu anı beraberinde taşır.
Sonradan oğluna Fidel adını koyacak kadar Castro’nun hayranı olan Sócrates, Che ve John Lennon’ın adını da erken yaşında ezberliyordu. Bir yandan Riberiao Preto Tıp Fakültesi’ne giden delikanlı, boşta kalan zamanlarında da kentin takımı Botafogo’da sihrini konuşturuyordu. Yirmisinde profesyonel oluyor, kim bilir belki de bir cerrah ustalığında vurduğu tek bir neşterle rakiplerinin yumuşak karnını dağıtıyordu.
Sonradan mesleği hakkında şöyle konuşmuştu usta: “Ben futbolu sanat olarak görüyorum. Günümüzde birçokları futbolun bir yarışma, bir yüzleşme ya da iki rakip arasındaki bir savaş olduğunu düşünüyor. Ancak her şeyden önce futbol sanatın bir biçimidir. Bir grup ressamın stüdyoda aynı şeyi yapmaya çalışmasına benzer. Bazıları kendine has yetenekleriyle öne çıkarken, diğerleri de başka yönleriyle dikkat çeker. Ancak sonuçta herkes sanat uğruna işini yapar ve seyirciler hem bu sanattan, hem de fiziksel ifadesinden etkilenir. Futbolun en önemli özelliklerinden biri de eşitlikçi bir oyun olması ve her türden yeteneğe ya da yeteneksizliğe kucak açmasıdır. Ayrıca farklı özellikleriyle diğerlerinden ayrılan insanların bulunduğu bir sosyal gruptan oluşur. Futbolda herkes aynı yerde, aynı hedef doğrultusunda hareket eder.”
Yavaş yavaş parlayan maestro, rakiplerini büyülüyor, her geçen gün daha da büyüyordu. Fakat sigarasını tellendirmekten vazgeçmiyor, alkolden şaşmıyordu. Kim bilir belki de kendisine futbol endüstrisinin medar-ı iftiharı Pele’yi değil, onun tam zıddı olarak gösterilebilecek, hayatını kadınlara ve içkiye adayan, kuş meftunu olup nam-ı müstearını da sakadan alan Garrincha’yı örnek alıyordu. Sócrates gibi ufağında değil, Botafogo’ların aslında döktüren tarihin gelmiş geçmiş en iyi sağ açığı da 49 yıl yaşayabilmişti aslında.
Sanatını harika icra eden ince uzun yıldız, uzun ince hayat yolunda takımını eyalet şampiyonluğuna taşımasını müteakip Corinthians’a imza atmıştı. Artık bir destan yazılabilirdi.
Brezilya’da işçi sınıfının kurduğu tek kulüpteydi artık. Doktor, ülkenin Flamengo’dan sonra en büyük ikinci takımında tamamı ile günışığındaydı. Çok değil bir sene sonra milli takım formasıyla tanıştığında 25 yaşındaydı. 23 defa fileleri havalandırarak gol krallığına ulaşmış, takımını zafere koşturmuştu.
Tribünlerin gözbebeği olan Sócrates sınır tanımıyordu. Ülkedeki cunta rejminin kulüplerde yaşanan benzerinden rahatsız olan maestro, sihrini saha dışına taşımaya kararlıydı. Sol bek Wladimir ile kafa kafaya verdiklerinde tarih yazılıyordu.
İkili, takımdaki herkesi örgütlemeye başarmıştı. Futbolcular kendilerini ilgilendiren konularda söz sahibiydi. Stada ne zaman gidileceğinden, eşleriyle ne zaman görüşeceklerine kadar her şey konuşuluyordu. Yöneticiler değil, artık onlar karar veriyordu.
Antrenman saatleri, personel alımı ustayı kesmemişti. Eylemlerini daha da büyütmüş, taraftarların dikkati çekilmişti. Tüm uyarılara rağmen, üzerinde demokrasi yazan formalarla sahaya çıktıklarında, ülkedeki cunta çoktan geri sayıma başlamıştı.
‘15’inde oy kullanın’ diyerek halkı adeta kış uykusundan uyandırmışlardı. 1964’teki darbeden 18 yıl sonra yapılacak ilk seçimlere yeşil sahalardan yapılan bu davet, büyük ilgi görmüştü. Sanatçılar, entelektüeller Corinthians Demokrasisi’ne sahip çıkarken, rejim kulübü uyarmıştı. Siyasete spor nasıl karışabilirdi ki…
“Corinthians Demokrasisi’yle yarattığımız momentum harikaydı. Futbol gerçekten popüler olduğundan ve sürekli göz önünde olduğumuzdan, ülkede polemik yaratacak ve özgürlüklerle ilgili, işçi ve işveren olmakla ilgili her mecliste tartışılacak bir eylem yaratmayı başardık; ki nüfusun büyük çoğunluğu için demokrasiden bahsetmenin tahayyül edilemeyeceği zamanlardı” demişti yıldız.
Sócrates ve arkadaşlarının aylar süren savaşı ülkedeki asıl büyük demokrasi savaşına eklendi ve toplumda yarattığı infial, diktatörlüğün ipini çekti. Sócrates’in, hayranı ve dostu, o zamanın sendika lideri, daha sonraki İşçi Partisi lideri, daha da sonraki Brezilya Cumhurbaşkanı Lula’nın yanında reform denince akla gelen birkaç kişiden biri olması tesadüf değildi.1 Başkanın doğrudan halk tarafından seçilmesini isteyen ikili bu uğurda beraber çarpışmış, Diretas Ja sivil hareketinin önemli figürleri olmuştu.
15 Kasım 1982’de Brezilya sandığa gittiği gün hayatının en büyük zaferini kazanan Sócrates, aslında o yaz Dünya Kupası’nda savaş kaybetmiş bir kumandandı. 1.93’lük boyu, 40 numara pabuçlarıyla İspanya’daki şampiyonaya şiir gibi başlayan Sambacılar, grupta üçte üç yapmıştı.
Kaptanlık pazubandıyla sahaya ayak basan maestro, Sovyetler Birliği karşısında takımının eşitlik golüne imza atarken, galibiyeti sonradan hayali ihracat imparatorlarının Malatyaspor’a transfer edeceği Eder getirmişti.
İskoçya ve Yeni Zelanda’yı dörtleyen Güney Amerikalılarda, Zico ile Falcao da döktürüyordu. İkinci grupta İtalya ile zirve mücadelesine giren Brezilya, karşılaşmadan boynu bükük ayrılmıştı. Oysa Sócrates takımının ilk golünü o kadar güzel atmıştı ki… Taçtan topu alan yıldız, kendi sahasından hareketlenmiş, yıllar sonra Fenerbahçe’yi çalıştıracak Zico ile paslaştıktan sonra zarif bir şekilde Zoff’u kapattığı köşeden avlamıştı. Fakat o gün sahada esen Paolo Rossi fırtınası, Sambacılar’ı küle çevirmişti. Dünya Kupası’nın en güzel futbolunu oynayan takım elenmişti, hem de şike yapmaktan üç yıl futboldan men edilen, teknik direktör Enzo Bearzot’un ricasıyla sonradan cezası iki seneye indirildiği için şampiyonanın yolunu tutan santrforun golleriyle.
Belki bu noktada biraz durmalı, Bener Onar’ın ustaya vedasından maestronun o günü nasıl anlattığını alıntılamalı: “Brezilya takımı idealizmi, bir yaşam türünü temsil ediyordu. İtalya ise verimliliği, etkin olmayı. En azından ideallerimiz için savaşırken kaybettik. O maçı bugünkü toplumla da kıyaslayabiliriz. Artık insanla bağını koparmış, sonuçlarla yönetilen bir futbol yaratıldı. İnsanlar maçlara tek önemli kıstasın kazanmak olduğu bir müsabaka izlemeye gidiyor. Benim için önce güzel oyun, sonra kazanmak gelir. Her şeyden önemlisi de zevk almaktır.”2
1982 Dünya Kupası’nda gönüllerin şampiyonu olan Brezilya’nın kaptanı, dimdik ayaktaydı. Ona göre savunma oyuncularına çalım atmak basitti, önemli olan diktatörlere çalım atmaktı. İşte 15 Kasım 1982’de, o ve arkadaşlarının da çabalarıyla rejime gol atılmıştı!
Yıldız, 1984’te İtalya’nın yolunu tutmuştu. Tevatüre göre mitingde demokratik reform yasasına bağlamıştı kaderini. Kanun çıkmayınca o da Çizme’ye gitmişti. Maçlardan önce seks yasağı koyan Juventus’a ‘hadi canım’ demiş, Fiorentina’ya imza atmıştı.
Otuzunu deviren büyücü, fiziksel olarak yetersizdi. Fenerbahçe ile oynanan UEFA Kupası birinci tur ilk maçında İstanbul’a ayak basan Sócrates, bir sezon sonra Flamengo’ya dönmüş, Santos, Botafogo derken futbola veda etmişti.
Ellisini devirmişken, futbolun beşiği İngiltere’de bir maç sahne alan Sócrates, bu yaz hastaneye kaldırılmış fakat Azrail’e çalım atmayı başarmıştı.
Topuğunu tabanca gibi kullanabilen maestroyu belki de eşsiz kılan, köy köy dolaşıp halkına şifa dağıtmasıydı. Televizyonlarda kültürel içerikli programlar yapıyor, gazetelerde siyasi ve ekonomik yazılar yazıyor ve futbol için sosyal projeler üretiyordu. Pele gibi futbol elçisi olmayı, endüstriyelleşmenin uşağı olarak gördüğü için reddediyordu.3
“Filozoflar dünyayı çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır, oysa sorun onu değiştirmektir” diyen Marx’a nazire yapıp durmuştu Doktor. Hem ülkesinin yazgısını değiştirmek için çarpışmış hem de futbolun eğlence kaynağı olduğunu ispatlamıştı.
Tüm tembelliğine, fosur fosur sigara içmesine rağmen yeryüzünün gördüğü en yetenekli oyunculardan biriydi Sócrates. Alkolik olduğunu da itiraf etmişti. Zaten bizlerden de onu olduğu gibi kabul etmemizi istemişti.
Felsefenin mihenk taşı Sócrates’in adaşı olmanın da etkisiyle yeşil sahalarda bir fırtına estirmişti. Siyaseti çime indirmiş, farkındalıkları artırmış, tüm bunları yaparken hayattan keyif almaya bakmıştı. Antrenmanlara gelirken elinden düşürmediği kitaplardan beslediği aşkıyla demokrasi için çarpışmıştı.
Ya birçok meslektaşı gibi sadece profesyonel olsaydı!
Not: Bu yazı daha önce Mesele Dergisi’nde yayımlanmıştır.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane