“Bu, günlerden bir gün Seymour isimli bir grup kurmaya karar veren dört çocuğun yaptığı bir albümün hikâyesidir.”
Takvimler 9 Şubat 1997’yi gösterdiğinde Blur, İngiltere’nin en nefret edilen grubuydu. Müzikleri, klipleri, tavırları falan değildi bunun sebebi. Yetenekleri takdir ediliyor, yaptıkları işler milyonlar tarafından dinleniyordu. Tek bir sorun vardı ortada, Britanya’nın The Beatles’tan sonra çıkardığı en büyük popüler kültür fenomeni olan Oasis’e karşı gelmişler, 12 Ağustos 1995’te NME sayfalarında başlayan The Battle of Britpop’ta kaybeden taraf olmuşlardı.
Damon Albarn, 9 Şubat 1997 gecesi yatağına endişeyle yattığında ertesi gün çıkaracakları albümü düşünmüyordu. Geride kalan yıllar aklındaydı muhtemelen, kendi ağzıyla “insanların onu görünce müzik çalarlarına Oasis koyduğu, girdiği dükkanlarda Oasis albümlerinin gözüne sokulduğu yıllar”. Babasının büyükelçi olması sebebiyle ülke ülke gezerek geçen, yolunu bir ara Ankara’ya bile düşüren çocukluğunda aldığı Avrupai eğitim pop müzikle aynı potada erimiş, “Rönesans İnsanı”ndan “Poster Çocuğu”na giden bir yol izlemişti. Ardından Manchester işçi sınıfından gelen iki adam, bütün her şeyi berbat etmişti.
Oasis’in muhteşem başarısına The Great Escape ile cevap veren, fakat müzikal anlamda geldiği noktanın karşılığını alamayan Albarn, yeni bir yola girmek istemişti. Bu sefer kafasında gerçekten bir “Büyük Kaçış” vardı. Onu dünya çapında ünlü yapan lâkin hep Oasis’in gerisinde kalmasına neden olan Britpop’a sırtını dönme zamanının çoktan geldiğinin farkındaydı. Fela Kuti dinleyen, kolejde Kurt Weill operaları sahneye koyan, tiyatro eğitimi alan biri olarak daha farklı bir iş yapması gerektiğini düşünüyordu, yapacaktı da.
Blur’ün en az Albarn kadar değerli bir parçası olan Graham Coxon ise kızgındı. İngiliz basınının kucağına düşmeleri, anlamsız bir savaşın içinde olmaları kadar onu sinirlendiren bir başka şey de eski dostu Damon’ın geldiği noktaydı. Grup içi iletişim zayıflamış, dörtlü Coxon’ın deyimiyle “Bir adamın ego’sunun peşinden dünyayı turlamaya” başlamıştı. O adam ve o ego, Damon’dan başkası değildi. Coxon da yeni bir şey peşindeydi fakat başka türlü bir yenilikti aradığı, daha sakin, daha ham, daha az işlenmiş…
Albarn-Coxon çatışması içinde tarafsız köşede duran, içki bağımlılığı ve yaşadığı ilişkilerle basının gözdesi hâline gelen basçı Alex James ise değişimle çok ilgili değildi. Aslında kimse fark etmese de grubun en “Rock n Roll” hayatını yaşayan ismi olmuştu. Damien Hirst, Tracey Emin gibi çağdaş sanatçılara yoldaşlık ediyor, Covent Garden’daki barlarda içerek ve Fransızca bilgisini cümle aleme göstererek ömür tüketiyordu. Arada bir gerektiğinde ise şarkı yazıyordu. Bir de Marianne Faithfull’un peşinden koşuyordu, yaş farkını boşverin, “Once a Marianne, always a Marianne”.
Albarn’ın gösterişine, Coxon’ın yeteneğine, James’in çapkınlık öykülerine sahip olmayan baterist Dave Rowntree ise bir köşede oturmuş, bu işin nereye gideceğini düşünüyordu. Yeni hobi olarak politikaya sarmış, Tony Blair ile Cool Britannia yıllarını yaşayan İngiltere’nin siyasi geleceği hakkında sık sık konuşur olmuştu. Çoğu zaman “Nereye gidiyor bu ülke?” hissiyatıyla, Parklife albümünü yapan bir gruptan bekleneceği üzere.
Düşünceli dört adamın imzasıyla 10 Şubat 1997’de, bundan tam 15 yıl önce, Blur’ün kendi adını taşıyan albümü çıktı. Parklife ve The Great Escape gibi iki albümden sonra bir anda ayağını gaz pedalından çeken grup medyayı şaşırtmıştı, Oasis’in o gaz pedalına asılarak kırmaya başladığı bir zamanda. “Fin de siécle” kaplamalı kâbuslar gören İngiltere’de başka bir kapı aralıyordu herkes kendine, Blur de geri kalmadı.
Blur’de herkesten bir parça vardı. Damon Albarn, deneysel çalışmalara giriyor, müzik paletinin genişliğini gösteriyordu. Yedi kıta, yüzlerce farklı tat. En önemlisi, bu geçişi yumuşak bir şekilde yapmasıydı. “On Your Own” eski dinleyicilerin ayağını alıştırmak üzere konulmuştu, arkasından gelen “Theme From Retro” ise yeni bir yolun habercisiydi. 6 dakikada bir film şeridi, 6 dakikada bir “Neydik, ne oluyoruz” hesabı…
Graham Coxon daha sonra solo çalışmalarında sıkça uğrayacağı diyarlardan “You’re So Great” ile şöyle bir geçiyor, hoşlandığı kıza hiçbir zaman açılamayacak olan adamın halet-i ruhiyesini yaşatıyordu. Bir zamanlar Blur böyle bir gruptu, tek kalpte dört karakter. Ekim 1990’da Damon “She’s So Great”i söylediğinde herkes kendinden bir parça bulmuş, konuşmaya cesaret edilmeyen o kız(lar) dörtlüye farklı etkiler yapmıştı. Para, ün ve dergi kapaklarından çok daha öncesi, bir zamanlar işte…
Köprünün altından çok sular aktı. Blur dağıldı, Damon başta Gorillaz olmak üzere The Good, The Bad and The Queen, Rocketjuice and The Moon gibi toplulukların kurucusu oldu, Afrikalı müzisyenlerle birlikte muhteşem albümlerin altına imza attı. Graham Coxon, öykündüğü Amerikalı müzisyenleri örnek alarak lo-fi deneyimlere yelken açtı, bir zamanların Playboy’u Alex James ailesiyle Oxford yakınlarına taşınarak peynirciliğe başladı, Blur ve peynir üzerine kitaplar yazdı. Haklarında neredeyse her gün “Toplanıyorlar, geri dönüyorlar” haberleri çıkan grup 2009’daki muhteşem turneyle hayranlarıyla tekrar buluştu, bizim gibi uzaktan gözü yaşlı izleyenlere “No Distance Left To Run” gibi bir belgesel hediye ederek.
Köprünün altından çok sular aktı, Oasis de dağıldı. Battle of Britpop artık orta yaşa gelmiş İngilizlerin geçmişlerini anarken kullandıkları bir turnusol kağıdı oldu, “Blur’cü müydün yoksa Oasis mi?” iş hayatının monotonluğundan sıkılanları rakı masalarının mezesi hâline geldi. Dergiler sadece yıl dönümü kutlamalarıyla o günleri anar oldu.
Köprünün altında çok sular aktı, bir zamanlar Salinger etkisiyle “Seymour” isimli bir grup kuran dörtlü dünyanın tüm başarılarını ve başarısızlıklarını bünyesinde topladı. Ve asla bundan 15 yıl önce çıkan albümdeki kadar “…..” olamadı. Boşluğu istediğiniz gibi doldurun.
Holden mı demişti?
“Sakın kimseye bir şey anlatmayın, sonra hemen özlemeye başlıyorsunuz.”
Sakın kimseye Blur anlatmayın, sonra hemen dinlemeye…
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane