İtalyan göstergebilimci ve edebiyatçı Umberto Eco, altı yıl önce ikinci kez İstanbul’u ziyaret eder. Ziyaretinin son gününde 21 yıl önce Atlas dergisinin objektifine poz verdiği Tarlabaşı’na gelir. Eco ve derginin muhabiri, Sakızağacı Caddesi’nde 21 yıl önceki çekimi gerçekleştirdikleri noktada buluşurlar. Ancak kentsel dönüşüm projesi gerekçesiyle boşaltılan ve yıkımına başlanan yapılar arasında çekimi tekrarlamak kolay olmaz.
15 yıl sonra aynı yerde yeniden buluşmalarının nedenini anlamak için, “Benim mi, yoksa caddenin mi ne kadar değiştiğini fotoğraflamak istiyorsunuz?” diye sorar Eco. “Zamanın,” diye yanıtlar muhabir. Ardından muhabirin, “Buradaki tarihi evlerin yıkılması sizce şaşırtıcı mı? Dünyanın her yerinde benzer yıkımlar yapılıyor” sorusunu ise şöyle cevaplar Eco: “Ama siz çok fazla yıkıyorsunuz.”
Eco kibar bir insanmış. Çok fazla değil, önümüze geleni yıkıyoruz. Yaşadığımız şehirde on yıl önce var olan bir semti, on yıl sonra bulamıyoruz. Üstelik kaybolan sadece semtler olmuyor, o semtlerdeki insanlar, hayatları ve kültürleri de kayboluyor. Yıkılan sadece binalar olmuyor, onlarla birlikte toplumsal hafızamız da siliniyor. Ve bu yağma düzeninin içinde futbol takımları da payına düşeni alıyor elbette.
70’li yıllardan itibaren amatörlüğün yerini profesyonelliğin, çoğu İstanbul’da bulunan mütevazı semt takımlarının yerini ise Anadolu’da sonradan palazlanan sermaye sahiplerinin desteklediği şehir takımlarının almasıyla birlikte, Türkiye’de futbol hızlı bir değişim sürecinin içine girmişti. Bu yeni düzende yerleri olmayan semt takımları da birer birer kaybolmuşlardı.
Her ne kadar dünya kulübü olmanın hedeflendiği 2000’lerden sonra bu kimliği ısrarla unutturulmaya çalışılsa da Beşiktaş da o semt takımlarından biri. Ve bugünlerde kendisinden yalnızca beş yıl sonra kurulmuş olan Vefa gibi amatör liglerde varlığını sürdürmüyorsa, bunu 1975’te kendisine dayatılan sorumsuzca para harcamaya dayalı neoliberal düzeni elinin tersiyle bir kenara itip; bilgiye, emeğe ve üretime dayalı kendi düzenini, Özkaynak Düzeni’ni kurabilmesine ve o iradeyi gösterebilen insanlara borçlu. Kolej Havası, işte o insanların hikâyesini anlatıyor.
Ve bu yönüyle resmî anlatının da dışına çıkıyor. Beşiktaş’ın Altın Çağı’nın yalnızca Metin Tekin, Ali Gültiken ve Feyyaz Uçar’dan ibaret olmadığını; öykünün Ziya Doğan, Süleyman Oktay ve Fuat Yaman ile başladığını belirtiyor. Gordon Milne’in hakkını fazlasıyla veriyor; ama suyun yönünü değiştiren adamın Serpil Hamdi Tüzün olduğunun altını da ısrarla çiziyor. Beşiktaş’ın sahip olduğu tüm değerlerin Süleyman Seba’da vücut bulduğunu kabul ediyor; ancak akıntıya ilk karşı gelenin Mehmet Üstünkaya olduğunu da unutmuyor.
Milan Kundera, “Yavaşlık ile hatırlama, hız ile unutma arasında gizli bir ilişki vardır. Bir şey hatırlamak isteyen kimse yürüyüşünü yavaşlatır. Buna karşılık, az önce yaşadığı kötü bir olayı unutmaya çalışan insan elinde olmadan yürüyüşünü hızlandırır” der.
Peki her şeyin bu kadar hızlı yaşanıp tüketildiği bir çağda hatırlamak gerçekten mümkün müdür? Kolej Havası, bu konuda iyimserliğini koruyor ve bizi bir saat kırk beş dakikalığına, yavaşlamaya ve hatırlamaya çağırıyor. Üstelik anımsatmaya çalıştığı sadece Beşiktaş’ın altın çağından ibaret değil; aynı zamanda bize artık çok uzak olan değerleri, kazanmak uğruna vazgeçtiklerimizi ve sonunda kaybettiklerimizi hatırlatıyor. Bu açıdan anlattığı hikâye sadece Beşiktaş’ın değil, ülke futbolunun da hikâyesi.
Ama elbette bu hikâye en çok Beşiktaşlıların ve buna en çok onların sahip çıkması gerek. Yoksa örneğin, 1996’da futbolu bırakan Rıza Çalımbay’ın Beşiktaş tarihinde nasıl bir yere sahip olduğunu, bu kulüp için ne ifade ettiğini, aynı yılda dünyaya gelen bir Beşiktaşlı nasıl bilebilir? Birilerinin anlatması lâzım. Fakat bir anlatıcı da çıksa, içinde bulunduğumuz dönem bazı şeylerin anlaşılmasını imkânsızlaştırmış olabilir. Aynı taraftar, yarın Çalımbay’ın çalıştırdığı takım Beşiktaş’ı yenince büyük ihtimalle yine öfkelenecektir. “Bize Beşiktaş’ta böyle öğrettiler” diyen Çalımbay ise ne demek istediğini yine anlatamayacaktır. Çünkü aradan geçen neredeyse çeyrek asırlık zaman diliminde hayata dair yüklediğimiz anlamlar ve edindiğimiz alışkanlıklar öyle değişti ki, hâliyle taraftarın futbolla kurduğu ilişki de aynı kalmadı.
Yine de bugünlerde çocukların futbolu neden sevdiklerini ve bir takıma nasıl gönül verdiklerini tam olarak bilemesem de ben kendi hikâyemi çok iyi hatırlıyorum.
24 Mart 1995… Beş buçuk yaşındaydım. Necdet Dayımın uzun süreli çabaları sonunda meyvesini vermiş, babama gidip, “Ben Fenerli olucam artık!” demiştim. Beşiktaş da o sıralarda oynayacağı Altay maçı için İzmir’e gelmiş, Büyük Efes Oteli’nde kalıyordu. Babamın artık nasıl nevri döndüyse kaptığı gibi götürdü beni. Başladık lobide takımı beklemeye…
Sonra beklediklerimiz birer birer göründüler. Christoph Daum, Kaptan Rıza, Şifo Mehmet, Fani Madida, Sergen Yalçın, Ali Gültiken, Recep Çetin, Gökhan Keskin, Eyjólfur Sverrisson, Ertuğrul Sağlam, Alpay Özalan, Oktay Derelioğlu… Derken, onu gördüm ve zangır zangır titremeye başladım. Babam bunu fark etmiş olacak ki, hemen ona götürdü beni. Sonra o elimi sıktı, “Gel bakalım delikanlı” dedi, bende o an Fenerlilik falan kalmadı tabii. İsmimi sordu, söyledim, sonra bu fotoğrafı çektirdik; ama ben hâlâ titriyorum, nasıl duracağımı bilemeyişim bundan…
“Çok teşekkür ederim Metin Abi!” dedim.
“Rica ederim Onurcuğum. Var mı benden bi’ isteğin?”
“Akşam iyi oynarsanız sevinirim.”
O akşam Beşiktaş iyi oynamadı, harika oynadı, Altay’ı 8-2 yendi, iki golün asistini Metin Abi yaptı ve ben Beşiktaşlı oldum.
Ama elbette her zaman kazanamamışlardı. Çocukluğumda Beşiktaş’ın hatırladığım tek bir lig şampiyonluğu var; o da hayal meyal anımsayabildiğim 1995 şampiyonluğu. Fakat her geçen yıl, o Beşiktaş’ı biraz daha özlediğimi hissediyorum. Neden olabilir bu? Nostaljinin çekiciliği mi? Evet, geçmiş, şimdiye göre hep daha güzel gelmiştir; bundan sonra da öyle olacaktır. Hâlbuki geçmişte her şey o kadar güzel değildir. Ama çok tatsız bir şimdinin içinde ve ne olacağı fazla belirsiz bir geleceğin eşiğinde, geçmiş gözümüze hep daha sevimli görünür. Yine de bu durum sadece onunla alakalı değil.
Beni Beşiktaşlı yapan o adam, biraz da hiddetlenerek, şöyle açıklıyor Kolej Havası’nda: “Her şeye rağmen şampiyon Beşiktaş! Öyle şey olmaz! Önce değerleri koruyacaksınız, sonra şampiyonlukta yarışacaksınız!”
Geçmişteki Beşiktaş’ı, başarıları ve başarısızlıklarıyla özlem duyulan bir şey hâline getiren şey, Metin Tekin’in bu sözlerindeki anlayış ve berraklık olsa gerek. Ya da belgeselde yer bulan bir başka detay olarak, Beşiktaş’ın 1979-80 sezonunun 30. haftasında Zonguldakspor’u son dakikalarda gelen golle 1-0 yenip kümede kaldığı maçın ardından Tüzün’ün yapmış olduğu, “Gelecek Beşiktaş’ındır, buna adım gibi inanıyorum” açıklaması… Beşiktaş’ın en zorlu günlerinde Tüzün’ü böyle konuşturan şey, gücünü nereden alıyor olabilirdi ki?
Beşiktaş’ın en başarılı olduğu yakın döneminde, ligi üst üste iki defa kazanırken, Avrupa’da tarihinin en büyük zaferlerini yaşarken, biri çıkıp bunu söyleyebilir miydi? Ya da son iki sezonu şampiyon bitiren Galatasaray, geleceğin sahibi midir? Veyahut beş yıldır şampiyon olamayan Fenerbahçe, bu sezon amacına ulaşsa, geleceğin onlar için daha parlak olacağını kim söyleyebilir? Hamaset uğruna söyleyenler illâki çıkar, ama bu ne kadar inandırıcı olur? Her geçen gün artan borçlarla gelen, hiçbir üretime dayanmayan bir başarı, gerçekten başarı mıdır?
Muhsin Bey’in finalini hatırlarsınız. 80’lerin hızla değişen Türkiye’sine uyum sağlayamamasından dolayı hem kendine hem de etrafına karşı yabancılaşan ve işinde de iflâs etmek üzere olan müzik yapımcısı Muhsin Kanadıkırık, son bir umut olarak Ali Nazik’e tutunur. Arabeskten uzak durması, kendi türkülerini okuması için devamlı ona öğütlerde bulunur. Sonunda ona bir kaset çıkarabilmek için, hiç yapmayacağı bir şey olan dolandırıcılığa da bulaşır ve hapse girer. Hapisten çıktığında ise Ali Nazik’i bir pavyonda başından aşağıya güller dökülür hâlde arabesk şarkılar söylerken bulur. Şarkı biter, kuliste karşı karşıya gelirler.
“Arabeske başlamışsın” der Muhsin Bey. “İstiyorlar ağam. Türkü, arabesk, karışık…” diye cevap verir Ali Nazik. “İbrahim (Tatlıses) gibi” der Muhsin Bey. Ali Nazik coşkuyla onaylar. “Nota, solfej ne oldu peki?” diye sorduğunda ise Muhsin Bey, “Boş verdik, böyle idare ediyoruz,” der Ali Nazik. Sonra ezilerek, “Kusura bakma ağam, kendimi kurtarmam lâzımdı” der. Muhsin Bey acıyarak gülümser, etrafına şöyle bir bakar, “Kurtardın mı bari?” diye sorar.
Film boyunca trençkotuyla görünen ve etrafındaki değişime bir türlü ayak uyduramadığı için sonunda ceketini alıp giden Muhsin Bey’in bu sahnede bir an için Süleyman Seba olduğunu hayal edin. Ali Nazik de yirmi yıldır Türk futbolunu yönetenler olsun. Ne değişir?
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane